Reaksiyoner hareketlerin tarih boyunca bir işe yaradığını ve böyle hareket edenlerin düşüncelerini nihayete ulaştırdıklarını hatırlamıyorum. İsim tasrih etmeyeceğim, dünyanın değişik yerlerindeki İslâmî-gayr-i İslâmî reaksiyoner hareketler, neticede gelmiş bir yerde tıkanmıştır. Bizde de ilk demokratik hareketler reaksiyonerdir. Ama onlar da uzun ömürlü olmamış ve yıkılıp gitmişlerdir. Şimdi;
1. Bize göre; esas yapılması gerekli olan şey, İslâmî düşünceyi anlatmak ve inandırma yollarını araştırmaktır. Mesela, bizde ilk reaksiyoner hareketlerinin olduğu devrede, karşı cephenin nefretiyle oturup-kalkma, buğz ve kinle hareket etme yerine insan yetiştirmeye, eğitime yönelik samimî, ihlaslı ve uzun vadeli çalışmalar olsaydı, şimdilerde herhalde zeminimiz çoktan lalezâr hale gelmiş olurdu.
Dikkat edin; 50’li yıllardan bu yana tam 40-45 yıl geçmiştir. O dönemde 10 yaşında olanlar, şayet mevsimi geldiğinde üniversite okusalardı, şimdi zirvelerde ya da zirveleri zorlayan konumlarda bulunacaklardı. 20 yaşında bulunanlar, bugün 60-65 yaşında olacaklardı ki, bu da onların başbakanlar, reis-i cumhurlar seviyesinde en olgun dönemlerini yaşıyor olmaları demekti. Ne var ki, hep gayr-ı memnun tavrı içinde bulunuldu.. ve gayr-ı memnunlar hareketi diyebileceğimiz bu çıkışlar, zamanla eriyip, gitti ve yerini hasret ve hicrana bıraktı. Ancak biz, yine de o dönemde işin başında ve içinde bulunanları, birçok insanın yetişmesine zemin hazırladıkları için rahmetle anıyoruz.
2. Bu milletin bugünü ve yarını adına ne yapılırsa yapılsın, tahrip hesabına olmamalıdır ve ne olursa olsun, bu ülkenin birlik ve dirliğine zarar vermemelidir. Yani “yapalım” derken, nesiller boyu tamir edilemeyecek “yıkma”ların içine girilmemelidir. Aksi takdirde, hem maksadımızın aksiyle tokat yer, hem gelecek nesillerin lanet ve nefretine uğrar, hem de ukba adına çok şeyleri kaybedebiliriz.
3. İnanan insanlar, kendi inanç dünyalarına göre bir sistem kurmayı ve o sistem içinde hayatlarını sürdürmeyi isteyebilirler. Fakat unutulmamalıdır ki, böyle bir duygu asla maksad-ı aslî veya gaye-i hayal olamaz. Allah Rasulü (sav), Mekke döneminde mesajlarını halka sunarken, bu konu etrafında bir tek kelime söylememiştir ve 13 yıllık Mekke hayatı boyunca, bugünkü anlamda idarî, siyasî bir tek âyet nazil olmamıştır. Tam aksine, imân ve imânî hakikatler çevresinde âyet-i kerimeler inmiş ve hadîs-i şerifler de hep bu mevzu etrafında vârid olmuştur. Ayrıca 5-10 yıl sonra cihana meydan okuyacak olan o alperenler, sistem, nizam, devlet vs. hususunda ne bir beklenti ne de bir merak içindedirler. Onlar, çok ağır şartlar altında, küfür düşüncesi ile yaka-paça olurken, böyle mülâhazalar içine hiç mi hiç girmemişlerdir.
O halde, her şeylerinde onları örnek alan bu cephenin insanları, bu türlü mevsimsiz düşüncelerle kendi davalarına zarar vermemeli, imâna ve Kur’ân’a hizmet etrafında himmetlerini yoğunlaştırmalı, her şeylerini Allah’ın rızasını kazanma etrafında bir dantela gibi işlemelidirler. Kaldı ki, zaten aksi düşünce, (haşa) Allah ile pazarlık mânâsına gelmektedir. Yani “ben bu şekilde çalışırsam, idarî sistem de böyle böyle olur ve olmalı..” gibi, kulluk anlayışına olabildiğince ters, yakışıksız şeyler içine girilir. Ve tabii ki, bir kere böyle bir fasid daireye giren insanın da artık ondan kurtulması çok zordur.
