İçindekiler
Bu başlık altında öncelikle türleşmenin imkânını ele alacak ve tesadüflerin mahiyeti üzerinde duracağız. Sonrasında evrim teorisinin mekanizma ve kanıtlarının genel bir değerlendirmesini yapacak, evrimin bilimsel kriterleri ne ölçüde karşılayıp karşılamadığını ve evrim teorisinin ne ölçüde makul olduğunu masaya yatıracağız. Ardından da bilim adamlarının hiçbir bilimsel meselede olmadığı ölçüde evrim konusunda niye bu kadar ısrar ettikleri sorusuna cevap vermeye ve evrimin nasıl bu kadar taraftar bulduğunu anlamaya çalışacağız. Son olarak ise evrim teorisinin beşer hayatındaki psikolojik, sosyal ve siyasal yansımalarına kısaca temas edeceğiz.
1: MAKRO EVRİMİN (TÜRLEŞMENİN) İMKÂN(SIZLIĞ)I
Evrimin makro ve mikro olmak üzere ikili ayrıma tâbi tutulması uzun zaman önce Neo-Darwinizmin meşhur savunucularından biri olan Theodosius Dobzhansky tarafından literatüre dâhil edilmiştir. Daha önce de belirtildiği üzere evrimi savunanlarla ona karşı çıkanların anlaşamadığı temel tartışma noktası, makro evrim, yani türleşmedir. Türleşme ise bir türün uzun zaman dilimleri içerisinde geçirdiği değişimlerle yeni bir tür oluşturması demektir.
Darwin’in teorisinin asıl hedefi de mevcut türlerin nasıl meydana geldiğine dair bilimsel bir açıklama sunabilmektir. Şöyle de diyebiliriz: Darwin’in en büyük iddiası, hiçbir türün tek tek yaratılmadığı, bilakis tabii seleksiyon yoluyla daha önceleri yaşamış başka bir türden evrimleştiğidir. Darwin, bunun mücerret bir iddiadan ibaret kalmaması için bir taraftan evrimleşmenin mekanizması (doğal seleksiyon) olduğunu ileri sürmüş, diğer yandan da benzerlikler ve fosiller üzerinden bunu kanıtlamaya çalışmıştır.
Gerçi bazıları büyük morfolojik ve genetik değişimler anlamına gelen makro evrimin farklı çeşitlerinden bahseder ve türleşmenin bunlardan sadece biri olduğunu belirtirler. Dahası evrim hakkında böyle bir ayrım yapılmasına karşı çıkanlar da vardır. Onlar, gözlenmesi ve test edilmesi mümkün olmayan makro evrimi savunmanın zorluğunun farkında oldukları için, böyle bir ayrımın sonuçlarından korkarlar. İkisini tek bir torbaya doldurarak mikro evrim üzerinden verdikleri örneklerle her ikisini de kabul ettirmeye çalışırlar.
Fakat çoğu araştırmacı gibi biz de evrimi ikiye ayırarak ele alacak ve makro evrim ile türleşmeyi aynı anlamda kullanacağız. Çünkü böyle bir ayrım yapmadan sapla samanı birbirinden ayırmanın imkânı yoktur. Mikro evrim, gözlemlenebilen ve bilimsel olarak kanıtlanmış gerçeklere dayanırken, makro evrim spekülasyondan öte geçmeyen iddialardan ibarettir. Robber G. Wesson’un ifadesiyle “büyük evrimsel yeniliklerin” hiçbirisi gözlenemediği gibi, bunların şu anda devam edip etmediğine dair de hiçbir fikre sahip değiliz. Fosil kayıtları da bu konuda bize yardımcı olmaz. (Wesson, Beyond Natural Selection, s. 233)
John M. Smith ile Eörs Szathmary’ın şu ifadeleri de aynı tezi destekler: “Evrim geçiren nesillerin zaman içinde daha kompleks bir hâle gelmesi gerektiğini gösteren teorik bir gerekçe olmadığı gibi, bunun gerçekleştiğini gösteren ampirik bir delil de yoktur.” (“The Major Evolutionary Transitions”, Nature, volume: 374, 1995, s. 227)
Evrimcilerin mekanizma olarak ortaya koydukları mutasyon, doğal seleksiyon, adaptasyon, genetik sürüklenme gibi biyolojik prensipleri inkâr etmek mümkün olmasa da bunların meydana getirebileceği değişimler oldukça sınırlıdır. Doku, organ ve sistemlerindeki devasa yapı farklılıklarından ötürü balıkların sürüngenlere, sürüngenlerin memelilere, dinozorların kuşlara, omurgasızların omurgalılara dönüşmesi bu mekanizmaların üstesinden gelebileceği bir iş değildir.
Nitekim bu mekanizmaların yeni türler ortaya çıkarması şimdiye kadar tabiatta hiç gözlenmediği gibi; meyve sinekleri ve bakteriler üzerinde yapılan onca deneye ve ortaya konulan onca emeğe rağmen laboratuvar ortamında da böyle bir şeyin varlığı ispat edilememiştir. Uzun yıllar devam eden deneylerde bakteriler ve meyve sinekleri üzerinde bir kısım değişimler ortaya çıkmış olsa da asla yeni türler oluşmamıştır.
