İçindekiler
Daha önceki yazılarımızda evrimin bilimsel ve felsefi yönü üzerinde durmaya çalıştık. Fakat bir ilahiyatçı olarak bizi ilgilendiren asıl konu, Kur’ân ve Sünnet’in canlı varlıkların yaratılışlarıyla ilgili nasıl bir izah getirdiği, evrim teorisinin lehinde veya aleyhinde bir kanıt içerip içermediğidir. Ne var ki bilimsel ve felsefi yönü irdelenmeden doğrudan dinden hareketle evrim teorisini ele almanın ve ona dair bir kısım itirazlar yöneltmenin çok ciddi handikapları vardır. Böyle bir yaklaşım, özellikle evrimi, kanıtlanmış bilimsel bir gerçek olarak gören insanlar nazarında din-bilim çatışmasını akla getirmekte ve onları bu ikisi arasında bir tercihe zorlamaktadır.
Daha da önemlisi, evrim teorisi hakkında yeterli bilgisi olmayan bazı ilahiyatçılar, evrime karşı çıkacağım diye bilim dünyasında varlığı kesin olarak ispatlanmış yasa ve olguları reddedebiliyorlar ki bu da onların makul açıklamalarını ve yerinde tespitlerini dahi değersiz hâle getiriyor. Bazıları da Batılı akademik çevrelerde evrimin elde ettiği prestijli konuma bakarak, onun kanıtlanmış bir bilimsel hakikat olduğunu zannediyor ve kendi akıllarınca din-bilim çatışmasına sebep olmamak için oldukça tekellüflü tevillerle naslardan evrim teorisi çıkarmaya çalışıyorlar. Siyak-sibak bütünlüğü içerisinde Kur’ân’ın ne söylediğini anlamaya gayret etmek yerine, keyfî ve indî yorumlarıyla âyetlerin manasını zihinlerindeki hazır şablonlara uyduruyorlar.
Aşağıda yapacağımız detaylı izahlarda da açıkça görüleceği üzere Kur’ân ve Sünnet’ten evrim teorisi çıkarmanın imkân ve ihtimali yoktur. Kur’ân, pek çok âyet-i kerimede bir taraftan bütün safhalarıyla yaratmanın istisnasız ancak Allah’a mahsus bir fiil olduğunu vurgulayarak sebep ve tesadüflerin tesirini reddederken, diğer yandan da konu etrafındaki detaylı açıklamalarıyla evrim teorisinin iddialarının doğru olmadığını net olarak ortaya koymaktadır.
Doğrudan konuya girmeden evvel bazı hususları açıklığa kavuşturmak istiyoruz.
Din ve bilim birbiriyle çatışır mı?
Kur’an ve Sünnet perspektifinden bakan bir mü’min açısından din ile bilimin, ilgilendikleri alanların hiçbir noktasında çatışma yaşaması söz konusu olamaz. Çünkü bilimin çalışma alanı olan kâinat kitabı ile dinin temel dayanağı olan Kur’ân’ın her ikisi de Allah’ın âyetlerini ihtiva eder. Dini oluşturan teşrii emirler Allah’ın kelam sıfatından gelirken, bilimlerin çalışma sahası olan tekvini emirler de O’nun ilim ve kudret sıfatlarından gelir. Kur’ân’ı gönderen de, kâinatı yaratan da Allah olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen bu iki gerçeklik nasıl olur da birbiriyle çatışır?
Eğer bir çatışma varsa, burada iki ihtimal vardır: Ya Kur’ân âyetleri ya da tekvinî emirler yanlış anlaşılıyordur. Yani bu, gerçek bir çatışma değil; bizim algı ve anlayışımıza bağlı olan zahiri bir çatışmadır. Bu durumda yapılması gereken dinî ve bilimsel bilginin bir kere daha gözden geçirilmesidir. Fakat din ile bilimin arasını uzlaştırma düşüncesiyle dinin ruhuna dokunmamaya, âyetleri tahrif sayılabilecek tekellüflü yorumlara başvurmamaya ve bilimi dine koltuk değneği yapmamaya dikkat edilmelidir.
