Soru Detayı: İnsanları, hakkı sadece kendi meşrebi içinde görmeye iten sâikler nelerdir? Hakk’a hizmet eden herkesi kucaklamanın yolu nedir?
Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken, yerinde “ben” deyip varlığını ortaya koyabilecek bir fıtratta yaratmış ve onun benliğini, irade, şuur, his, gönül; diğer yandan da şehvet, kin, nefret vb. duygularla donatmıştır. Bu duygulardan kötü olanlar fenalıklara sebebiyet veriyor diye, onların insanda bulunmamasını istemek, insanlığın da olmamasını istemek olacaktır. Zira insana, insan olma özelliği kazandıran bu ve benzeri duygulardır. Dolayısıyla her şeyden önce bu duyguların bilinmesi, hem insan benliğinin keşfi hem de onların kaynağının Cenâb-ı Hak olması yönüyle kanaatimce büyük önem arz etmektedir. “Nefsini bilen, Rabbini bilir.“,[1]Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/208 ; el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50. bu hususu ifade eden güzel bir özdeyiştir. Sokrates’in, bu düşünceyi ifade eder mahiyette olan “kendini bil” sözünü, okulunun girişine astırdığı söylenir. Bir yandan insan benliğine ilan-ı harp eden tasavvufçular, diğer yandan “fenâfillah” düşüncelerini sağlam bir zemine oturtmak için benliği kazanma sırları üzerinde durmuş ve konuyla alâkalı nice kitaplar yazmışlardır…
Evet insan, kendisinde bulunan bu duygular vasıtasıyla yerinde “ben” deyip, sadece kendini görebilir; görebilir zira bu duygu, onun tabiatında vardır. Haddizatında bu özellik olmadan onun hak bildiği dâvâda ısrar etmesi ve bağlandığı şeylere sağlam bağlanması da mümkün değildir. Meselâ, insan kendi araştırmaları sonucu ve tesiri altında kaldığı kültürün etkisiyle, aklî/mantıkî yönden Hanefi mezhebinin daha doğru olduğunu kabul edip benimseyebilir. Zaten böyle bir kabulleniş olmadan, ondan istifade etmesi de mümkün değildir. Aynı durum, İslâm’a hizmet için seçilen metodlar için de geçerlidir. Bu açıdan bir insan, Üstad’ın ifadesiyle: “Benim mezhebim/meşrebim daha iyi, daha güzeldir.” demeli; ama “güzel ve iyi sadece benim yolumdur.” dememelidir.[2]Bediüzzaman, Lem’alar s.189 (Yirminci Lem’a, İkinci Sebep).
Bu meselede insanın dengeyi tam yakalayabilmesi, öncelikle kendi duygularını istikamet üzere temsil etmesine bağlıdır. Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte: “Her insanın bir şeytanı vardır. Benim de bir şeytanım var. Ne var ki, benim şeytanım bana teslim olmuştur.”[3]Müslim, salâtü’l-münâfikîn 70; Tirmizî, radâ 17; Nesâî, işretü’n-nisâ 4. buyurur. Hadis-i şerifin ifade ettiği mânâdan hareketle, nefis ve ona bağlı duyguların da ıslah edilmesi her zaman mümkün görünmektedir. Aksi halde bu duygular ıslah edilmez ve istikâmet üzere olunmazsa, nefse ait bu duygular, şeytanın çok rahatlıkla işletebileceği birer duygu haline gelebilirler. İşte o zamandır ki, meydana gelecek ifrat ve tefritler, insan hayatında birer boşluk halinde tebârüz eder ve onun yolda takılıp kalmasına vesile olurlar. -Allahu a’lem- Şeytanın, henüz ruh üflenmeden Hz. Adem’in (aleyhisselâm) cesedinde keşfettiği boşluklar da bunlar olsa gerek!
Meselâ, bu duygulardan şehvet, insanın meşru yollarla tatmini ve neslin çoğalması için verilmiştir. Dolayısıyla onun, bir taraftan bu duyguya tamamen inhimâk etmek gibi bir ifrattan, diğer taraftan da bütün bütün tecerrüt gibi bir tefritten kaçınması ve orta yolu bulması gerekir ki, o da meşru çerçevedeki zevklerle yetinip, gayr-i meşrû isteklere karşı tavır almakla olur. Keza ona, inat duygusu hakta sebat için; hırs duygusu da dünyayı imar için verilmiştir. O, bütün duyguları yerli yerinde kullanabildiği takdirde aşırılıklara sürüklenmeden istikamet içinde kalabilecektir.
Bu hususta diğer önemli bir âmil de, insanın kendi kültür ve terbiye anlayışıdır. İnsan, duyguları pes şeylerden uzak olduğu ölçüde insandır. Zaten terbiye deyince de, bedene yönelik terbiyeden çok, duygu ve düşüncenin terbiyesi akla gelmektedir. Evet, hepimizde nefis vardır; bu yüzden de iltizam ettiğimiz bir şeye karşı daha fazla alâka duyup, alternatif düşüncelerden rahatsız olabiliriz. İşte bu tür rahatsızlıkların her hissedilişinde insan, “O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler..” (Âl-i İmrân sûresi, 3/134) âyetini esas alıp;
“Madem bu insanlar bizim insanımıza hizmet veriyor; dolayısıyla müttefikimizdir. Diğer taraftan Allah’ımız bir, Kitab’ımız bir, Peygamber’imiz bir, Kâbe’miz bir.. binlerce bir’de müşterekiz. Ve madem berzahta, mahşerde, sıratta ve -inşallah- cennette beraber olacağız; o halde onlara karşı kin duymamız doğru değildir.”[4]Bediüzzaman, Mektubat s.298 (Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mebhas, İkinci Vecih).
diyerek bütün olumsuzlukları kendi enginliği içinde eritebilir. Bu mantık ve bu anlayışıyla hareket edip, hissiliğimizi yendiğimiz oranda, bağrımıza basamayacağımız kimse kalmayacaktır.
Hâsılı; dine hizmet eden her insanla iyi geçinme hususunun, en az cihad etme kadar önemli bir mesele olduğunu bildiğimiz an, bütün insanlara sinelerimizi açmamız mümkün olacaktır.
Kaynak: Prizma IV, “Benlik Duygusu”
Dipnotlar
⇡1 | Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/208 ; el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50. |
---|---|
⇡2 | Bediüzzaman, Lem’alar s.189 (Yirminci Lem’a, İkinci Sebep). |
⇡3 | Müslim, salâtü’l-münâfikîn 70; Tirmizî, radâ 17; Nesâî, işretü’n-nisâ 4. |
⇡4 | Bediüzzaman, Mektubat s.298 (Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mebhas, İkinci Vecih). |