İki evrimci biyolog olan Lynn Margulis ile Dorion Sagan’ın Acquiring Genomes: A Theory of the Origins of Species isimli eserlerinde dile getirdikleri şu izahlar tam olarak bunu ifade eder: “Ne uzaklardaki Galapagos’ta, ne meyve sineklerinin laboratuvar kafeslerinde, ne de paleontologların (fosillerle) dopdolu çökelmiş kayaçlarında türleşme, şimdiye kadar hiçbir şekilde doğrudan gözlenmemiştir.” (s. 32)
Buna rağmen bazı evrimcilerin hâlâ yeni türlerin ortaya çıktığını iddia etmeleri gerçekten hayret vericidir. Onları böyle bir iddiaya sevk eden en önemli sebep ise türün tarifinde yaşanan ihtilaflardır. Bazıları türün üyelerinin, geçirdikleri değişimler neticesinde bir süre sonra birbiriyle çiftleşememeye başlamasını türleşme olarak görür. Ne var ki daha başkaları yeni bir tür olduğu iddia edilen canlıların yeni bir ırk olarak dahi görülemeyeceğini iddia eder. Meselenin teknik tartışmasını uzmanlarına bırakarak şunu söyleyebiliriz: Neticede bakteri yine bakteridir, meyve sineği de yine sinektir. Bunlar apayrı birer canlı çeşidine dönüşmemişlerdir.
Bu yüzden evrimcilerin türleşmenin olabileceği yönündeki iddiaları, delilsiz bir kıyasa ve varsayıma dayanır; bilimsel kanıtlara değil. Amerikalı genetikçi Richard Goldschmidt, The Material Basis of Evolution isimli eserini (Yale University Press) bütünüyle makro ve mikro evrim konusuna ayırmış ve girişte şunu söylemiştir: “Mikro evrimin gerçeklerinin makro evrimin anlaşılması için yeterli olmadığını göstermek, bu kitabın en önemli iddialarından biri olacaktır.” (s. 8) Goldschmidt, bu kitabında mikro evrimin, tür sınırlarının ötesine geçemeyeceğini, buradan yola çıkarak makro evrimin ispat edilemeyeceğini göstermiştir.
Bu konuda yapılmış diğer bir çalışmada ise şu bilgilere yer verilir: “Dürüst olmak gerekirse, türler içinde rastgele mutasyon ve doğal adaptasyonun meydana geldiğine ve bunların da gaga boyutu, deri pigmentasyonu veya antibiyotik direnci gibi alanlarda küçük değişikliklere yol açtığına yönelik ikna edici kanıtlar var. Bununla birlikte, güncel evrim verileri, bir balıktan amfibiye geçişi ikna edici bir şekilde desteklemiyor. Çünkü bu, yeni enzimlerin ortaya çıkması, protein ve organ sistemlerinin oluşumu, kromozom ve DNA yapılarının farklılaşması gibi geniş çaplı değişimleri gerektirir.
Deneyimler, trilyonlarca nesil boyunca dahi, organizmaya fayda verecek üst üste çok sayıda mutasyon gerektiren kompleks biyolojik özelliklerin, doğal seçilim ve rastgele mutasyonlarla ortaya çıkmadığını göstermiştir. Yeni genlerin gelişmesi çok zordur. Bakteriler başka türlere dönüşmez.” (Joseph A. Kuhn, “Dissecting Darwinism, Proc (Bayl Univ Med Cent). 2012 Jan; 25(1): 41–47)
Aslında evrimcilerin bütün problemi, pozitivizmin ve natüralizmin sınırları içinde kalarak yeryüzünde yaşayan milyonlarca canlı türünün kökeni hakkında açıklamalar yapmaya çalışmalarıdır. Şayet evrim teorisini kabul etmezlerse türlerin orijini problemi bilim açısından çözümsüz kalacaktır; daha doğrusu yaratma gerçeğini kabul etmekten başka alternatifleri kalmayacaktır. İşte bu alternatifsizliktir ki onları bilimsel verilerle gerçekliği ortaya konulamayan ve konulması da mümkün olmayan varsayımları kabul etmeye, yani mikro evrimden makro evrim çıkarmaya mecbur etmiştir.
Mesela Richard Dawkins, köpek cinslerinde meydana gelen farklılaşmayı anlattıktan sonra şöyle der: “Eğer bu kadar fazla sayıda evrimsel değişim sadece birkaç yüzyılda hatta on yılda elde edilebiliyorsa, on veya yüz milyon yılda nelerin elde edilebileceğini bir düşünsenize.” (Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 41) Ne var ki böyle bir mantıkla mikro evrimden makro evrim çıkarmak, boş bir şapkadan tavşan çıkarmaktan çok daha zordur.
Şimdiye kadar mevcut canlı türlerinden yeni türün ortaya çıktığı gözlemlenemediği ve test edilemediği için, evrimciler, melezleme ve kültürleme çalışmaları neticesinde ortaya çıkan tür içi çeşitlenmeyi abarta abarta anlatmayı çok severler. Ne var ki bunların hiçbirisi türleşmeyi gösteren örnekler değildir. Mesela şimdiye kadar köpekler üzerinde yoğun olarak yapılan ıslah çalışmaları neticesinde farklı fizyolojik özelliklere sahip çok farklı ırklar elde etmiş olsalar da bunların hiçbirisi köpeklikten çıkmamış, başka bir türe dönüşmemiştir.
Darwinistlerin evrimi ispatlama adına her fırsatta öne sürdükleri diğer bir örnek ise bakterilerdir. Onlar, yapılan deneyler neticesinde bakterilerin geçirdikleri değişimleri anlatmayı da çok severler. Fakat daha önce de ifade ettiğimiz üzere bakteriler ne kadar değişim geçirirse geçirsinler, farklı tür bir bakteriye dönüşmemişlerdir.