Özellikle müteşabih denilen ve manası kısmen veya tamamen kapalı ve belirsiz olan âyetler yorumlanırken kesin yargılardan ve iddialı ifadelerden uzak durulmalıdır. Âyetlerin genişliği daraltılmamalı, bir yorum ortaya konulurken bunun muhtemel yorumlardan sadece biri olabileceği mutlaka belirtilmelidir. Âyetlerin bilimsel tefsiri yapılırken her zaman ihtiyatlı bir dil tercih edilmeli, ileriki bir zamanda bilimsel görüşün değişebileceği hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır. Yoksa bilimsel gelişmeler esas alınarak âyetler buna göre tevil ve tefsir edilirse, bilimsel teorilerin değişmesi karşısında âyetlerin sıhhatinin sorgulamasına kapı aralanmış olur.
Allah’tan gelen vahyin sıhhatine kesin olarak iman eden bir mü’minin, bilimsel gelişmelerden korkmasına veya bilimin dini zayıflatacağından endişe etmesine gerek yoktur. Çünkü, “İleride onlara âyetlerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur’ân’ın Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak.” (Fussılet sûresi, 41/53) âyetinin de işaret ettiği üzere bilim ilerledikçe Kur’ân daha iyi anlaşılacak, bilim ulaştığı her burçta ilahî beyanın dalgalandığını müşahede edecektir.
Bir Müslüman için okumak, araştırmak, bilim yapmak korkulması değil, teşvik edilmesi gereken meselelerdir. Zira bunlar bütünüyle dinden bağımsız faaliyetler olarak görülemez. Çünkü Allah’ın teşri âyetlerini okuyup anlamak bir mü’minin vazifesi olduğu gibi, tekvini âyetlerini araştırma, anlamaya çalışma ve onlardan insanlık adına faydalı ürünler devşirme de onun sorumlulukları cümlesindendir. Pek çok Kur’ân âyetinin mü’minlere, kâinat kitabı üzerinde tefekkürde bulunmayı emretmesi ve sürekli akletmeyi teşvik etmesi de bunu gösterir. Mesela bir âyette şöyle buyrulur: “Dünyayı gezin dolaşın da Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın.” (Ankebût sûresi, 29/20)
Bunun yanında Kur’ân’ın, bilenlerin bilmeyenlerden üstün olacağına işaret etmesi (Zümer sûresi, 39/9), Allah’tan en çok âlimlerin korkacağını beyan buyurması (Fâtır sûresi, 35/28), Allah’tan ilim talep etmeyi (Tâhâ sûresi, 20/114) ve bilmediğimiz konuları bilenlere sormayı tavsiye etmesi (Nahl sûresi, 16/43), savaşa çıkılırken dahi bir grubun ilim öğrenmek üzere geride kalmasını emretmesi ve Allah’ın iman edenlerle ilim sahiplerinin derecelerini yükselteceğini bildirmesi de (Tevbe Sûresi, 9/122) ilme, öğrenmeye, araştırmaya verdiği önemi gösterir.
Aynı şekilde yüzlerce hadis-i şerifte de yoğun olarak ilim üzerinde durulur ve mü’minler buna teşvik edilir. Misal olması açısından şunları zikredebiliriz: “Âlimin âbide olan üstünlüğü, Benim, ümmetimin en alt seviyedeki bir ferdine olan üstünlüğüm gibidir.” (Tirmizî, İlim 19) “Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye Cennet’in yolunu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikr 39) “Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim 1) “İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlim 2)
Bu sebepledir ki mü’min ilimden korkmaz, cehaletten medet ummaz; tam tersine bir hadiste ifade buyrulduğu üzere ölünceye kadar ömrünü ilim yolunda geçirir. Bir taraftan vahiy bilgisini elde etmeye, diğer yandan da varlık kitabını okumaya çalışır. Zira o bilir ki bu iki kitap birbirini şerh eder.
Dolayısıyla din ile bilim arasındaki ilişki ne bazılarının zannettiği üzere çelişkidir (conflict) ne de bağımsızlık (independence); bilakis uyumdur (consistence). Aynı kaynaktan gelen teşri ve tekvini âyetlerin birbiriyle çatışacağını veya birbirinden tamamıyla bağımsız iki gerçeklik alanı oluşturacağını düşünmek makul değildir. İşin doğrusu bunlar arasında uyum ve birlikteliğin olduğunu ifade etmektir. Hatta uyumun da ötesinde bu iki disiplinin birbirini desteklediğini ve tamamladığını söylemek daha doğru olacaktır.
