Çocuk, hemen hemen bütün bir gelişme döneminde, çevresinde cereyân eden şeylerin tesirinde kalır. Ona göre şekillenir ve ona göre benlik kazanır. Etrafında cereyan eden şeyler, onun duygularına yâr, kalp ve ruhunu yüce ideallere yöneltecek mahiyette ise, çocuk gelişir, yücelir ve semavî bir keyfiyet kazanır. Aksine, çevresinde olup-biten şeyler, onun duygularını köreltici, kalbini öldürücü ve ruhunu sefilleştirici mahiyette ise, o, daha varolmanın baharında, hazân vurmuş gibi zebil olur gider.
Muhîtin, olgun insanlar üzerinde bile ne denli tesirli olduğu düşünülecek olursa, onun, çocuklar ve gençler bulunursa, o çocuğun sıhhatli bir dil öğrenmesine imkân yoktur. Bunun gibi yuvadan mektebe kadar, çocuğun, anlayıp, düşünce ve ahlâkına meşcerelik (koruluk) yapan muhitin, farklı ve birbirine zıt telakkîleri karşısında da onun mazbût bir düşünceye, düzenli bir hayata ve üstün ahlâka sahip olmasına imkân ve ihtimal yoktur.
Yakın tarihe gelinceye kadar, yuva, mektep ve bilumum irfan müesseselerimiz, velisi, muallimi, mürşidi ve postnişiniyle el-ele ve gönül-gönüle, terbiye ve nesli yükseltme vazifesini beraber yürütüyorlardı.
Evet up-uzun yükselme devremiz, bu müesseselerin el-birliği sayesinde temin edilmiş ve koskoca “umrân-ı tarih”bu müşterek mesâiyle gerçekleşmişti. Bu dönemde, bir baştan bir başa toplumun her kesiminde, aynı mukaddes düşünceler hüküm-ferma (hüküm süren), aynı terminoloji revaçta, aynı yüce hakikat ve yüksek mefhumlara saygı duyuluyor ve böylece nesiller dağınıklığa düşmekten kurtuluyordu.
Şimdi, bu eski müesseselerin îfâ ettikleri vazifelerin, eksiksiz olarak yerine getirildiğini iddia edebilir miyiz? Yuva, çocuğa ne kazandırmaktadır? Sokak, onun hangi ilhamlarını coşturmaktadır? O, dost ve arkadaşlarından fazilet adına ne öğrenmektedir?.. Keşke bütün bunlara, ürpertici de olsa, bir çırpıda hiç diyebilseydik!. Belki o zaman, kendi kendimize karşı yalan söylememiş, aldatmacaya sapmamış olurduk!.. Ama, nerede, o yürek bizde? Nerede, acı dahi olsa, hakikate temenna ve saygı?
Evet, yıllar var ki neslimiz, her yönüyle ihmal edildi. Ve o, kendini, buz gibi bir zeminde terkedilmiş olarak buldu. Tam ruhunun askıya alındığı ve inançlarından uzaklaştırıldığı bu dönemde idi ki, kalbine uzanan yabancı eller, onu bütün bütün kendinden, mazisinden ve tarihinden kopararak, ruhuna karşı yabancı hale getirdiler.
Şimdi, yeniden onu bütün çevresiyle ele alıp ihya etme mecburiyetindeyiz… Şunu bir kere daha tekrar edelim ki, çocuk en az yuva ve aile muhiti kadar, dost ve arkadaş çevresinden de müteessir olur. Hattâ bazen yuvada iyi beslenememiş çocuklar için, dış çevrenin tesiri daha da baskın çıkabilir. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, bazen aile muhiti çok iyi olmasına rağmen, dostları ve arkadaşları itibariyle çocuğun çevresi bozuksa, aileden aldığı herşeyi bu ikinci iklimde bütünüyle kayıp da edebilir.
Evet, düşünceden tasavvura, tasavvurdan davranışlara kadar yuvada kazanılan her şey, bu ikinci muhitte geliştirilip olgunlaştırılması mümkün olduğu gibi, daha önce elde edilmiş şeylerin tamamen yitirilmesi de ihtimal dahilindedir. Bazen iyi bir dost, dürüst bir arkadaş, bir mürşit bir siyanet meleği gibi, adım adım insanı takip eder ve sürçmelerine, düşmelerine meydan vermez. Sürçtüğü, düştüğü zaman da bir Heraklit gibi imdadına koşar ve elinden tutar kaldırır. Kötü bir dost, fena bir arkadaş ise, yılandan daha kötüdür. İnsanın hem dünya hayatını hem de ahiret hayatını berbat eder.
Atalarımız: “Üzüm, üzüme baka baka kararır.” “Atı, atın yanına bağladın mı, ya huyundan ya da tüyünden alır”, derken, dost ve arkadaşın, insan üzerindeki tesirini anlatmak istiyorlardı.
Terbiyecilerde, çocukların, kötü arkadaş ve fena çevreden korunması hususunda hemen hemen ittifak halindedirler.
Bu itibarla, anne-baba ve terbiyeciler, çocuğun, sokaktaki oyun arkadaşlarından, beraber kaldığı dostlarına ahbaplarına kadar, bu ikinci muhiti, bizzat ayarlayıp, onun önüne koyma zorundadırlar. Aksine, çocuğun kendine göre seçeceği muhit ve dost dairesi, bütün bir hayat boyu yuvanın da toplumun da huzursuzluk kaynağı olma ihtimali vardır.
Kaynak: Sızıntı, Ocak 1982, Sayı 36.