Bakteriyolog Alan H. Linton da, 150 yıllık bakteriyoloji bilimi boyunca bir bakteri türünün başka bir türe dönüştüğünü gösteren hiçbir kanıta rastlanmadığını belirtmiştir. Ona göre en küçük canlı formları olan tek hücreli bakterilerde bile türleşmeye rastlanmazken, çok daha kompleks yapılara sahip çok hücreli organizmalarda bunun varlığını ileri sürmenin bilimsel bir temeli olamaz. (Linton, “Scant Search fort the Maker”, The Times Higher Education Supplement (April 20, 2001), Book Section, 29)
Bu konuda Fred Hoyle şunları söyler: “Sağduyumuzun da söyleyeceği gibi, Darwin teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru değildir. Tavşanlar biraz farklı olan diğer tavşanlardan geliyorlar, ilkel bir çorba ya da patatesten değil. İlk olarak nerede ortaya çıktıkları ise hâlâ cevaplanmamış bir soru olarak öylece duruyor, evrensel çaptaki diğer pek çok soru gibi.” (Hoyle, The Mathematics of Evolution, s. 9)
Son olarak şunu belirtmek gerekir ki bazı araştırmacılar “evrim” lafzındaki muğlaklıktan ve konu etrafındaki tartışmalardan kurtulmak için mikro evrim yerine daha başka kavramlar teklif ederler ki bu oldukça yerinde bir yaklaşımdır. Yani onlara göre bir türün üyeleri arasında ortaya çıkan farklı varyasyonlar veya üyelerinde gözlemlenen fiziksel ve anatomik değişimleri “evrim” olarak isimlendirmekten uzak durulmalı, bunun yerine yeni kavram ve ıstılahlar üretilmelidir.
2: TESADÜFLER CANLI VARLIKLARI ORTAYA ÇIKARABİLİR Mİ?
Evrimi savunan bilim adamları şans, ihtimal ve tesadüf gibi kavramları teorilerinin içine ustaca gizlemiş olsalar da, bunların gerçekte neye tekabül ettiği üzerinde çok fazla durmazlar. Onlara göre big-bang patlamasından bugüne gelinceye kadar her şey tesadüfen oluşmuştur. Samanyolu galaksisinin ve Güneş sisteminin şekli, konumu ve yapısı, Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığı, kendi etrafındaki ve yörüngesindeki dönüş hızı, eğimi, Ay’ın uzaklık ve çekim gücü, atmosferdeki gazların oranları, ozon tabakasının, topraktaki minarellerin, bulutların, suyun, bitkilerin oluşumu vs. hepsi kör bir tesadüften başka bir şey değildir.
Onlara göre uzay cisimleri arasındaki oldukça hassas ayarlandıklarında şüphe olmayan dengeler, mesafeler, etkiler, çekim güçleri sadece birer rastlantıdır. Aynı şekilde yerküremizin uzaydaki müstesna konumu, ekosistemi, tabiatı, besin zinciri de tesadüflerin eseri olarak ortaya çıkmıştır.
Yeryüzünde uygun şartlar oluştuktan sonra evrimcilere göre ilk canlı varlığın ortaya çıkışının da bütünüyle tesadüfi bir hâdise olduğunda şüphe yoktur. Aynı şekilde şimdiye kadar yaşamış olan bütün canlı türlerini ortaya çıkardığı iddia edilen mutasyon ve doğal seleksiyon gibi evrim mekanizmalarının temelinde de rastlantılar/tesadüfler vardır.
Her ne kadar bu mekanizmalar tabiat yasaları veya biyoloji prensipleri olarak görülse de, bu yasa ve prensiplerin canlı organizmalar üzerindeki etkileri tesadüfidir. Çünkü zekâ ve şuurdan yoksun olan bu mekanizmaların, bir canlıyı neye dönüştürmek istedikleri yönünde bir plan ve hedefleri söz konusu olamaz. Dolayısıyla buradaki tesadüften kastımız, canlılarda ortaya çıkacak değişikliklerin keyfiyet ve yönünün belirsizliğidir.
Bilim adamları, illiyet bağını bilemedikleri her olayı rastgelelik olarak isimlendirir ve bunun farklı çeşitleri üzerinde dururlar. Evrimleşmedeki rastgeleliğin de yaygın olarak bilinenden farklı olduğunu iddia ederler. Onlar, bu savunmalarında bir yere kadar haklı olsalar da en nihayetinde DNA’da meydana gelen mutasyonların yönünü bilemeyiz. Tabiatın yapacağı seçimlerin canlıyı neye dönüştüreceğini kestiremeyiz. Adaptasyon ve izolasyon neticesinde canlı organizmada ne tür değişimlerin ortaya çıkacağını tahmin edemeyiz. Bu sebeple bunların hepsini şans ve rastlantı olarak görmekten başka bir seçeneğimiz yoktur.
Bu mekanizmaların bir işleyiş düzeni ve çalışma mantığı olsa bile, biz, bunun bir türden yeni bir türü nasıl ortaya çıkarabileceği noktasında hiçbir fikre sahip değiliz. Darwinistlerin yaptığı tek şey, bugünkü var olan canlı türleriyle, tespit ettikleri mekanizmalar arasında bağ kurmaya ve tahminler yürütmeye çalışmaktır.
Oysaki diğer canlılardan apayrı organ ve sistemlere, kendine mahsus savunma mekanizmalarına, fiziki ve anatomik yapıya ve bütün bunları ortaya çıkaracak devasa bir genetik bilgi havuzuna sahip olan bir türün, başka bir türe dönüşmesi için üst üste, sıralı olarak, düzenli bir şekilde, dengeyi bozmadan ve birbirini tamamlayıcı bir tarzda milyarlarca mutasyonun gerçekleşmesi gerekir. En küçük detaylardan birinin bile ters gitmesi her şeyi alt üst edebilir.
Evrimciler bu tür olayların gerçekleşmesini ihtimal dâhilinde görse ve hemen oluşuverecekmiş gibi basit bir şekilde anlatsalar da, aslında kendileri de bunun zorluğunun farkındadırlar. Çünkü şans ve ihtimalin, sürekli biyolojik yapıların lehine olacak şekilde sürüp gitmesinin ancak hayali kurulabilir.