Din ile bilimin arasını uzlaştırma adına önemli çabalarıyla bilinen İbn Rüşd de hikmet (felsefe ve bilim) ile dini iki samimi arkadaş ve sütkardeş olarak tanımlamıştır. (İbn Rüşd, Fasulü’l-makâl, s. 30) Bediüzzaman’ın şu ifadeleri de din-bilim arasında çatışma olamayacağını anlatır: “Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir. Hâlbuki İslâmiyet, bilimlerin seyyid ve mürşidi, ulûm-u hakikiyenin de reis ve pederidir.” (Bediüzzaman, Muhakemat, s. 5)
Din ve bilimin birbirini tamamladığı yönündeki ifadeye özellikle dikkat edilmelidir. Zira daha önceki yazılarda da kısaca temas edildiği üzere, insan hayatında bilimin elinin uzanmadığı, onun ilgi sahasına girmeyen, dahası çözüm getiremeyeceği alanlar vardır. Bilim, bizim nasıl yaşamamız gerektiği konusunda yönlendirmede bulunamaz. Nereden gelip nereye gittiğimizi söyleyemez. Hayatın anlamı ve varoluş gayemize yönelik izahlar yapamaz. Ahlâk ve faziletin kaynağını açıklayamadığı gibi, niçin ahlâklı olmamız gerektiği konusunda da bir gerekçe sunamaz.
Bilakis onun vazifesi, tekvini emirleri okumak, varlığın sırlarını çözmek, tabiata hâkim olan yasaları bulup çıkarmaktır. Fakat bilimsel araştırmalarla elde edilen verilerin doğru yorumlanması ve onlardan doğru neticeler çıkarılması konusunda da yine dinî bakış açısına ihtiyaç vardır. Zira insan, varlık ve Allah arasındaki ilişki yerli yerine konulmayınca, bilimsel bulguların isabetli yorumlanması çok zordur. Bu ilişki ve dengenin nasıl kurulacağını bize öğreten yegâne hakikat ise vahiy bilgisidir.
Aynı şekilde hangi maksatla bilim yapacağımızı, teknolojiyi nasıl ve nerede kullanacağımızı da bilim bize öğretmez, öğretemez. Günümüzde de bu gibi konularda bilim adamlarının tercihlerini belirleyen bilimin bizzat kendisi değildir; bilakis felsefe, ideoloji ve hayat görüşleridir. Dolayısıyla bir dine inanmak ve bir Yaratıcının varlığını kabul etmek hiçbir şekilde bilimsel araştırmalardan vazgeçmek anlamına gelmez; bilakis onlara yön verir, anlam katar, motivasyon sağlar.
Rousseau’nun sorduğu şu sorular gerçekten üzerinde düşünmeye değerdir: “Bilimsel araştırmalarda ne tehlikeler, ne çıkmaz yollar vardır! Hakikate ulaşmak için, ondan gelecek hayırdan bin kere daha zararlı nice hatalardan geçmek lazım gelir! Bu işte zararlı olduğumuz meydanda. Çünkü yanlış, sonsuz şekillere girebilir; doğru ise yalnız bir türlü olur. Zaten hakikati gerçekten ve yürekten arayan nerede? En iyi niyetlerle yola çıksak bile, bulduğumuz şeyin doğru olduğundan nasıl emin olabiliriz? Bütün bu karışık duygularımız arasında, doğruyu kestirecek olan kriter ne olacak? İşimiz rast gidip sonunda hakikati bulsak bile onu hayır yolunda kullanmasını bilecek miyiz?” (Rousseau, İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk, s. 28-29)
Kısacası, doğayı, hayatı, canlı varlıkları anlama ve anlamlandırma çabası tek başına bilimin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Burada mutlaka teolojik açıklamalara ihtiyaç vardır. Bilim kendi yöntemi, yasaları ve disiplinleriyle tabiatı didik didik etmeli, canlı ve cansız varlıkların dilini çözme adına bütün imkânlarını kullanmalı fakat insan, varlık ve Allah hakkında bütüncül açıklamalar ortaya koymak için vahiy bilgisinden istifade etmesini bilmelidir.
Öte yandan Batılıların gördükleri veya vehmettikleri çatışmanın din ile bilim arasında değil; din ile pozitivizm ve materyalizm arasında cereyan ettiğini de vurgulamak gerekir. Günümüzde yaşanan problemin asıl sebebi, modern bilimin materyalist felsefeyle pozitivist yöntem üzerinde gelişmesi ve bütün çalışmalarını bu bakış açısıyla sürdürülmesidir. Ne var ki bu, bilimin bizatihi kendisi olarak görülemez, sadece onun farklı tezahürlerinden biridir. Nitekim günümüzde cılız da olsa inançlı bilim adamları tarafından alternatif yöntemler, araştırmalar, değerlendirmeler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Evrim teorisinin din-bilim çatışması ekseninde götürülmesinin sebebi de, bilimin onu desteklemesine rağmen dinlerin reddettiğinin iddia edilmesidir. İşte burada öncelikle “Hangi bilim?” sorusunu sormak, arkasından da evrimin gerçekten bilimsel delillerinin bulunup bulunmadığını araştırmak önem arz ediyor. Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere evrim hiç de güçlü kanıtlarla ispatlanmış bilimsel bir gerçek değildir. Dolayısıyla dinin, evrim teorisiyle çatışması, bilimle çatışması demek değildir. Evrimle bilimi özdeşleştirmek bir önyargının ve varsayımın sonucudur. Daha sonra ele alacağımız konular okunurken bu hususun hiçbir zaman akıldan çıkarılmaması gerekir.
Dinî inanç bilimsel çalışmanın önünde engel midir?
Bazılarının zannettiğinin aksine bir insanın Allah’a inanması, bütün varlığın onun tarafından yaratıldığını düşünmesi hiçbir şekilde bilimsel çalışmaların önünde engel oluşturmaz. Bazılarını böyle yanlış bir kanaate sevk eden en önemli sebep, Hıristiyan Ortaçağ’da Kilise babaları ile bilim adamları arasında yaşanan gerginlik ve çatışmadır. Ne var ki bunun sebebi din değildir. Bunun birinci sebebi, İncil’in ve Hristiyanlığın tahrif edilmiş ve aslından uzaklaştırılmış olması, ikinci sebebi de dinî, siyasi ve iktisadi gücü ele geçiren Kilise’nin halka karşı baskı kurması, dini yorumlamada taassup göstermesi, akıl ve bilime karşı düşmanca tavır alması gibi farklı şekillerde tezahür eden yanlış tutumlarıdır.
Ateist bilim adamları, Allah’ı kabul etmenin ve her şeyi O’nun yarattığına inanmanın bilimin gerilemesine ve hatta ölümüne sebep olmasından korkarlar. Kendi tarihî tecrübeleri açısından bütünüyle haksız da sayılmazlar. Çünkü onların bilimsel devrimlerinin altında yatan faktörlerden biri de Kilise karşısında kazandıkları zaferdir. Fakat İslâm tarihinde yaşanan tecrübeler açısından meseleye baktığımızda söz konusu endişe ve korkuların ne kadar yersiz olduğunu net olarak görebiliriz. Çünkü İslâm dünyasında din ile bilimin gelişmesi hep birbirine paralel bir şekilde gerçekleşmiştir. En güçlü İslâm âlimleri ile en güçlü bilim adamları aynı dönemde yetişmiştir.
İslâm’ın ilk beş asrına bakıldığında bir taraftan fıkıh, hadis, tefsir ve akaid gibi dinî ilimlerde devasa kametlerin yetiştiği ve ölümsüz eserlerin kaleme alındığı; diğer yandan da matematik, tıp, astronomi ve coğrafya gibi farklı bilimsel disiplinlerde baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı ve keşiflerin yapıldığı görülür. Yani İslâm’ın özellikle üçüncü, dördüncü ve beşinci asırlarında dinî ve pozitif bilimlerde gözlemlenen olağanüstü canlılık ve dinamizm dinin, bilimsel çalışmalar önünde engel olabileceği şeklindeki iddialara verilmiş en büyük cevaptır.
Aslında son birkaç yüzyılı istisna edecek olursak, Batı’da yetişen en meşhur ilim adamları da, dindarlığı ve Allah’a imanı hiçbir şekilde bilimin önünde engel olarak görmemişlerdir. Zira Francis Bacon, Galileo, Kepler, Kopernik, Pascal, Boyle, Newton, Mendel, Pasteur, Kelvin, Decartes, Kant gibi en meşhur ilim adamları hep dindar Hristiyanlar arasından çıkmıştır.
Kilisenin tasallut ve baskıları neticesinde bilim adamlarıyla Kilise babaları arasında yaşanan çatışmalar ayrı bir mevzudur. Fakat bu bilim adamlarının hiçbir zaman Allah inancıyla ve metafizik kabullerle bir problemleri olmamıştır. İnançları, bilimsel araştırma yapmalarının önünde bir engel oluşturmamıştır. Engel olma bir yana, imanları onlar için teşvik edici bir güç ve ilham kaynağı olmuştur. Bunlar bir taraftan bilimsel çalışmalarına devam ederken, diğer yandan da imanın ispatı, önemi ve gücü üzerinde durmuşlardır. Hatta bilimin verilerini imanî bakış açısıyla yorumlamış, bunları imanı ispat adına kullanmışlardır. İmanlarını açığa vurmaktan hiçbir zaman utanmamış, korkmamışlardır.
Mesela Bacon’un din-bilim ilişkisine bakışı şudur: “Tanrı bize kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kâinat kitabı ve Kutsal Kitap. Kim tam anlamıyla yetişmiş olmak istiyorsa bu iki kitaba birlikte çalışmalıdır.” Kepler ise motivasyon kaynağını şöyle izah etmiştir: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu aklî düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.” (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 27)
Dinî inançların ve metafizik düşüncelerin, bilimsel çalışmalara engel olması bir yana onları motive edici bir etkisinin olduğunu ve onlara anlam kazandırdığını ifade etmiştik. Bunun yanında imanın diğer önemli bir faydası da bilim adamlarını hapsoldukları fizikî dünyanın dar kalıplarından kurtararak onların önüne çok daha geniş bir dünya açmasıdır. Dahası, onları sabit fikirlerden ve dar görüşlerden kurtardığını da söyleyebiliriz.
Öte yandan materyalist bakış açısının bir neticesi olarak hiçbir plan ve gayenin bulunmadığı, maddenin ve tesadüflerin bir ürünü olarak görülen varlık âlemini incelemektense, müthiş bir düzen ve ince bir tasarımın bulunduğu düşünülen varlığı incelemek çok daha kolay olacak ve bilim adamlarını çok daha tutarlı, mantıklı ve verimli neticelere ulaştıracaktır.
Varlığı, mutlak bir ilim, irade ve kudret sahibi bir Yaratıcının eseri olarak kabul eden ve bu gözle inceleyen bilim adamlarının gördükleri ve bulduklarıyla, onu şuursuz maddenin ve kör tesadüflerin ürünü olarak kabul eden bilim adamlarının elde ettikleri arasında muazzam farklar olacaktır. Selimiye Camiini tabiatın bir eseri olarak kabul edip inceleyen bir sanatçıyla, onun Mimar Sinan’ın eseri olduğunu kabul edip inceleyen bir sanatçının ulaşacakları sonuçlar ve yorumlar aynı olamaz.
Asıl hedefleri hakikati araştırmak ve bulmak olan bilim adamlarının çalışmalarını sadece tabiat içinde kalarak sürdürmek zorunda olduklarını düşünmeleri ve kendilerini maddeyle sınırlamaları, daha baştan hakikate indirilmiş büyük bir darbedir. Çünkü hakikat, maddeyle sınırlandırılamayacak kadar engindir, geniştir. Fizikî dünyanın içinde kalarak gerçeklerin doğru ve bütüncül bir resmini çizebilmek mümkün değildir. Materyalistik ve mekanistik izahların ulaşabileceği bir sınır vardır. Bilim felsefecisi Stephen Meyer’in ifadesiyle söyleyecek olursak, bilim adamının vazifesi en iyi natüralistik izahın peşinde olmak değil, aksine en iyi izahın peşinde olmaktır. (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 330)
Son olarak insanın fıtratı icabı sürekli bir anlam ve manevi tatmin arayışında olduğunu hatırlatmak gerekir. Son asırda dinin toplumdaki gücünü önemli ölçüde yitirmesiyle seküler ideolojiler ve izm’ler bu ihtiyacı karşılamak için alternatif olarak sunuldu. Hatta bilimin kendisi seküler bir din veya kutsal bir dogma hâline getirildi. Fakat böyle bir tablo, insanlık açısından hiç de güzel neticeler ortaya çıkarmadı. Başıboş, gayesiz, ümitsiz ve yapayalnız kalmış fertlerden oluşan ruhsuz toplumlar meydana getirdi.
Evrimin dini ilgilendiren bir yönü var mıdır?
Bazı araştırmacılar evrim teorisinin bilimsel bir mesele olduğu gerekçesiyle ilahiyatçıların bu alanda konuşmasının doğru olmadığını, bunun faydadan çok zarar getireceğini ileri sürer. Böyle bir yaklaşım kısmen doğru olsa da bunun eksik ve yanlış yönleri vardır. Doğru olan yönü şudur: Gerçekten de evrim adı altında ele alınan meselelerin büyük çoğunluğu biyoloji, biyokimya, genetik, paleontoloji gibi disiplinleri ilgilendiren bilimsel meselelerdir. Bilimin diliyle ve bilimsel argümanlarla konuşan bilim adamlarının karşısına dinle çıkmanın, âyet ve hadislerle cevap vermeye çalışmanın usulen çok yanlış, strateji açısından da çok riskli bir hareket tarzı olduğunu ifade etmek gerekir.
İlahiyatçıların bu alanda konuşmalarının faydadan çok zarar getireceği meselesi de görecelidir. Birçok televizyon programında müşahede edildiği üzere gerçekten de konuşacakları mevzuun üzerine oturduğu bilimsel çerçeveden habersiz olan ilahiyatçılar, yorum, itiraz ve eleştirileriyle din-bilim çatışmasını körükleyebiliyor, daha da kötüsü çoklarının dinden soğumasına sebep olabiliyor. Fakat konu etrafında yapılan bilgili ve bilinçli konuşmalar için aynı şeyi söyleyemeyiz.
Evrimin, dini ilgilendirip ilgilendirmemesine gelince şunu söyleyebiliriz ki evrim teorisinin iddialarının önemli bir kısmı doğrudan dini de ilgilendirir. Çünkü bunların önemli bir kısmı hayatla, yaratmayla ve insanla ilgilidir. Yeryüzünde canlılığın tesadüfen başladığı, günümüzdeki canlı organizmaların tabiat dışı hiçbir müdahale olmaksızın bazı mekanizmalarla kendi kendine çoğaldığı ve çeşitlendiği, insanın maymunsu canlılardan geldiği gibi iddialar tabii ki de doğrudan dinin alanına girer. Daha da önemlisi bu tür izahlar dinin üzerinde durduğu en temel ilkelerle ters düştüğü ve evrim teorisi pek çok bilim adamı tarafından dinin alternatifi gibi takdim edildiği için, mutlaka dinden hareketle makul ve mukni cevapların verilmesi ve zihinlerdeki şüphelerin giderilmesi gerekir.
Bu konudaki bazı araştırmacılar da İslâm’ın evrim karşısında nötr bir tavır takındığını, evrimi ne reddettiğini ne de kabul ettiğini ifade ederler. Prof. Dr. Caner Taslaman’ın şu ifadeleri bu yaklaşımın güzel bir özetini sunar: “Canlıların ve insanın, evrim süreciyle veya birbirlerinden bağımsız olarak (evrimsiz) oluştuğu iddialarının hiçbiri İslâm ile çelişmez. Çünkü Kur’ân, Allah’ın canlı türlerini ve insanı yarattığını açıkça beyan etmiş olmasına karşın bu yaratmanın nasıl olduğunu anlatmamıştır. Bu yüzden ‘bir Müslüman evrimci olabilir’ ama bu iddia ‘bir Müslüman evrimci olmak zorundadır’ anlamını taşımaz.” (Taslaman, Bir Müslüman Evrimci Olabilir mi, s. 41)
Şu izah şeklinde de benzer bir yaklaşım dile getirilir: “Bir yandan İslâm ile diğer öğretiler arasında, bir yandan da İslâm ile biyolojik evrim arasında herhangi bir uyuşmazlık görülemez. İslâm, evrimi savunmadığı gibi, onu eleştirmez de. Kutsal kitapta, evrim veya onunla çatışacak alternatif bir süreç için açık bir değini yoktur. Aynı şekilde, evrimsel biyoloji de İslâmî inançları doğrulayan ya da onlarla çatışan bir şey ortaya koymaz veya Müslümanları çetrefilli teolojik sorunlara sevk etmez. Evrimin bilimsel olarak doğru olup olmamasının -veya evrim hakkındaki bir teorinin geçerli olup olmamasının- şu veya bu şekilde Müslümanın inancıyla ilgisi yoktur.” (Recep Alpyağ, Evrim ve Tasarım, s. 147)
Evrim ve din arasındaki gerilimi düşürme ve yaşanan çatışmaları hafifletme adına bu tür yaklaşımların nisbî bir faydası olsa da, Kur’ân ve Sünnet’in yaratılışla ilgili ortaya koyduğu izahlar açısından meseleye bakıldığında, bu tür tespitlere katılmanın hiç de kolay olmadığı görülür. Daha sonra bu konuyu âyet ve hadislerden getireceğimiz delillerle geniş olarak izah edeceğimiz için şimdilik buna girmiyoruz.
Son olarak bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Evrim hakkında konuşan din âlimlerinin kendi alanlarının dışına çıkmaları ve bilimsel konularda ahkâm kesmeleri ne kadar yanlışsa, evrimi savunan bilim adamlarının hiçbir somut ve ikna edici kanıt olmaksızın spekülasyona dayalı bilgilerle ve vahyi anlama metodolojisinden habersiz olarak ilk yaratılış ve türlerin ortaya çıkışı hakkında din namına kesin ve net hükümler vermeleri de en az bu kadar yanlıştır. Zira pozitif bilimde yöntem olduğu gibi nasları anlamada da bir yöntem vardır.
Evrim, Din için bir tehdit midir?
Hem evrim teorisinin temel iddiaları ve savunusu, hem büyük çoğunluğu itibarıyla evrimci bilim adamlarının dine karşı takındığı düşmanca tavır, hem de bir buçuk asırdır yaşanan acı tecrübeler açısından bu soruya yaklaşacak olursak, cevabı tahmin etmek hiç de güç olmayacaktır. Marx ve Engels’in evrim teorisini ideolojik amaçlarına alet etmeleri, Batılı biyologların önemli bir kesiminin ateist olması, bilimsel ahlâkla açıklanamayacak ölçüde evrimde ısrar edilmesi, evrim teorisi yüzünden çoklarının ateizme kayması, evrimci izahların ateist argümanların temelini oluşturması gibi olaylar bir tesadüf olarak görülemez.
Pek çok Darwinci de evrim teorisinin din karşıtı oluşunu, dine alternatif bir açıklama ortaya koyduğunu ve hatta dine büyük bir darbe indirdiğini hiç çekinmeden ifade etmişlerdir. Mesela en önce gelen ateist evrimcilerden biri olan Richard Dawkins’e göre, ateistlerin kendi tezlerini rasyonel ve entelektüel bir şekilde ortaya koyabilmelerinin dayanaklarını Darwin sağlamıştır. (Dawkins, The Blind Watchmaker, s. 6). Ona göre insanın varoluşu ve anlam arayışıyla ilgili derin soru ve sorgulamalara, bâtıl inançlara (yani dinlere) başvurmadan tutarlı ve inandırıcı cevaplar verebilmeyi mümkün hâle getiren kişi de Darwin’dir. (Dawkins, The Selfish Gene, s. 1)
Amerikalı felsefeci Daniel Dennet’in şu tespitleri de evrimin din üzerindeki yıkıcı tesirine işaret eder: “Darvinci teori, bilimsel bir teoridir ve gerçekten harikadır. Fakat mesele bu kadar basit değildir. Evrime şiddetle karşı çıkan yaratılışçılar bir konuda haklılar: Darwin’in tehlikeli fikri, en temel inançlarımızın dokusunu, birçok sofistike savunucunun henüz kendilerine bile itiraf edemedikleri bir şekilde çok daha derinden bozuyor.” (Dennet, Darwin’s Dangerous Idea, s. 18)
Darwinizm tarihinin öncülerinden William Provine’nin şu sözleri de aynı gerçeğin farklı bir ifadesidir: “Evrimsel biyolojinin yıkıcı sonuçları, örgütlü dinin varsayımlarının çok ötesine geçerek, insanların çoğunluğu tarafından kabul edilen ve biyolojik evrenin, insan ahlâkının ve biyolojik organizmaların görünür düzeninden sorumlu olan çok daha derin ve yaygın bir inanca etki eder.” (Robert T. Pennock, Intelligent Design Creationism and Its Critics, s. 69)
Kaliforniya Üniversitesi’nde ekoloji ve evrimsel biyoloji profesörü olan Michael R. Rose da, Darwin’in ortaya koyduğu evrim teorisinin din üzerindeki etkisini şu sözleriyle açıklamıştır: “Charles Darwin’in fikirleri, pek çok kişiyi, tüm canlıları Tanrı’ın yaratmadığına, bunun yerine canlı düzenin oluşumunun kör ve maddî nedensellik ilkesiyle açıklanacağına ikna etti. Genel halk için asıl önemli olan, (Darwin’den sonra) kendi türümüzün kökeninin de materyalist terimlerle açıklanabileceğinin kabul edilmesidir. Bu fikirler, birçok inanç krizine ve bazı dindarların Darwin’i yermesine yol açtı. Darwin’in kendisi de bir ateist olduğu için, Newton’dan farklı olarak, Batı Hıristiyan âleminin tüm yerleşik düzenine karşı çıktı. Neticede Darwin’in çalışması, Hıristiyanlığın, Batı’nın bilim düşüncesinin merkezinden kalkmasına yol açtı.” (Rose, Darwin’s Spectre, s. 203)