Öyle zannediyorum ki, yaptıkları hizmetlerde maddî ve dünyevî şeyleri hedefleyenler ve onları gaye-i maksad haline getirenler, Allah’ın te’yidini kaybediyorlar. Hatta bu uğurda, hayatlarını, mal varlıklarını vs. ölesiye feda etseler de yine kaybediyorlar ve kaybedecekler. Zira, gaye-i hayal sadece ve sadece Allah olmalıdır. Hedefte, sadece O ve O’nun rızası bulunmalıdır. Böyle olunca Allah, onları hedeflerine ulaştırır, hizlan ve hüsrana da mahkûm etmez.
4. Dünyaya ait şeylerin pek çok tâlibi bulunur. Böyle çok tâlibi bulunan mes’elelerde, gücü kuvveti elinde bulunduranlar, onu elde etmek veya ellerinde ise kaçırmamak için baskı metodunu uygulayarak sık sık kuvvete başvururlar. Onların kendi hesaplarına böyle davranması da gayet normaldir. Zira ehl-i dünyanın ahireti yoktur. Sadece dünyası vardır. Dolayısıyla da ne kendileri, ne çocukları ve ne de torunları adına dünyalarını, dünyalıklarını kaybetmek isterler.
Görüldüğü gibi bir noktada tûl-i emelin buudlarından biri olarak sayabileceğimiz bu hususta, iki taraf da aynı hedefe göz dikince, kuvvetli olanlar galip geliyor. Cezayir hâdiseleri bu açıdan değerlendirilebilir. Arkadaşlarımız şahittir, “Cezayir’de Müslümanlar demokratik yollarla iktidara yürüyor, birinci basamak seçimleri kazandılar vs.” dediklerinde, ben “hayır, yanılıyorsunuz, ihtilal yaparak bu işi engellerler” dedim. Hatta Amerika’da bulunurken Cezayir hâdiseleri münasebetiyle, bizde zirveleri tutan birisine orada soruldu: “Türkiye’de aynı şeyler cereyan etseydi ne olurdu?” Cevaben: “Oradakinden bin beter olurdu” dedi.*
Arz etmeye çalıştığımız bu husus bize, şu hakikati hatırlatıyor. “Hikmet, kuvvetle atbaşı olmalıdır.” Evet, madem Allah kuvveti yaratmıştır. Elbette onun da bir hikmet-i vücudu vardır. Hikmet ise kelime anlamı olarak bizim, tedbir, temkin, teyakkuz olarak değerlendirdiğimiz pek çok şeyi içine alır. Kaldı ki, bu aynı zamanda İslâmî hizmetin felsefesidir, prensibidir, düsturudur; hatta ruhudur, hayatıdır. O halde kuvvet dengesinin olmadığı durumlarda tekniğe, taktiğe başvurulmalıdır. Aksi takdirde karşı gelinemeyeceği muhakkak olan kuvvetle çarpışmaya kalkmak dâvaya en büyük ihanettir. Öyleyse bu türlü durumlarda, mü’minler hedef olmamalı, olmamaya gayret göstermeli, hizmet yaparken aynı zamanda dünyadaki dengeleri koruyup kollamalı, her zaman güç ve kuvveti elinde bulunduranların muhalefetlerini hesaba katmalı ve kat’iyen kabadayılık yapmamalıdır. Meselâ; bu çerçevede, dünyadaki dengeler göz önüne alınarak, Amerika’da zencilere sahip çıkılabilir. Zaten onlar da, beyazlar tarafından dışlanmış, hor hakir görülmüş ve tamamen bir aşağılık kompleksi içindeler. Biz, beyazların 3. sınıf vatandaş olarak gördüğü o insanlara, İslâm’ın evrensel mesajlarını çok sıcak bir atmosferde sunabilsek, hatta onlara bağrımızı açıp sahip çıkabilsek en akıllıca bir iş yapmış ve gayr-ı memnun bir dünyayı kendi dinimiz hesabına değerlendirmiş oluruz.
Orta Asya’da din, ırk, dil, tarih, kültür birliğimizin bulunduğu ve 70 yıl komünizm esaretini acı acı yudumlamış o kardeşlerimizle sınaî, ticarî ve kültürel alanlarda iş birliği yaparak, onları kazanabilmemiz de çok önemlidir.
Netice itibariyle, reaksiyoner çıkışlar yerine, Allah’ın rızası hedef alınarak tebliğ ve irşad yapılmalı, yaşanılan şeyler anlatılmalı. Ve bir gün gelir, hâdiselerin tabii seyri içinde ferdî olarak yapılan işler sistematize olmayı gerektirirse, o zaman da uzun vadeli, kalıcı, yapıcı şeyler tercih edilerek, dengeler gözetilmeli ve kat’iyen dünya karşısında hedef haline gelinmemelidir.
Kaynak: Prizma I, “İslam ve Reaksiyoner Çıkışlar”