Bu açıdan evrim teorisindeki asıl problem, canlıların evrimleşmesinin aklen mümkün olup olmamasında değil, muhtemel olup olmamasındadır. Aklî ihtimaller ile gerçekleşmesi mümkün görülen olasılıkları birbirinden ayırmak gerekir. Madeni bir paranın üst üste bir milyar kez tura atılması aklen mümkündür; ama aklı başında hiç kimse bunun gerçekleşebileceğini iddia etmez. Gerek tesadüfen ilk canlının oluşumu, gerekse ondan diğer canlı türlerinin çıkması ise bundan milyar kat daha zor bir ihtimaldir. İşte evrimcilerin gerçekleşmesini umdukları veya iddia ettikleri olay, tam da budur.
Hâlbuki insan, çevresine baktığında tabii olayların tesadüfen meydana getirdikleriyle, bir akıl ve şuurdan sadır olanları kolaylıkla birbirinden ayırır. William A. Dembski’yle meşhur olan bir kavram vardır: belirginleştirilmiş komplekslik (specified complexity). Dembski’ye göre bu kavram sayesinde bizler rahatlıkla tasarım ürünü olan şeyleri belirleyebiliriz. Çünkü doğadaki görüngülerin bir akıl tarafından tasarlanmış olanlarıyla, doğal nedenler ve rastlantılar sonucu ortaya çıkmış olanlarının, olasılık teorisi açısından birbirinden ayırt edilmesi oldukça kolaydır. (Recep Alpyağıl, Evrim ve Tasarım, s. 602)
Robin Collins, bunu şöyle bir misalle açıklar: Diyelim ki dağlarda yürüyüşe çıktık ve kayaların, “Dağlara hoş geldin Robin Collins” yazısını oluşturacak şekilde yan yana sıralandığını gördük. Bunu izah etme iddiasındaki bir hipotez, bir deprem veya kayaların kayması sonucu bu yazının ortaya çıktığını söyleyebilir mi? Her ne kadar bu, aklen mümkün görünse de, bizden önce bu dağlarda dolaşan bir insanın bu kayaları bu şekilde dizdiğini söyleyen bir hipotez yanında hiç de ikna edici olmaz. (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 180)
Kayaların yan yana dizilip basit bir cümle kurmasını dahi kabul etmeyen bir akıl, nasıl olur da müthiş bir düzenin, harika bir dengenin ve mükemmel bir dizaynın hâkim olduğu kâinatın, dünyanın ve yeryüzündeki canlı varlıkların tesadüfen ortaya çıktığını kabul edebilir? Gerçekten anlaşılır gibi değil! 29 alfabeden yapılacak rastgele çekilişlerle “evrim hipotezi” kelimesini yazma ihtimali 290 trilyonda birdir.
Saniyede bir defa rastgele daktilonun tuşlarına basan bir insanın “evrim hipotezi” yazabilmesi için 317 milyar yıl uğraşması gerekiyor. Bir insanın her saniye bir hareket yapacak şekilde akıl küpünü döndürdüğünü farz ettiğimizde, bütün yüzlerin aynı renkten olması için gereken süre 1.35 trilyon sene, yani dünyanın yaşının 300 misli! (Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 359-365)
Olasılık hesapları bize bunları söylediği halde aklı başında bir insan nasıl olur da trilyonlarca atomun rastgele bir araya gelmesiyle canlı bir organizma vücuda getirebileceğine inanır! Hadi meydana geldi diyelim. Bu canlı organizmanın yaşayabilmesi, çoğalabilmesi, yeni yeni dokuları, yapıları, organları, sistemleri, türleri, cinsleri, familyaları vs. ortaya çıkarabilmesinin ihtimali nedir? Tek bir hücrede bulunması gereken 2.000 enzimin tesadüfen oluşma ihtimali bile 1040.000 rakamıyla ifade edilmiştir. Olasılık hesapları evrimcilerin önüne aşılmaz engeller koysa da, onlar evrime olan “güçlü imanları” sayesinde bu engelleri aşmayı başarırlar.
3: EVRİMİN KANITLARI NE KADAR GÜÇLÜDÜR?
“Büyük iddialar büyük kanıtlar gerektirir.” diye bir söz vardır. Evrimin iddiaları ölçüsünde büyük iddialara rastlamak çok zordur. Çünkü evrimciler, her tür metafiziksel açıklamayı reddederek, yeryüzünde hayatın tesadüfen başladığını ve evrimleşerek günümüzdeki bütün canlı türleri oluşturduğunu iddia ederler.
Şu açıklamalarda Darwin’in söylem ve iddialarının büyüklüğünü görebiliriz: “Bu önemli devrimin getirdiği sonuçlar, yüz elli yıl sonra bugün bile toplumlarımızca tam olarak özümsenebilmiş değildir. Kuramdan, inanç sistemleri ve etik açısından yapılabilecek çıkarımlar son derece büyük ve kapsamlıdır. Bu düpedüz, Tanrı’nın yaratmış olduğu sabit ve durağan bir dünyanın yerine, kozmik teleolojisi veya son hedefi bulunmayan, evrim halinde bir dünya koymaktır.
Sınırsız insanmerkezciliğin defteri dürülmüş olmakta, ilahi bir ‘ereğe’ gönderme yapan her türlü ‘özcülük’ yerini tamamen maddesel doğal ayıklanma sürecini temel alan ‘popülasyoncu’ bir düşünce tarzına bırakmaktadır.” (J. P. Cihangeux, P. Ricoeur, Neden Nasıl Düşünürüz, s. 167)
Elbette böyle bir devrimin, böyle büyük bir iddianın ikna edici ve kabul edilebilir olması için ondan beklenen şey, “iki kere iki dört eder” katiyetinde kanıtlar sunmaktır. Peki, gerçekten evrim teorisinin gerçekliğini ortaya koyan kanıtlar böyle midir?
