Kur’ân Ahzâb suresinde مَا جَعَلَ اللهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ “Allah, bir adamın içinde iki kalb yaratmadı.” (Ahzâb sûresi, 33/4.) buyurur. Öteden beri müfessirler, bu âyete farklı yorumlar getirmişlerdir. Bazıları, cahiliye döneminde yaygın bulunan ve çok kimselerin akıl erdiremediği, çözüm bulamadığı meselelere aklı eren, çözüm getiren kişilerin “benim iki kalbim var” iddialarına karşı Kur’ân, bu âyeti ile bahsi edilen yaygın kanaati zihinlerden silmek istemiştir. Bazıları, Nadr b. Hâris’in iddialarıyla alâkalı olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da Zeyd b. Hârise ile irtibatlandırmak istemişlerdir. Kur’ân’ın bu âyeti ile bu ve daha farklı mülâhazalar da söz konusu olabilir… Ancak ben bu âyete, surenin genelini nazara alarak daha geniş bir perspektiften bakılması gerektiği kanaatindeyim.
Şöyle ki; Ahzâb suresi, ele aldığı konular itibarıyla hep tevhid hakikatını vurgulamaktadır. Gerek bu mesele, gerek peygamberlerden alınan söz, gerek Hendek Savaşının safahatı, gerek tesettür meselesi, gerek kadın-erkek bütün müslümanlara, Allah ve Rasulünün hüküm verdiği şeylerde ihtiyar hakkının tanınmaması, gerek Hz. Peygamber ile münasebette bulunmanın âdâbı ve gerekse ahirete ait ahvâl.. evet bütün bu mevzuların hepsi Allah’ın birliği etrafında örgülenmektedir. Bu bize Mekkî surelerin genel karakterini hatırlatmaktadır. Ne var ki, Ahzâb suresi Medenîdir. Medine’de nâzil olan surelerde, bu türlü şeyler istidrâdîdir. Ahzâb suresinde ise, bu hususiyetler surenin mihverini oluşturmaktadır. Öyleyse bahsi geçen âyeti “tevhid” zâviyesinde ele almakta zaruret var. Evet tevhid, her ne kadar “lâ ilâhe illah” deyip, Allah’ı birleme olsa da, bu, işin nazarî olanını ifade etmektedir. Bunun amelî plâna çıkması ya da mârifet olarak “ilme’l yakîn”, “ayne’l yakîn” mertebelerine onu da aşıp “hakka’l yakîn”e ulaşması da, meselenin diğer yönünü teşkîl etmektedir.
Bazı insanlar vardır, “Allah birdir” der, ama, sebeplere tesîr-i hakikî vermeden de geri durmaz. Hatta Allah’ın icraatından tam hoşnut olmayabilir; hayatını dizaynda beşerî mülâhazaları tercih edebilir. Bunların hepsi, aslında tevhidin muhtevâ ve mânâsına ters şeylerdir. Evet böyle bir insan “Allah birdir” dese de, tevhid hakikatına tam ulaşamamış, “fenâ fi’t-tevhid=tevhid’de fâni” olamamıştır. Onun tevhidde fâni olabilmesi önce, ibadet, ubûdiyet ve ubûdet şuuruna ulaşması ve onu hayatına hâkim kılması ile mümkün olur. Sonra da o bunu, vicdanı ile hisseder. Hatta zaman gelir öyle bir yakîne ulaşır ki, tevhide götüren delilleri bile zâid bulur. Ve nihayet bu yolda ilerleye ilerleye “keşf” derecesine ulaşarak, tevhid hakikatını, hissin ve vicdanın ötesinde keşf ederek yaşar. Fakat hemen ifade edeyim ki, bu seviyeye gelinceye kadar kişi, çarpıklıklara girmekten, düal yaşamaktan, düal düşünmekten kurtulamayabilir.