Bugüne kadar evrim teorisinin İslâm dünyasında karşılaştığı sert tepkinin sebebi de onun dinsizliğin savunusu gibi algılanmasıdır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşayan ulemanın onun hakkındaki kanaatini şu cümle güzel özetler: “Darvinizm muhit-i İslâmiyette dinsizliğe doğru atılmış bir hatve, ilk ve geniş bir hatvedir.” (Reşat Macit, “Subhi Edhem’in Darwinizm Kitabı”, Tasarım ve Evrim, s. 453)
Bu açıdan evrimi tamamıyla bilimsel bir mesele olarak gören veya dinle arasını uzlaştırmaya çalışan ya da İslâm’dan ve İslâm tarihinden hareketle evrime dinî temeller arayan bilim adamlarının yaklaşımları her ne kadar iyi niyetli olsa da ilmi, mantıki ve realist değildir. Onların Darwinizm hakkındaki sübjektif kanaatleri gerçeği değiştirmeye yetmez. Neticede bir buçuk asırdır ortaya konulan ciddi bir literatür ve birikim vardır. Darwinizm denildiğinde herkesin zihninde canlanan tanımlar, izahlar, mekanizmalar ve sonuçlar vardır.
Nancy Pearcey, evrim düşüncesinin dinî inanışlarla mezcedilmesinin imkânsızlığını, “Ya Tanrı inancına ya da doğal seleksiyona sahip olabilirsiniz ama ikisine birden asla” sözüyle ifade etmiştir. Evrimci biyolog Ernst Mayr da, Darwinizmin gerçek özünün doğal seleksiyona dayandığını, bunun da ‘ilâhi müdahaleyle’ değil ancak doğal araçlarla gerçekleştiğini vurgulamıştır. (Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 34-35)
Peki, evrim düşüncesini din açısından bu ölçüde tehlikeli kılan nedir? Çünkü evrim, kâinatın veya canlı varlıkların ortaya çıkışında hiçbir şekilde yaratmaya, tasarıma, hikmetli ve şuurluca yaratılışa yer vermez. Her tür teolojik ve metafizik izahı itina ile teorisinin dışına iter. İdeolojiye dönüşen Darwinizmin tüm çabası ve hedefi, ilahî bir güce gerek kalmadan tabiatın kendi kendini yarattığını göstermekten ibarettir. Dolayısıyla ateizm, evrim teorisinin mantıksal, hatta zorunlu bir sonucudur. Evrim teorisini tabulaştıran ve ne pahasına olursa olsun savunan bilim adamlarının asıl ilgisi de onun bilimsel mahiyetinden ziyade, felsefi ve mantıksal sonuçlarına yöneliktir.
Evrimin sadece din değil, ahlâk açısından da önemli bir tehdit olduğu ifade edilmiştir. Çünkü canlılar dünyasına evrim açısından bakıldığında, insanın, ahlâklı olmak için hiçbir nedeni yoktur. Evrimciler, insanda var olan bütün ahlâkî davranışların kökenini hayvanlarda ararlar. Daha da kötüsü evrimin üzerine oturduğu doğal seleksiyonun işleyişi ve mantığı; fedakârlık, iyilik, yardımseverlik gibi ahlâkî değerlerin tam tersi neticelere işaret eder. “Doğal ayıklanma körü körüne ve amansız bir yarışmayla eşanlamlıdır: ‘İnsan, insanın kurdudur.’, doğadaki yaşam bir ‘gladyatör dövüşüdür.’ Böyle savlar izlenecek olursa, gerek doğal ayıklanmadan gerekse şansın hâkim olduğu ‘yansız’ bir evrimden, bir iyilikseverlik ve dostluk, hatta bir sevgi ahlâkının nasıl türeyebileceğini anlamak doğrusu güçtür.” (J. P. Cihangeux, P. Ricoeur, Neden Nasıl Düşünürüz, s. 173)
*Bu yazı tr724.com sayfasından alıntıdır.
Önceki Yazılar:
- Evrimin Makuliyeti (5. Yazı)
- Evrimin Bilimselliği ve Hakikatı (4. Yazı)
- Evrimin Açıklayamadığı Gerçekler (3. Yazı)
- Evrim Teorisinin Kanıtları (2. Yazı)
- Evrim Teorisinin Mekanizmaları (1. Yazı)