Evrimi savunan bilim adamları, evrimi şüphe götürmez bir gerçek olarak kabul ederler. Mesela Richard Dawkins şöyle der: “Evrim bir gerçektir. Makul şüphenin ötesinde, ciddi şüphenin ötesinde, aklı başında, bilgili, zeki şüphenin ötesinde, her türlü şüphenin ötesinde evrim bir gerçektir. Evrimin kanıtları, en az Soykırımın kanıtları kadar kuvvetlidir, hem de Soykırımın görgü tanıkları olduğunu dikkate alsak bile.
Şempanzelerin kuzenleri olduğumuz, maymunların biraz daha uzak kuzenleri olduğumuz, yer domuzlarının ve denizineklerinin daha da uzak kuzenleri olduğumuz, muzların ve şalgamların çok daha uzak kuzenleri olduğumuz yalın gerçektir. Doğru olmak zorunda değildi, ama doğru. Bunu biliyoruz çünkü yükselen bir sel gibi akan kanıtlar evrimi destekliyor.” (Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 16)
Her ne kadar Dawkins “sel gibi akan kanıtlardan” bahsetse de, evrimi savunan bütün kitaplarda hemen hemen aynı resimler gösterilir, aynı örnekler verilir, aynı deneylerden bahsedilir. Şayet evrim gerçek olmuş olsaydı, şimdiye kadar trilyonlarca defa çok farklı şekillerde gerçekleşmiş olan böyle bir hâdisenin hem fosil kayıtlarında hem de yaşayan canlı formları üzerinde milyonlarca kanıtının olması gerekirdi. Yani evrimcilerin bu konudaki abartılı beyanlarının olgusal kanıtlarda bir karşılığı yoktur.
Kaldı ki onların kanıt olarak ortaya sürdükleri şeyler oldukça zayıf ve yetersizdir; ikna edicilikten ve inandırıcılıktan yoksundur. Daha önce de detaylı olarak üzerinde durulduğu üzere evrimcilerin delil olarak ileri sürdükleri Miller deneyi, Haeckel’in embriyo çizimleri, Archaeopteryx fosili, yavaş yavaş büyüyen at fosilleri, rengi değişen güve deneyleri, ispinoz kuşları, Lenski’nin bakterileri, maymunla insan arası geçiş formu olduğu ileri sürülen fosiller gibi şeylerin hepsine farklı yönlerden itirazlar getirilmiş, güçlü eleştiriler yöneltilmiştir. Chicago Üniversitesi’nden Jerry Coyne, Neo-Darwinist görüşün teorik temellerinin ve deneysel delillerinin zayıf olduğunu ifade etmiştir. (Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 37)
Aynı şekilde Southampton Üniversitesi’nden fizyoloji ve biyokimya profesörü Gerald A. Kerkut, teoriyi tenkit eden Implications of Evolution başlıklı kitabında şu sonuca varmıştır: “Bütün canlı türlerini tek bir kaynaktan gelen evrime dayandırmak, her ne kadar cesur ve mantıklı bir girişim olarak görünse de, bugünün delilleriyle desteklenmeyen ve de erken gerçekleştirilmiş bir teşebbüstür.” (Jeremy Rifkin, Darwinizm’in Çöküşü, s. 86-87)
Ünlü paleontolog David Pilbeam da şu itirafta bulunmuştur: “Yayınlanan kitaplar şunu söylemeye çekiniyorlar ki, ben de dâhil olmak üzere, kuşaklar boyu insan evrimini araştıran kişiler karanlık içinde çırpınıyoruz. Elimizde olan bilgiler, teorilerimizi şekillendirmek için son derece güvenilmez ve yetersizdir. Geçmişteki teorilerimiz, elde olan gerçek bilgimizden çok, bizim o andaki ideolojimizi yansıtıyordu!” (Âdem Tatlı, “Evrimin Delili Olarak İleriye Sürülen Ara Formlar”, Yaratılış Kongresi, s. 759)
Evrimcilerin kitaplarında görülen “Şöyle evrimleşmiş olmalı, şununla ortak ata olduğu düşünülüyor, şununla aynı kökten geldiği varsayılıyor, şöyle evrimleştiği öngörülmektedir…” şeklindeki ihtimalli ifadeler de yine delillerin zayıflığının farklı bir ifadesidir. Evrimciler, “bilmiyoruz” demekten korkar ve geçmişe yönelik her olayı geniş hayal dünyalarını kullanarak kendi teorileri açısından kurgulamaya çalışırlar. Bugünden geriye bakarak ve zahiri bir kısım benzerliklerden yola çıkarak hayvanların nasıl değiştiği, hangi hayvanın hangisinden geldiği hakkında tahminler yürütürler. Ancak bazı olayların nasıl olması gerektiği hakkında varsayımlar ortaya koymak bilimsel açıdan pek bir şey ifade etmez.
Kimsenin geçmiş asırlarda ne olup bittiğini gözlemleme şansı olmadığından ve günümüzde gözlemlenen gerçeklik de evrime yol vermediğinden, evrimciler teorilerini en temelde üç farklı kanıta dayandırırlar: (1) Canlılardaki benzerlikler (morfolojik, genetik ve embriyolojik), (2) Fosiller, (3) Tür içi değişim ve çeşitlilikle, türden türe değişimler arasında analoji kurmak. Evrim teorisinin kanıtlarını incelerken bunların hiçbirinin evrimi ispatlayan birer olgu olmadığını izah etmeye çalıştık.