Evet, gerçek mânâda “la ilâhe illallah=Allah’tan başka Mâbud-u bi’l-Hak, Maksud-u bi’l-istihkak yok.” demektir. Bu Arapça ifadesiyle “la cemile, la hâlika, la müşerria, la münşie… illallah” mânâsına da gelebilir. Ehlullahın, namaz tesbihatlarında okudukları; “Ya Cemil Ya Allah…” bu hakikatın yani isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhat, zâtıyla mevcud, mechul zâtın ilanından ibarettir. Bunu şuurluca söyleyen kişi, Allah ile karşılıklı bir mukaveleye imza atmış sayılır. Bu mukavelede icmalen şunlar vardır; “Allahım, duygu ve düşüncelerim içine Senden başkası girmeyecek. Tasavvur, davranış ve tavırlarım, hep Senin razı olduğun istikamette olacak. Aileme, çocuklarıma ve dünyama bakışımda Senin hoşnutluğun esas alınacak, Senin düşünülmediğin yerde düşünceler zihinlerde kir sayılacak. Bu bir bakıma Üstad’ın, bir başka yerde, “Allah için işleme, Allah için başlama, Allah için görüşme ve Allah için konuşma” (Bediüzzaman, Lem’alar, Üçüncü Lem’a, Üçüncü Nükte) ölçüsü ile tam uyum arz eder.
Şimdi, “bir insanın içinde iki kalb olmaması” gerçeğine bu zâviyeden bakacak olursak; bu âyet, herhangi bir kimse, tevhid hakikatına inandığı halde, düşünce, tasavvur, tavır ve davranışlarında o çizgiyi koruyamıyorsa ona bu önemli hususu hatırlatmaktadır. Bir insanın hem tevhid deyip, hem de ona ters davranması, iki kalblilik demektir ki, böyle bir şey bir tenâkuzdur ve bir müminde olmamalıdır.
Evet her insan, inanmalı ve inandığını da yaşamalıdır. Yani hayatını da o birlik etrafında örgülemelidir. Zaten gerçek inanmışı tarif eden ehl-i tahkik “davranışları ile Allah’ı hatırlatan insan” demekte ve bu konuda bize önemli bir ölçü vermektedirler. Buna göre, mümin yemesinden içmesine, konuşmasından oturmasına varıncaya kadar her şeyde, hep başkalarında “inanan insan imajı”nı uyarmalıdır. Namaz kılıp, faiz yeme, oruç tutup, karaborsacılık yapma insanın iki şahsiyet, iki kalb, taşımasıdır ki bu tevhide aykırıdır. İki yüzlülüğün, bozuk şahsiyet ve karakterin göstergesidir. Bu kişiler herhalde ahirette, iki yüzlü olarak haşr ü neşr olacaklardır.
Burada çok acı, acı olduğu kadar da gerçek bir hâtıramdan bahs etmek istiyorum. Eski yıllarda -zannediyorum 25 yıl kadar önce -borcunu bilerek ödemeyen birine alacaklının şikayeti üzerine hatırlatma mahiyette iki satırlık bir mektup yazmıştım. Ondan uzun bir mektup aldım. Mektup da kendini ve ileri gelen biri olduğunu vb. anlattıkdan sonra: “ben o borçları falan-filan olarak değil, tüccar sıfatım/kimliğin ile yaptım.” diyordu. Hâlbuki bir insan’ın böyle “iki” şahsiyetli olması, âyetin ifadesiyle “iki kalb” taşıması imkansızdır. Sen ya “O” sun, ya da “bu”. Bana göre helâl-haram mevzuunda bu denli yalpası olan birine bırakın müslüman demeyi, insan deme bile oldukça zordur. Keşke bu insan, “fıtratımı zorluyorum, hile yapmaktan, başkalarını kandırmaktan, zimmetime hak geçirmekten kendimi kurtaramıyorum.” dese… Belki bu kişiyi Allah o sonsuz rahmetiyle affederdi… Ama yanlışlıklarına, mahmil bulmaya çalışan ve “onu falan-filan olarak değil, tüccar kimliğimle yaptım.” diyeni ciddî hesaba çeker. Misalleri çoğaltmak mümkündür.
Hâsılı, bu âyete, surenin genel karakterini esas alarak yorumlar yapmak, lafzî yorumlardan ve parça parça yaklaşımlardan daha iyidir ve bizi daha sağlıklı sonuçlara ulaştırır.
Kaynak: Prizma IV, “Bir İnsanda İki Kalb Olmaz“