Kısaca tekrar edecek olursak, benzerliklerden yola çıkarak ortak ataya ulaşmak sadece bir varsayımdır. Şimdiye kadar kesin olarak ara geçiş formu olduğu ispatlanan hiçbir fosil bulunamamıştır. Tür içi varyasyonların ortaya çıkmasıyla farklı türlerin oluşması tamamen ayrı hâdiseler olduğu için bu ikisi arasında analoji kurulamaz. Yani pire, deve yapılamaz. Sabit türlerdeki döngüsel küçük değişimleri ortaya çıkaran mekanizmaların, yeni hayvan türlerini de “yaratacağı” şeklinde indirgemeci ve genellemeci yaklaşımlar ileri sürülemez.
Ne var ki Stephen J. Gould’un şu ifadelerine bakılacak olursa evrimcilerin yaptığı tam olarak budur: “Sentetik evrim teorisinin savunucuları, tüm evrimin, doğal seçilim tarafından yönlendirilen küçük genetik değişimlerin birikmesinden kaynaklandığını; türler arası geçişi öngören makro evrimin ise popülasyonlar ve türler içinde meydana gelen olayların büyütülmesinden ve genelleştirilmesinden başka bir şey olmadığını iddia ederler.” (Gould, “Is a new and general theory of evolution emerging?”, Evolution Now, s. 131)
Darwinistler, türlerin farklı jeolojik devirlerde yeryüzü sahnesine çıkmasını da evrimin kanıtı olarak görürler. Mesela neden 500 milyon yaşında bir memeli ya da 100 milyon yaşında bir insan iskeleti bulamadığımızı sorarlar. (Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği, s. 81) Aslında onların bu tür yaklaşımları, ellerinde evrimi desteleyecek güçlü kanıtlar olmadığının ayrı bir delilidir. Zira sathi bir nazarla dahi bakıldığında, bunların ne kadar zayıf argümanlar olduğu hemen anlaşılır. Çünkü türlerin farklı zaman dilimlerinde yeryüzüne çıkmasını illa ki evrime bağlamak zorunda değiliz. Bunun pek çok sebebi olabilir. İnanan bir mü’min açısından en makul sebep, Allah’ın yeryüzü şartlarının hazır olmasına göre canlı türlerini yaratmasıdır.
Aslında evrimcilerin yaptığı şey, biyolojideki her gelişmeyi, her deneyi, her yeni keşfi Darwinci bir bakış açısıyla yorumlamak, sonra da bunları evrime delil olarak sunmaktır. Oysaki yaratmaya inanan bir mü’min açısından bunların her birinin farklı şekillerde yorumlanması pekâlâ mümkündür. İş yoruma kaldığında, ortaya birçok izah türü çıkacaktır. Önemli olan ortada tartışma götürmez olgusal dayanakların bulunup bulunmadığıdır. Buradan hareket edilecek olursa Darwinizm’in çelişkili görüşlerini kabullenmek için gereken inanç miktarının, bilimsel kanıtların ortaya koyduğu gerçeklere inanmak için gereken miktardan kat be kat fazla olduğu görülür. (Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 379)
Darwinciler, genellikle kanıt talebinden veya kanıtlara yöneltilen itirazlardan rahatsız olur ve hemen bu teorinin bilim camiası içinde tartışmasız bir şekilde kabul gördüğünü öne sürerler. Bazen de “Bunu ben söylemiyorum, dünyanın en önde gelen otoriteleri söylüyor.” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Daha doğrusu kanıtların ortaya çıkardığı boşluk ve zayıflıkları, otoritelere ve bilimin sihirli gücüne sığınarak telafi etmeye kalkarlar.
Ne var ki bunun bilimsel bir tavır olmadığında şüphe yoktur. Bir konunun bilim camiası içinde gördüğü kabul ve rağbet ölçü alınarak geçmiş asırlara bakılırsa, çoğunluğun yanıldığı konuların listesinin nasıl uzayıp gittiği hayretle görülür. Zira bir zamanlar gerçekliğinden şüphe dahi edilmeyen nice teoriler vardır ki bugün tek bir savunucusu dahi kalmamıştır. Bu sebeple ortaya atılan bir hipotez veya teorinin doğruluğu açısından asıl önemli olan onun, hangi bilimsel kanıtlara yaslandığıdır.
Eldeki kanıtların zayıflığı karşısında evrim savunucularının sığındığı diğer bir kale de, şimdiye kadar teorilerinin yanlışlanamadığını öne sürmeleridir. Farklı bir ifadeyle onlara göre evrim teorisi, eldeki en iyi izah şeklidir. Dolayısıyla daha sağlam bir teori ortaya atılıncaya kadar, bilimsel olarak alınması gereken tavır, bu teorinin arkasında durmaktır. Hakikatin peşinde olan bir insan için önemli olan, ortaya atılan bir teorinin yanlışlanıp yanlışlanamadığı değil, ispat edilip edilemediğidir.
Bazı evrimciler ise delillerin yokluğunun, evrimleşmenin olmadığını göstermeyeceğini ifade ederek farklı bir mantık oyunu ortaya koyarlar. Gerçekten de bir şeyin delilinin olmaması, onun olmadığı anlamına gelmez. Fakat böyle bir durumda hiçbir kimsenin kalkıp da başkalarını onu kabul etmeye davet etmesi ve hele zorlaması asla söz konusu olamaz, olmamalıdır. Çünkü bu durumda onun olmasıyla olmaması eşit duruma gelir ki, dileyen dilediği tarafı tercih eder.
Evrimcilerin en çok başvurdukları taktiklerden biri de, kendi kuramlarının kesin olarak kanıtlanmamış olmasının, yaratıcı kuramın doğruluğunu gerektirmeyeceğini söylemeleridir. (Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği, s. 40) Onlar, her fırsatta tasarım ve yaratılışı savunan bilim adamlarının da güçlü kanıtlara sahip olmadığını dile getirirler. Yani yaratma fikrinin evrime üstün gelecek bir yönünün bulunmadığını ima ederler.
Bazıları ise bilimin alanına girmediği gerekçesiyle yaratma üzerinde durma gereği dahi duymaz. Bütün bunlar da deney ve gözlemden başka bir metodu kabul etmeyen natüralist yöntemin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Hâlbuki yaratmanın doğru olduğunu gösteren şey, evrim fikrinin yanlışlığı değildir; vahiy bilgisidir. Nitekim vahyin bildirdiği ve bilimin yeni yeni keşfettiği pek çok ilmî hakikat bulunmaktadır.
Bu konuyu Jonathon Wells’in şu tespitiyle bitirelim: “Benim fikrime göre, Darwinci evrim iflas etmiştir. Darwinizm hakkındaki deliller sadece yetersiz olmakla kalmıyor, aynı zamanda sistematik olarak da çarpıtılmışlar. Çok uzak olmayan bir gelecekte, bilmiyorum belki yirmi, otuz yıl içerisinde, insanların geçmişe bakıp şaşkınlıkla, ‘Nasıl böyle bir şeye inanabilmişler!’ diyeceklerinden şüphem yok. Darwinizm bilim görüntüsü altında materyalist felsefeden ibarettir ve bu artık anlaşılmaya başlandı.” (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 91)
4: EVRİM BİLİMSEL BİR GERÇEK MİDİR?
Evrimciler, teorilerinin bilimselliğine ve gerçekliğine kesin olarak inanır ve her fırsatta bunu ifade ederler. Mesela Francisco J. Ayala, evrimin dünyanın yuvarlaklığı, gezegenlerin hareketleri ve maddenin moleküler yapısı kadar kesin olduğunu söyler. Stephen J. Gould’a göre evrim sırf bir teori değil, belirlenmiş ve yerleşmiş bir gerçektir.
Bu sebeple de evrim delillerinden haberdar olan aklıselim sahibi hiç kimse ona itirazda bulunamaz. Michael Ruse, her fırsatta evrimin tartışmasız bir gerçek olduğunu haykırır. Richard Dawkins aynı kesinlikte konuşur, evrimin dünyanın güneş etrafında dönmesi kadar kesin olduğunu savunur ve evrime karşı çıkanları “aptal” ve “cahil” olarak yaftalar. (Bkz. Alvin Palantinga, “İman ve Akıl Çatıştığında”, Evrim ve Tasarım, s.771-772)
Benzer iddialar Yeni Darwinci sentezin ulu çınarı kabul edilen Ernst Mayr, genetikçi Richard Lewontin, biyolog Julian Huxley gibi daha birçok evrimci tarafından dile getirilmiştir.
Evrimcilerin bu iddialarını bir kenara bıkarak, bilim felsefecilerinin bilimle ilgili yaptıkları tanımlar ile bir hipotez veya teorinin bilimsel kriterleri karşılaması için getirdikleri ölçüleri esas alacak olursak, durumun hiç de resmedildiği gibi olmadığını, evrim teorisinin bilimselliğini savunmanın hiç de kolay olmadığını görürüz. Çünkü evrim teorisi, yapısı ve mahiyeti itibarıyla tabiatta gözlemlenemediği gibi, laboratuvarda bir deneyin konusu da olamaz.
Tekrarlanabilmeye ve test edilebilmeye açık değildir. Tümevarım ve olgusal yollarla elde edilmiş bir netice de değildir. Bilim adamlarına öngörüde bulunma imkânı vermez. Yanlışlanmaya da açık değildir. Yasaları yoktur. Kısaca Kuhn ve Popper gibi meşhur bilim felsefecileri tarafından ortaya konulan bilimsellik kriterlerinin hiçbirini karşılamaz.
Karl Popper, evrim teorisine her zaman ilgi duyduğunu ve ondan etkilendiğini, çoklarının da onu bir gerçek olarak kabul etmeye hazır olduklarını ifade ettikten sonra Darwinizm’in bilimsel statüsünü ele almış ve ulaştığı neticeyi şöyle özetlemiştir: “Darwinizm’in test edilebilir bir bilimsel teori değil, metafizik bir araştırma programı ve test edilebilir bilimsel teoriler için olası bir çerçeve olduğu sonucuna vardım.” (Popper, Unended Quest-An Intellectual Autobiography, s. 195)
Ünlü felsefeci Bernard Russell’ın tesbiti de buna yakındır: “Evrimcilik şu ya da bu biçim altında çağımızın ağır basan inancıdır. Siyasetimize ve yazınımıza egemen olduğu gibi felsefemize egemen olmakta da onlardan geri kalmaz… Evrimcilik, göstermeye çalışacağım gibi, gerek yöntemiyle gerekse ele aldığı sorunlarla gerçek bir bilim değildir.” (Russell, Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, s. 18-19)
Prof. Dr. Caner Taslaman, evrim teorisinin niye bilimsel kriterleri karşılamadığını detaylı olarak şöyle açıklar: “Bilimsel kriterleri karşılayan bir teoriden beklenen en önemli özelliklerden biri, teorinin öngörülerde bulunabilmesidir. Oysa evrim teorisi ile hiçbir öngörüde bulunulamaz. Örneğin tamamen izole bir adaya kurbağa, kelebek, fare, timsah gibi birçok canlıyı alıp bıraktığımızı düşünelim.
Evrim teorisine dayanarak bu canlılardan hangi tür bir canlının türeyeceğine dair bir iddiada bulunulamamaktadır. Hiç kimse bu canlılardan şu kadar yıl sonra at, şu kadar yıl sonra insan, şu kadar yıl sonra bir kuş oluşur diyemez. Bazıları cevap olarak, evrim çok uzun sürede oluştuğu için, böyle bir öngörünün gerçekleştirilemeyeceğini söyleyebilir. Bu savunma, evrim teorisinin yanlışlanamayacağının bir ifadesi olabilir ama diğer yandan evrim teorisinin doğrulanmasının da mümkün olmadığı -klasik bilimsel kriterleri karşılamadığı- anlamına gelir. Buradaki sorun aslında bundan da fazladır.
Evrim teorisine dayanarak, adaya konulan canlılardan, bir milyon yıl sonra bir fil oluşacağı söylenirse, bu öngörü, gözlenerek doğrulanması mümkün olmayan bir niteliktedir; oysa evrim teorisine dayanarak gözlenmesi mümkün olmayan bu tip bir öngörüde bulunmak bile mümkün değildir. Çünkü evrim teorisinin yasaları yoktur ve matematiksel ifadeleri olan yasalar olmadan bir öngörüde bulunmak mümkün değildir. (Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 144)
Darwin’s God-Evolution and the Problem of Evil (Darwin’in Tanrısı) kitabının yazarı Cornelius Hunter da bu kitabında Darwinizmin bilimsel olmadığını, bilim dışı savlara yaslandığını açıklamış, onun nasıl bir metafiziksel ön kabule dayandığını, Tanrı’yla ve dogmalarla ilişkili olduğunu göstermeye çalışmıştır.
British Natural History Museum’da çalışmış kıdemli bir fosilbilimci olan Colin Patterson’ın, 5 Kasım 1981’de Amerikan Tabiat Tarihi Müzesinin açılışında söylediği şu sözler oldukça ilginçtir: “Geçen yıl âniden bir şeyi kavradım. 20 yıldan fazla bir süredir evrim üzerine çalıştığımı düşünmüştüm. Bir sabah uyandım ve sanki gece bir şey olmuştu. Birden düşünmeye başladım. Bu evrim zırvası üzerine 20 yıldır çalışmaktaydım, ama bu konuda bildiğim tek bir şey bile yoktu. Bu kadar uzun bir süre yanlış yolda gidebileceğimi fark etmek tam bir şoktu…
Bu salonda bulunan birçok insan sanırım itiraf edecektir ki eğer son birkaç yıl içinde bu konu hakkında düşünmüşseniz, evrimi bir bilgi olarak görme noktasından bir inanç olarak kabul etme noktasına gelmişsinizdir. Biliyorum ki bu düşünce benim için geçerli olduğu kadar birçoğunuz için de geçerlidir… Evrim sadece hiçbir bilgi taşımamakla kalmaz, bir bakıma bilgi karşıtlığını da bünyesinde bulundurur.” (Jeremy Rifkin, Darwin’in Çöküşü, s. 83)
Bütün bunlar da açıkça gösteriyor ki evrime karşı gelenler iddia edildiği gibi olgularla ve gerçeklerle savaşmadıkları gibi, evrim teorisi de Dünya’nın yuvarlak olması ve Güneş’in etrafında dönmesi gibi ispatlanmış kesin bir gerçek değildir. (Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği, s. 23) Evrim teorisi bilim değil, bilim felsefesidir. Çünkü bilimsel verilerin yorumuna dayanır. İçinde, ispatlanmamış ve ispatlanması da mümkün olmayan faraziyeler, spekülasyonlar ve hatta dogma ve inançlar barındırır. Bu sebeple bazı araştırmacılar evrim teorisinin, bilim derslerinde değil, bilim felsefesinde okutulması ve öğretilmesi gerektiğini savunurlar.
Bilimsel çalışmaların, bilim adamının önceden sahip olduğu kanaat ve inançlarından ayrılmasının hiç de kolay olmadığı sıklıkla ifade edilir. Evrim teorisi açısından bu iddianın doğruluğunda şüphe yoktur. Çünkü evrimciler, peşin hükümle araştırmaya başlar, bütün bilimsel bulguları kendi teorilerini destekleyecek şekilde yorumlar, abartır ve hatta bazen de çarpıtırlar. Evrime öyle güçlü bir inançları vardır ki teorilerinin bilimsel ve metodolojik bir süzgeçten geçirilmesi gerektiğini dahi düşünmezler.
Kesin bilgi ile yorumu birbirinden ayırmaya da yanaşmazlar. İdeoloji, felsefe ve dinlerde bu tür tavırlar bir yere kadar kabul edilebilir olsa da, bilimsellik iddiasındaki bir meselenin bağnazlık ölçüsünde savunulması ve seküler bir din haline getirilmesi anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir tavır değildir. Çünkü bu ölçüde taassubun yaşandığı bir konuda yeni kuram ve değerlendirmelere yer yoktur.
Phillip E. Johnson’ın evrimcilere yaptığı şu hatırlatmalar oldukça yerindedir: “Önemli konuları hesap dışı tutarak, muhaliflerle alay ederek ve halihazırda el üstünde tutulan teoremlerin lehinde ve aleyhindeki kanıtları öğrenmekten insanları men ederek bilimi savunamazsınız. Savunmayı hak eden bilim, kendi metotlarıyla eleştirilmekten korkmayan bilimdir. Bu metotlar, mantıklı savlama, açık ve kesin tanımlar, tekrarlanabilir deneyler ve tarafsız bilimsel sorgulamayla çözülecek tüm sorulara açık bir zihin. Bilimin gerçek metotlarından başka metotlarla kimi teoremleri ve kuramları savunabilirsiniz ama bu yolu tuttuğunuzda sonunda savunduğunuz şeyin bilim olmadığını görürsünüz.” (Johnson, Evrim Duruşması, s. 61)
*Bu yazı tr724.com sayfasından alınmıştır.
Önceki Yazılar: