İçindekiler
Bütün hayvan türlerinin müstakil olarak Allah tarafından yaratıldığını kabul eden, türler arası geçişin mümkün olmadığı görüşünde olan ve dolayısıyla evrimi reddeden bilim adamları sadece evrimcilerin ileri sürdükleri kanıtların zayıflığını ve geçersizliğini göstermekle kalmamış; aynı zamanda evrim teorisiyle cevaplanması mümkün olmayan çok önemli kanıtlar üzerinde durmuş, bunların evrim teorisini geçersiz kılacağını ifade etmişlerdir. Evrime yöneltilen en güçlü itirazlar yaratılışı ve tasarımı savunan Batılı bilim adamlarından gelmiştir. Özellikle Amerika’da evrim aleyhine önemli çalışmalar yapılmış; “Creation Research Society”, “Bible Science Association”, “Institute for Creation Research” ve “Discovery Institute” gibi kurumlar aracılığıyla evrimcilere önemli cevaplar verilmiştir.
Evrim, hiçbir zaman Batı’daki ölçüde Müslümanlar arasında kabul görmediği ve geniş çaplı bir çatışmaya dönüşmediği için, İslâm dünyasında evrime karşı yapılmış çalışmalar da oldukça sınırlıdır. Bunlar da büyük ölçüde Batılı çalışmalardan istifade edilerek hazırlanmıştır. Bazıları, Müslümanları, evrim aleyhine yapmış oldukları çalışmalarda, Hristiyan dünyanın üretmiş olduğu argümanları kullanmakla itham eder. Ne var ki böyle bir itham ve itirazın elle tutulur makul bir tarafı yoktur. Çünkü önemli olan, bir kanıtın kimin tarafından ortaya konulduğu değil; onun makuliyeti ve bilimsel değeridir.
Kimileri de yaratılışı savunan kanıtların yeterince bilimsel olmadığını, gözlem ve deney yoluyla ispat edilmesi mümkün olmayan argümanlardan oluştuğunu iddia ederler. Onların bu itirazlarının temel dayanağı, evrimi reddedenlerin alternatif olarak yaratmayı savunmalarıdır. Yaratma ise hiçbir zaman deney ve gözlem yoluyla kesin olarak ispat edilemez. Edilseydi, zaten bunun adı iman olmazdı. Çünkü herkes ister istemez Allah’ın varlığını kabul etmek zorunda kalırdı. Özellikle ilk yaratma, insanların şahit olmadığı gaybî bir mesele olduğu için, onun varlığı ancak vahiyle bilinebilir.
Aslında evrimcilerin büyük çoğunluğu kendi kanıtlarındaki zayıflıkların farkındadır. Fakat onlara göre “eldeki en iyi açıklama budur.” Tabi ki natüralist bilimin imkânları dâhilindeki en iyi açıklama. Yani evrimcileri, yaratılış etrafında dile getirilen argümanları reddetmeye sevk eden temel sebep, pozitivist ve natüralist metoda sıkı sıkıya bağlılıklarıdır.
Bununla birlikte aşağıdaki izahlarda da görüleceği üzere, yaratılış ve tasarımı savunanların ortaya koydukları argümanlar, evrimci argümanlara nazaran çok daha tutarlı, makul ve kabul edilebilirdir.
1: HAYATIN KÖKENİ
Bugüne kadar evrimcileri en çok zorlayan konu, hayatın kökeni olmuştur. Onlara göre canlılar âlemindeki bütün oluş ve değişimler tabiatın sınırları içinde izah edilmesi gerektiği için, ilk canlı varlığın da tabii güçlerin ve tesadüfün eseri olması gerekir. Evrimciler şimdiye kadar ilk canlı varlığın (biyogenez) nasıl oluştuğu etrafında birbirinden farklı çok sayıda hipotez ortaya atmış olsalar da olasılık ihtimalleri içerisinde bunların kabul edilebilmesi hiç de mümkün gözükmemektedir.
Evrimin en ateşli savunucularından biri olan Richard Dawkins bile bu konuda şunları yazar: “Evrimin başladığından beri nasıl işlediği konusunda pek çok şey biliyoruz, Darwin’in bildiklerinden çok daha fazlasını. Ama evrimin ilk olarak nasıl başladığı konusundaki bilgilerimiz Darwin’inkilerden pek fazla değil. Evrimin bu gezegende başladığı o tarihî olaya ışık tutan hiçbir kanıtımız yok. Bu olağanüstü nadirlikte bir olay olabilir. Yaşamın sadece bir kez ortaya çıkmış olması yeterlidir ve bildiğimiz kadarıyla gerçekten de bir kez çıktı.” (Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 376)
Evrimciler, canlı bir organizmanın kendi kendine oluşmasının mümkün olduğunu göstermek için birçok deney yapmış olsalar da her deneyle birlikte ümitleri biraz daha tükenmiştir. Rus biyokimyacı Alexander I. Oparin ile İngiliz biyokimyacı J. B. S. Halden canlılığın başlangıcını materyalist bir yaklaşımla izah etmeye çalışan ilk bilim adamlarıdır.
Onlardan sonra ise Stanley L. Miller ile Harold Urey tarafından Chicago Üniversitesi’nde yapılan deney meşhur olmuştur. Bu deneyde Miller ve Urey oluşturdukları düzenekte proteinlerin yapı taşı olan bazı aminoasitlerin kendi kendine oluştuğunu söylemiş ve uygun atmosferik koşullar sağlandığı takdirde bazı organik moleküllerin kendiliğinden ortaya çıkabileceğini iddia etmişlerdir. Ne var ki onların bu deneyine birçok itiraz yöneltilmiştir. İlk atmosferik koşulların Miller’in simülasyonuyla hiç alakasının olmadığı, Miller’in yanlış gaz karışımı kullandığı ileri sürülmüştür.
Kaldı ki kendi kendine aminoasitlerin oluştuğunu ispat etmek de ilk canlılık adına hiçbir şey ifade etmez. Aminoasitlerin varlığı, hücrenin meydana gelmesi adına olağanüstü karmaşık bir sürecin daha ilk basamağıdır. Yüzlerce doğru tür aminoasitin doğru bağlar ile doğru sırada ve doğru bir şekilde bir araya gelerek protein molekülünü oluşturması gerekir. Özel bir görev için hazırlanmış enzimler ve dizilimin şifresini veren DNA kodu olmaksızın bunun ihtimali yoktur. İşe yarar tek bir proteinin oluşma şansı 10165 olarak hesaplanmıştır.
Glaskow Üniversitesi’nden Alexander G. Cairns-Smith kendi kendine bir proteinin oluşma zorluğunu şöyle anlatır: “Beş milyar yıl önce bütün dünya tamamen aminoasit dolu olsaydı ve üzerinde başka hiçbir şey bulunmasaydı ve dünyanın tarihi boyunca bu aminoasitler her saniyede 10 birleşme yapsaydı bile, tek bir protein molekülünün, mesela sadece bir insülin molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimali, sıfıra yakın derecede düşük olurdu.” (Sarsılmaz, Yaratılış Gerçeği, s. 367)
Ne var ki tek bir proteinin ortaya çıkması da canlılık adına hiçbir şey ifade etmez. Ardından aynı süreçlerle farklı vazifeleri görecek farklı yapılarda yüzlerce proteinin meydana gelmesi ve bunların her birinin hücrede rol alacak özel bir yapı ve biçime sahip organelleri oluşturması gerekir. Günümüzde bilinen en küçük hücre dahi 600 civarında proteine sahiptir.
Fakat bu da yeterli değildir. Çünkü hücrenin meydana gelebilmesi için nükeotitlerden meydana gelen DNA ve RNA’ya ihtiyaç vardır. Her bir nükleotit, bir fosfat, beş karbonlu bir şeker ve bir azotlu organik bazdan oluşur. DNA’nın meydana gelmesi için milyonlarca nükleotitin yine uygun ve ölçülü bir şekilde bir araya gelmesine ihtiyaç vardır. Hücre içerisindeki organeller oluştuktan sonra hücrenin dış dünyadan müstakil bir yapı hâline gelebilmesi için oldukça özel bir yapıya sahip bir zarla çevrilmesi gerekir ki bunu sağlayan da yağlardır. Problem bir şekilde tesadüfen bir hücrenin oluşmasıyla da bitmiyor. Bu hücrenin dış etkilerden korunmasına, beslenmesine, enerji elde etmesine, çoğalmasına ihtiyaç vardır.
Yani belirli atomlar belirli sayılarda bir araya gelerek aynı anda aminoasit, şeker, yağ ve nükleotit gibi molekülleri oluşturacak, bunlar yine tesadüfen belirli sayı ve ölçülerde bir araya gelerek çok daha kompleks molekülleri oluşturacak, bunlar da bir araya gelerek âdeta kendi içerisinde büyük bir fabrika gibi çalışan, içinde harika bir işleyiş ve düzenin bulunduğu hücreyi oluşturacaklar. İşin tuhaf tarafı her biri ayrı bir imkânsızlığı içeren binlerce tesadüf aynı anda, aynı zamanda ve aynı mekânda gerçekleşecektir.
Kısacası bir hücrenin ortaya çıkabilmesi için binlerce (atomlar açısından meseleye bakarsak milyarlarca) doğru parçanın, doğru bir şekilde, doğru bir zamanda, doğru bir yerde bir araya gelmeleri gerekir ki aklı başında hiçbir kimsenin bunu muhtemel görmesi mümkün değildir. Amerikalı jeofizikçi Harold J. Morowitz’e göre tamamen doğru moleküllerin bulunduğu bir okyanus içinde en basit bir hücre yapmak için gerekli olan ihtimal 10399.999.866’da birdir. (Sarsılmaz, Yaratılış Gerçeği, s. 364) Matematikçilerin 1050 üzeri rakamları imkânsız kategorisinde değerlendirdiğini ifade etmek gerekir.
John Lennox, 1040 sayısının ifade ettiği olasılığın gerçekleşme şansını şöyle bir misalle anlatır: Bütün Amerika kıtasını bozuk parayla kaplayıp bunu (380.000 km uzaklıktaki) Ay’a kadar bir sütun şeklinde yükseltin, aynı şeyi eş büyüklükteki bir milyar tane kıta için daha yapın. Bir bozuk parayı alın ve kırmızıya boyadıktan sonra bu milyarlarca sütundan birinin içine koyun. Sonra da gözü bağlı bir arkadaşınıza onu bulmasını söyleyin. Bulma ihtimali, buradaki ihtimale (1040‘ta 1’e) ancak o zaman eşit olacaktır. (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 96)
Bırakalım hiçbir canlılık eserinin olmadığı bir zaman diliminde milyarlarca belirli cins atomun bir araya gelerek molekülleri ve hücreyi oluşturmasını; günümüzde her çeşit organik molekülü diğer canlılardan temin etme şansı olmasına ve her tür teknik ve teknolojik imkân bulunmasına rağmen yine de bilim adamlarının bir hücre yapmaktan aciz olduklarını ifade etmek gerekir. Yani evrimcilerin bizden beklediği, günümüzün son teknoloji bilgisayarlarıyla donattıkları laboratuvarlarda üretemedikleri canlıyı, akıl ve şuurdan yoksun tabiatın ürettiğine inanmamızdır.
Fred Hoyle, Miller-Urey deneyinin, yaşamın başlangıcını kanıtlamaktan çok uzak olduğunu, kompleks canlı varlıkların ortaya çıkışındaki büyük sıçramanın nasıl gerçekleştiğine dair hiçbir kanıt bulunmadığını ve kendi fikrine göre bundan sonra da bulunamayacağını ifade ettikten sonra bunun zorluğunu şöyle bir misalle anlatır: Ona göre kendiliğinden canlılığın meydan gelme şansı, tüm parçaları birbirinden dağınık bir şekilde bir hurdalıkta bulunan Boeing 747’nin, avluda esen bir kasırgayla monte edilerek uçmaya hazır hâle gelme ihtimalinden bile çok küçüktür. (Hoyle, The Intelligent of the Universe, s. 18-19)
Yaşamın kökeni üzerine araştırmalar yapan biyokimyacı Klaus Dose da, uzun yıllardır bu alanda yapılan deneylerin çözüm getirmekten ziyade problemin ne kadar büyük olduğunun farkına varılmasına yol açtığını ifade eder. Ona göre bu alanda ortaya konulan teoriler ve yapılan deneyler üzerine yürütülen büyük tartışmalar ya bir çıkmaza saplanmakta ya da bilginin yetersiz olduğu itirafı ile neticelenmektedir. (Dose, “The Origin of Life”, Interdisciplinary Science Reviews, 1988, volume: 13, s. 348)
İnsan genom projesine başkanlık yapmış olan genetikçi Francis Collins de kendini kopyalayabilen organizmaların ilk defa nasıl ortaya çıktığını sorduktan sonra, “Dürüst olmak gerekirse henüz bunu bilmiyoruz.” demiş, ardından da şu andaki hiçbir hipotezin hayatın başlangıcını izah edemediğini, yapılan olasılık hesaplarının imkânsıza yakın sonuçlar vermeye devam ettiğini itiraf etmiştir. (Collins, The Language of God, s. 90)
The Mystery of Life’s Orgin isimli eserin yazarı Profesör Walter Bradley, kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylemiştir: “Bilimin, hayatın nasıl başladığına dair en ufak bir fikri bile yok. Sanırım hayatın natüralistik bir biçimde ortaya çıktığına inananlar, mantıken bir akıllı tasarımcının olduğunu çıkarsayanlara nazaran çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar.” DNA’nın moleküler yapısını keşfeden Nobel ödüllü biyokimyacı Francis Crick ise hayatın kökeninin bir mucize olarak görünmeye devam ettiğini belirtmiştir. (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 58-59)
İlk canlının maddî sebeplerle ortaya çıkışının izah edilemeyeceğini gören bazı evrimciler, canlılığın dünyaya bir meteor vasıtasıyla uzaydan geldiğini iddia etmişlerdir. Ne var ki bu sefer de uzayda canlılığın nasıl başladığı sorusu gündeme gelecektir. Biyogenezin maddi süreçlerle açıklanamayacağını gören bazı evrimciler ise, “Olanın olasılığı olmaz.” diyerek bu konu üzerinde konuşmanın gereksiz olacağını ileri sürerler. Onlara göre nasıl olduysa olmuş ve canlılık yeryüzünde meydana gelmiştir. Bunun izahını yapmak bilimin işi olmamalıdır.
Evrimcilerin işinin zorluğu sadece tek bir hücrenin oluşumunu izah etmekle de sınırlı değildir. Farklı özelliklere sahip milyonlarca/milyarlarca hücrenin bir araya gelerek dokuları, organları, sistemleri ve mükemmel canlı organizmalarını ortaya çıkarması gerekiyor. Kaldı ki burada söz konusu olan tek bir canlı organizma da değildir. Aralarında müthiş bir dengenin, iş bölümünün, yardımlaşmanın söz konusu olduğu milyonlarca farklı canlı türü söz konusudur. Bütün bu süreçlerin meydana gelmesini ne maddeyle ne tesadüflerle ne de tabiat yasalarıyla izah etmenin aklen mümkün bir tarafı yoktur.
Evrimciler, bir canlının kendi kendine oluşabileceğini akla yaklaştırmak için sürekli canlıyla cansız varlıklar arasındaki farkın sanıldığı kadar da büyük olmadığını anlatmaya çalışırlar. Mesela şu ifadelere bakalım: “Canlı ile cansız arasındaki tek fark, bu etiketleme farkıdır. Bilimsel temelde ise hiçbir farkları yoktur; sadece biz de bu tanıma uygun bir varlık olduğumuz için, “canlılık” tanımı bize özel anlamlar ifade etmektedir. Doğa açısından ise bir anlamı bulunmamaktadır… Her ne zaman oluşmuş olurlarsa olsunlar, günümüzde değerleri aşırı miktarda abartılan bu genetik materyalin tamamen doğal süreçlerle var olabileceği bilinmelidir.” (Bakırcı, Evrim Kuramı ve Mekanizmaları, s. 72)
Oysaki moleküler biyolojideki gelişmelerle birlikte hücrenin baş döndürücü muhteşem yapısı çok daha iyi keşfedilmiş, canlılık dediğimiz şeyin sanıldığı kadar basit olmadığı çok daha iyi anlaşılmıştır.
Sözün özü şu anda bilim adamları yaşamın nasıl başladığını bilmedikleri gibi, nasıl başlayabileceği noktasında da üzerinde ittifak edilmiş hipotezlere sahip değillerdir. Bunun sebebini şu âyet-i kerime çok güzel açıklar: “Ben onları göklerin ve yerin yaratılışına tanık etmediğim gibi, kendi yaratılışlarına da şahit kılmadım.” (Kehf sûresi, 18/51)
Nobel ödüllü biyokimyacı Albert Szent-Gyorgyi’nin ifadesiyle süre ne kadar uzun olursa olsun, rastgele dizilen tuğlalar hiçbir zaman bir şato veya tapınak inşa edemez. Taştan tuğladan yapılmış bir binadan bin kat daha kompleks ve daha mükemmel olan bir hücrenin şuursuz atomların rastgele bir araya gelmesiyle oluşacağını iddia etmek ancak aklı gözüne inmiş materyalist bilim adamlarının iddia edeceği bir tez olabilir.
2: İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİK
İndirgenemez komplekslik (irreducible complexity) kavramı mikrobiyolog Michael Behe ile ön plana çıkmıştır. İlk defa 1996 yılında neşredilen Darwin’s Black Box-The Biochemical Challenge To Evolution isimli eser, içerdiği kanıtlar ve entelektüel gücü itibarıyla evrim teorisine en ciddi meydan okumalardan biridir. Bu yüzden eser, yayınlandıktan kısa bir süre sonra bilim dünyasında ciddi yankı yapmış ve çok satanlar arasında yerini almıştır. Behe’nin bu çalışması National Review dergisi tarafından 20. yüzyılın en iyi yüz kitap listesinde yerini almıştır. (https://www.nationalreview.com/1999/05/non-fiction-100/)
İndirgenemez komplekslik, birbiriyle uyumlu farklı bileşenlerden oluşan temel bir sistemin, onu oluşturan parçalardan birinin çıkarılması durumunda bütünüyle işlevini yitirecek olmasını ifade eder. Behe, bu durumu fare kapanıyla misallendirir. Ona göre tahta platform, yay, yakalayıcı, metal çubuk gibi parçalardan oluşan fare kapanının işlevsel olabilmesi için bütün bu parçaların eksiksiz olarak bir arada bulunması ve uyumlu bir şekilde birbirine monte edilmiş olması gerekir. Bunlardan birinin bile eksik olması durumunda kapan çalışmaz.
Behe’ye göre hücre ve onun içerisinde yer alan biyolojik sistemler/moleküler makinalar insan eliyle yapılmış sistemlere nazaran çok daha kompleks yapılardır. Bunların vazife ve fonksiyonlarını yerine getirebilmeleri için sistemi oluşturan bütün parçalarının eksiksiz bir şekilde aynı anda mevcut olmaları, sırasıyla ve doğru bir şekilde bir araya gelmeleri gerekir. Behe şu ifadeleriyle birbirine bağlı moleküler makinaların evrim teorisiyle meydana gelemeyeceğini, yani küçük değişimlerle adım adım oluşamayacağını ifade eder:
“Eksiltilemez karmaşıklıktaki bir sistem, daha ilkel bir sistemin küçük, başarılı değişimleri ile doğrudan meydana gelemez. Çünkü değişime önayak olan bu başlangıç sisteminin eksik parçaları nedeniyle, fonksiyonunu devam ettirmesi mümkün değildir. Eksiltilemez karmaşıklıktaki kompleks bir biyolojik sistem, Darwinci evrime karşı güçlü bir meydan okumadır. Doğal seleksiyon, daha önceden çalışır hâlde olan sistemleri seçeceği için, eğer bir biyolojik sistem aşama aşama gelişemiyor ve fonksiyonunu gerçekleştiremiyorsa, bu durumda bütün bir ünite olarak oluşmuş olması gerekir. Bu durumda doğal seleksiyonun bir anlamı da olmayacaktır.” (Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 48)
Behe, moleküler sistemlerin nasıl basitleştirilemez ve eksiltilemez karmaşık yapılar olduğunu, dolayısıyla evrimleşerek oluşamayacaklarını hücredeki tüycükler, bakteri kamçısı ve kanın pıhtılaşması gibi müşahhas örnekler üzerinden detaylı bir şekilde izah eder. Mesela kanın doğru zamanda ve doğru yerde pıhtılaşması için birbirinden bağımsız çok sayıda proteinin ortak bir çalışma yürütmesine ihtiyaç vardır. Bunlardan herhangi birinin eksilmesi veya zarar görmesi sistemin işleyişini durduracaktır.
Bir motor gibi vazife gören ve dönerek bakterinin suda hareket etmesini sağlayan bakteri kamçısı da oldukça kompleks bir yapıya sahiptir. Kürek, pervane ve motor olmak üzere üç temel parçadan oluşur. Bu parçaların her biri de belirli tip yüzlerce proteinin uygun bir şekilde birbirine bağlanmasıyla meydana gelir. Bu parçalardan birinin eksikliği dahi sistemi dumura uğratır. Dolayısıyla böyle bir sistemin evrimleşerek adım adım oluşması mümkün değildir.
Moleküler biyoloji sayesinde hücrenin yapısı aydınlatıldıkça bilim adamları, daha önce hayal bile edemeyecekleri nasıl karmaşık ve mükemmel bir sistemle karşı karşıya olduklarını daha iyi anlıyorlar. Zira içindeki organellerin her biri ayrı birer moleküler makine olan hücre, nakil sistemleri, üretim hatları, enerji santralleri, rafineleri, genetik bilgi bankası ve savunma mekanizmalarıyla en büyük şehirlerden bile daha kompleks bir yapıya sahiptir. İçerisinde saniyede üç bin kimyevi reaksiyon meydana gelir. Böyle muhteşem bir yapının düzen ve ahenginin bozulmadan uzun bir zaman içerisinde farklı parçaların kademe kademe bir araya gelmesiyle oluşabileceğini hayal etmek dahi mümkün değildir.
Behe bu durumu şöyle tasvir eder: “Biyokimyanın gelişmesiyle, aslında evrim teorisinin kesinlikle açıklayamadığı bir dünya ortaya çıkmıştır. Hücre içindeki iplikçikler, görme, kan pıhtılaşması, hücre içi nakil gibi pek çok sistem biyokimyasal dünyanın ince ince donatılmış, birbiriyle bağlantılı parçalardan oluşan kimyasal mekanizmaları içerdiğini göstermektedir. Bu gelişmelerle, evrim teorisinin mikrobiyolojik düzeyde hiçbir dayanağı kalmamıştır.” (Darwin’in Kara Kutusu, s. 5)
Filozof Anthony Flew, 50 yıl boyunca ateist olarak yaşadıktan sonra dine dönüşünün sebebini biyologların DNA araştırmalarına bağlar ve şöyle devam eder: “Bu araştırmalar, hayatın ortaya çıkması için gereken düzenlemelerdeki olağanüstü komplekslilik nedeniyle bu işin içinde zekânın olması gerektiğini ispatlamışlardır.” Aynı şekilde kozmolog Allan Sandage, 50 yaşında dine dönüşünü şöyle izah eder: “Dünya, her bir sistemi ile ve bu sistemlerin aralarındaki bağlantılar ile sadece tesadüfe hamledilemeyecek kadar komplekstir. Her bir organizmada hayatın varlığının tüm o düzeniyle en güzel şekilde oluşturulduğuna ikna oldum.” (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 242)
İndirgenemez komplekslik sadece hücre seviyesinde ele alınacak bir mesele değildir; gözün yapısından, midenin gıdaları sindirme faaliyetine, kalbin kan pompalamasından böbreklerin kanı süzmesine, dolaşım sisteminden solunum sistemine kadar bütün doku, organ ve sistemleri aynı şekilde kompleks birer biyolojik makine olarak görebiliriz. Darwin, Türlerin Kökeni’nde, “Çok sayıda, ardışık ve küçük değişikliklerle oluşamayacak bileşik bir organın varlığı gösterilebilseydi, teorim kesinlikle çökerdi.” demiştir. (s. 216)
Günümüzde pek çok bilim adamı tarafından, hücredeki en küçük biyolojik makinelerin bile Darwin’in bahsettiği şekilde evrimleşerek tesadüfen meydana gelemeyeceği gösterilmiştir. Michael Behe, dünya kütüphanelerinin katalogları ve bilgisayar arşivleri üzerinde yaptığı araştırmalar neticesinde, karmaşık biyokimyasal sistemlerin evrimleşme sonucu nasıl oluştuğunu açıklayan herhangi bir eser ve çalışmaya rastlamadığını ifade etmiştir. (s. 183)
3: GENETİK BİLGİNİN ÜRETİMİ
Evrim teorisi açısından en büyük açmazlardan biri de DNA’da depolanan muazzam bilginin kaynağıdır. Hücredeki bilginin nereden geldiği sorusu, evrimciler açısından hâlâ gizemini korumaktır. Tek bir hücre çekirdeğinin taşıdığı bilginin 30 ciltlik Britannice Ansiklopedisi büyüklüğünde olduğu ifade edilmiştir. Prof. Dr. Âdem Tatlı, bütün insan hücrelerinde şifrelenen bilginin muazzam boyutunu şöyle bir temsille anlatır: “İnsanın DNA’sındaki bilgilerin tamamını tespit mümkün olsa ve bu bilgileri bir ansiklopedide toplamak istesiniz, bu ansiklopedilerin miktarının, buradan aya kadar 100 metre karelik bir alanı dolduracağını ifade etmektedirler.” (Tatlı, Sorularla Evrim ve Yaratılış, s. 283)
İşin tuhaf yanı âdeta bir bilgi dağını andıran DNA molekülü, vücudumuzda sadece altı mikrometrelik bir yer kaplar. Fakat o, üç milyar nükleotid diziliminden oluşur. DNA’daki bütün bilgiyi kodlayan sadece dört harftir (adenin, guanin, sitozin ve timin). Bu harflerin farklı dizilimleriyle farklı aminoasitler ve proteinler oluşur. Tek bir proteini inşa etmek için bile 1200-2000 arası harfe gereksinim vardır. Hücredeki 23 kromozoma yerleştirilmiş 30 bin civarındaki genin her biri, 20 binin üzerinde farklı protein çeşidi ortaya çıkarmaktadır. Bill Gates, “DNA bir bilgisayar programı gibidir fakat o şimdiye kadar yapılmış yazılımlardan çok daha ileri düzeydedir.” demiştir.
Evrimcilerin birçoğu şuur, akıl, bilgi gibi tamamıyla soyut ve metafizik gerçekliklerin kaynağını da hücredeki biyolojik süreçlerde arar. Fakat bir şey kendinde olmayan bir şeyi bir başkasına veremez. Hücre, akıl ve ilimden yoksun atom ve moleküllerden meydana gelir. Cansız ve şuursuz parçaların bir araya gelerek DNA’da şifrelenmiş bu baş döndürücü bilgi hazinesini ortaya çıkarmalarının hiçbir şekilde makul bir izahı yapılamaz. Yani DNA’yı oluşturan kimyasal maddelerin tamamı elimizde mevcut olsa bile, bunların belirli konfigürasyonlarla düzenlenmesi için müthiş bir ilme ihtiyaç olacaktır.
Bu konuda Amerikalı matematikçi Norbert Wiener şöyle der: “Bilgi, bilgidir; enerji veya madde değildir. Bunu kabul etmeyen hiçbir materyalist fikrin bugün ayakta kalması mümkün değildir.” (Wiener, Cybernetics, s. 182)
Meşhur fizikçi Paul Davies de bilginin fizikî ve kimyasal madde ve süreçlerden farklı bir şey olduğunu şöyle ifade eder: “Açıktır ki canlılık kimyevî bir görüngüdür; ancak ondaki ayırt edici özellik kimyada yatmamaktadır. Hayatın sırrı, üzerindeki ilmin özelliklerinden gelir. Yaşayan bir organizma bilgi işleten kompleks bir sistemdir.” (Davies, The Fifth Miracle, s. 19)
İlk canlılığın ortaya çıkışı da, gelişimi de, çoğalması da en temelde bilgiyle ilişkilidir. Bilginin kaynağı problemi çözülemediği sürece, canlı organizmaların oluşum ve gelişimleri de çözülemez. En küçük bir bakteri hücresinde dahi milyonlarca sayfayı bulan genetik bilginin, ne maddi sebeplerle, ne tesadüfi süreçlerle ne de doğa yasalarıyla izahı mümkün değildir. Bilgi, ancak akıl ve şuur sahibi varlıklar tarafından üretilebilir. Hele dünyadaki milyonlarca canlı türündeki bilginin toplamını göz önünde bulunduracak olursak (ki bu bilgi dünyadaki bütün kitaplardan çok daha fazladır), bunun, rastlantıların, atomların veya yasaların üstesinden gelemeyeceği muazzam bir iş olduğunu çok daha kolay anlarız. Bu, tabiri caizse Yüce Yaratıcının her hücreye kendi mührünü vurması, kendi imzasını atması demektir. (Bkz. Stephen C. Meyer, Signature In The Cell-DNA Evidence For Intelligent Design)
Nasıl ki kitaplardaki veya bilgisayar programlarındaki bilgiler arka planda işleyen bir akıl ve şuura işaret ediyorsa, tek bir kitap veya bilgisayar programından çok daha kompleks ve mükemmel olan DNA bilgisinin bir Yaratıcı olmaksızın vücuda gelmesi düşünülemez. Bırakalım bir kitabı, sahilde kum üzerine yazılmış anlamlı bir cümle gördüğümüzde dahi, bunun, dalgaların tesadüfi vuruşlarıyla meydana gelmediğini; bilakis zekâ sahibi bir varlık tarafından yazıldığını biliriz. Buna rağmen şayet bütün hücresel süreçleri kontrol eden, vücudun ihtiyaç duyduğu bütün proteinlerin üretim kodlarını sağlayan muazzam bir bilgi kaynağını tesadüfi süreçlerle açıklamaya çalışırsak kendimizle çelişmiş ve tutarsız davranmış oluruz.
Bu yüzden DNA sarmalının keşfedilmesi, canlı organizmaların ortaya çıkışlarıyla ilgili her tür natüralistik izaha indirilmiş büyük bir darbe olmuştur. Çünkü bir kâğıda yazılmış iki satırlık basit bir bilgi dahi bilinçli bir etkinliği akla getirirken, bilgiyle dopdolu olan bir hücrenin evrimle, rastlantısal süreçlerle açıklanması büyük bir çelişkidir. Evrim, hücreye ilk bilgi girdisinin nasıl gerçekleştiğini açıklayamadığı sürece, hayatın kökenini de açıklayamayacaktır.
4: İNSAN BİLİNCİ
Günümüzde evrimcileri en çok zorlayan konulardan bir diğeri de insan bilincidir. Burada bilinçle kastettiğimiz şey; ruh, irade, kalb, şuur, akıl ve benlik gibi insanı insan yapan, onun başta kendini, sonra da çevresini fark etmesini sağlayan, ona düşünme, akletme, hissetme ve duyumsama gibi yetileri kazandıran hususiyetlerin tamamıdır.
Bugün insanla hayvan arasındaki farkları bilmeyen yoktur. Her şeyden önce insan, olağanüstü kabiliyetlerle donatılmış bir akla sahiptir. Bu aklı sayesindedir ki o, bütün varlık üzerinde tasarrufta bulunmuş, konuşma becerisine sahip olmuş, medeniyetler kurmuş, teknik ve teknolojide olağanüstü keşifler ortaya koymuş, baş döndürücü bilimsel gelişmelere imza atmış ve kültürel faaliyetlerde bulunmuştur. 1.5 kg. ağırlığındaki beyni ile o, dünyanın çehresini değiştirmiştir.
Kaldı ki insanı hayvanlardan ayıran tek özelliği sadece zihinsel faaliyetleri de değildir. Bilakis o, kalbî, ruhî ve vicdanî mekanizmaları sayesinde zengin bir his ve duygu dünyasına sahiptir. Sanat ve estetik zevkleri vardır. Güzele ve güzelliğe karşı hayranlık duyar. Ahlâk dışı davranışlar sergilemekten hayâ eder, utanır. Ailesine ve yakın çevresine karşı sevgi ve muhabbet besler. Haksızlığa karşı öfke duyar. Bazen umutlanır bazen de hayal kırıklıkları yaşar. Çevresinde olup bitenlere karşı merak duyar. Hepsinden öte dünyadaki varlık gayesini düşünür, hayatın anlamını arar, inanma ihtiyacı duyar ve ebediyeti arzular.
İnsan, sahip olduğu bütün bu mümeyyiz vasıflar ve yüce hasletlerle hayvanlardan apayrı bir varlık ortaya koyar. Bunların fiziksel ve maddi kavramlarla izahı mümkün değildir. Çünkü temel yapıtaşlarında bulunmayan özellikler bütünde de bulunamaz.
Bununla birlikte Darwinistlere göre insanın sahip olduğu bütün bu olağanüstü özellikler de mutasyon ve tabii seleksiyonun birer ürünüdür. Maymunla aynı atadan gelen insan, evrimleşme neticesinde bugünkü şeklini almıştır. Evrimciler, insanın sahip olduğu bu olağanüstü yetenek ve kabiliyetler ile beyin büyüklüğü arasında güçlü bir irtibat olduğunu ifade ederek, bütün kerameti burada ararlar. Zira evrimleşme sürecinde maymunla yolları ayrılan insanın beyni büyümeye başlamış, zekâ, şuur, dil, ahlak, din, kültür ve medeniyet gibi bütün değer ve birikimler de buna bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
Marvin Minsky’nin ifadesiyle evrimciler insan beynini şuurlu düşünebilen etten yapılmış bir bilgisayar gibi görürler. Francis Crick de şöyle der: “Sevinçleriniz ve dertleriniz, anılarınız, hırslarınız, kişiliğiniz ve iradeniz gerçekte geniş bir sinir hücresi ağının ve onlarla bağlantılı moleküllerin davranışından başka bir şey değildir.” (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 76)
Şayet his ve duygular, bilinç ve şuur, insan beyninin işlem gücü neticesinde ortaya çıkan tabii bir sonuç ise niçin ileri teknoloji bilgisayarlar veya robotlar insan beyninden daha ileri bir işlem gücüne ulaştıkları hâlde şuur sahibi olamıyorlar. Yoksa ileride şuur ve bilinç sahibi makineler üretebilecek miyiz? Uzmanlar bunun mümkün olamayacağını söylüyor. Çünkü bilgisayarların yapay zekâları olsa da gerçek bir zekâları yoktur.
Beynin nasıl olup da büyüme sürecine girdiğinin, büyüyen beyinde bütün bunların nasıl ortaya çıktığının makul ve bilimsel bir izahı yoktur. Birçok evrimci iddia gibi bu da salt bir spekülasyondan ibarettir. Çünkü bunun doğruluğunu gözlemleyip test edebilecek hiçbir imkâna sahip değiliz. Daha da önemlisi şuurun, beynin bir işlemi olmadığını gösteren önemli çalışmalar yapılmıştır. Zira beyin ölümü kesin olarak gerçekleşen ve tıbben ölü kabul edilen fakat daha sonra tekrar hayata dönen hastalar üzerinde yapılan çalışmalarda, bu süre zarfında şuurun devam ettiği tespit edilmiştir.
Benlik ve şuur bir yana, insanın akletme, düşünme, tefekkür ve tezekkürde bulunma gibi zihnî ve fikrî faaliyetlerinin dahi beyinle olan irtibatı yeterince ortaya konulmuş değildir. Zihin ve aklın, kafatasımızın içinde yer alan fiziksel beynimize ait bir meleke olup olmadığı, bunlar arasında nasıl bir irtibatın bulunduğu oldukça kompleks ve belirsiz bir meseledir. Beyindeki nöronların, nöronlar arasındaki bağlantı ve etkileşimin ne tür zihinsel sonuçlar doğurduğunu nedensellik ilişkisiyle açıklamak, bilim adamları açısından hiç de kolay değildir.
Fransız filozof Paul Ricoeur, “Beynim düşünmüyor (düşünen, beynim değil) ama ne zaman düşünsem, beynimde bir şeyler oluyor!” (J. P. Cihangeux, P. Ricoeur, Neden Nasıl Düşünürüz, s. 45); “Beynin yapısıyla ruhsal olaylar arasında bir ilişki olduğunu öğreniyoruz ama bütün bunlar bana bu ilişkinin ne olduğunu söylemiyor.” (s. 54) sözleriyle akletme ve beyin arasındaki ilişkiyi ortaya koyabilmenin ne kadar zor olduğuna, hatta düşünmenin bütünüyle beyne verilemeyeceğine işaret eder. Kur’an-ı Kerim’in de, “Kalbleri vardır ama bu kalblerle idrak etmezler.” (A’râf sûresi, 7/179) âyetiyle akletme, düşünme ve anlama gibi zihnî faaliyetleri kalbî bir ameliye olarak ortaya koyduğunu hatırlatmakta fayda var.
Filozof Robert Augros ve fizikçi George Stanciu, ruh/beden ayrımı hakkında şu önemli tespiti yaparlar: “Fizik, nörobilim ve psikolojinin gelmeye başladıkları ortak nokta şu: Akıl maddeye indirgenemez. Maddenin bir gün akledeceğini düşünmek simyacının başka şeyleri altın yapmaya çalışması kadar boştur.” (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 367)
Netice itibarıyla hipotez ve teorileri değil de gözlem, tecrübe ve bilimsel verileri esas alacak olursak, insanın sahip olduğu benlik ve şuurun, materyalist temellere oturan evrimsel süreçlerle izah edilemeyeceğini anlarız. Zira bunların beynin fiziki birer işlemi olmadığını gösteren önemli deneyler yapılmış, bilimsel bulgular elde edilmiştir. (Bkz. Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 348-350) Dolayısıyla fiziki olan şeylerin metafiziğe ait sıçramalar yapabilmesini maddenin imkânları dâhilinde izah edemeyiz. Şuur, ancak şuur sahibi bir varlıktan gelebilir.
5: KAMBRİYEN PATLAMASI
Evrim teorisinin önündeki en büyük engellerden biri de 530 milyon yıl önce gerçekleşen ve ismine kambriyan patlaması (cambrian explosion) denilen zaman diliminde otuzun üzerinde filumun bir anda ortaya çıkmasıdır. Bulunan birçok fosil bunu net olarak kanıtlamıştır. Kambriyen dönemine ait faunanın bir anda ortaya çıkmasının anlamı ise ara geçiş formlarının olmaması demektir. (Stephen C. Meyer, “The Cambrian Information Explosion”, Debating Design, s. 373)
Kambriyen döneminde ortaya çıkan salyangozların, trilobitlerin, süngerlerin, solucanların, denizanalarının, deniz yıldızlarının, yüzücü kabukluların ve deniz zambaklarının her biri oldukça kompleks yapıya sahip canlılardır. Tek hücreli canlılar ile bunlar arasında geçiş formları bulunamamıştır. Yani Kambriyen dönemi canlılarının ortak ataları yoktur. Bu kompleks canlıların nasıl olup da bir anda evrimleştiğine dair elde hiçbir kanıt mevcut değildir.
Evrimin en meşhur savunucularından biri olan Richard Dawkins bile bu konuda şunu söyler: “Kambriyen kayaç katmanları, ana omurgasız gruplarının çoğunu bulduğumuz, en eski kayaçlardır. Bu fosillerin çoğunu ilk ortaya çıkışlarında ileri bir evrim düzeyinde buluyoruz; sanki hiç evrimsel tarihleri yokmuş ve oraya bırakılmışlar gibi… Söylemeye hacet yok, bu ani ortaya çıkış yaratılışçıları çok mutlu ediyor.” (Dawkins, Kör Saatçi, s. 263)
Darwin de bu problemin farkındadır. O, Kambriyen öncesi dönemlere ait çökeltilerin niçin fosil kayıtları açısından zengin olmadığı sorusuna doyurucu bir cevap veremediğini itiraf etmiştir. (Darwin, Türlerin Kökeni, s. 403) Fakat Darwin Kambriyen döneminin 60 milyon yıl önce yaşandığını tahmin eder. Şayet onun 530 milyon yıl öncesine ait bir olay olduğunu bilseydi belki teorisinden bile vazgeçerdi.
Darwin’in takipçileri Kambriyen dönemini çok uzun göstermeye çalışarak (30-40 milyon sene), o döneme ait fosil delillerini hafife alarak veya yeterince Kambriyen patlaması üzerinde durmayarak bu durumu maskelemeye çalışırlar. Ne var ki Afrika ve Avustralya’da üç milyar yıldan daha yaşlı tek hücreli organizmalar bulunmuştur. Çok az sayıdaki çok hücreli canlı fosilinin tarihi ise 600 milyonlu yıllara aittir. Fakat bunlarla Kambriyen canlıları arasında çok büyük farklar vardır. Yani evrimleşme yoluyla prekambriyenden Kambriyene nasıl geçildiğini göstermek mümkün değildir. Kambriyende muhteşem canlı organizmaların bir anda belirivermesi evrimciler açısından âdeta bir mucize gibidir.
İşin tuhaf tarafı Kambriyen patlaması bir anda ortaya çıktığı gibi bir anda da sona ermiştir. Kambriyen sonrası yaklaşık 500 milyon yıllık zaman dilimi boyunca ortaya çıkan canlı türü oldukça sınırlıdır.
Sonraki dönemlerde de canlıların ortaya çıkışında bir tedricilik görülmez. Mesela birçok memeli türü Paleosen döneminde (60-65 milyon yıl önce) dünyanın yaşına oranla çok kısa bir zaman aralığında ortaya çıkar. Yırtıcılar, yarasalar ve tek tırnaklılar gibi memeli sınıflarının bir anda ortaya çıkışı da evrimciler açısından en az Kambriyen patlaması kadar açıklanamaz bir vakıadır.
Paleontoloji uzmanı George Gaylord Simpson’un şu ifadeleri bu ani ortaya çıkışları çok güzel resmeder: “Yeryüzündeki canlı tarihinin en şaşırtıcı yönü, sürüngenlerin hâkim olduğu Mezozoik dönemden âni bir şekilde memeliler dönemine geçilmesidir. Sanki bütün oyuncularının çok sayıda ve türdeki sürüngenler olduğu bir tiyatro sahnesinin perdesi âniden inmiş ve perde tekrar açıldığında bu defa başrollerde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin azınlıkta kalarak kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Sahnede görülen memeliler ise bir önceki dönemden hiçbir iz taşımıyorlar gibidir.” (Simpson, Life Before Man, s. 42)
Böyle bir tablo ise Darwin’in çizdiği hayat ağacından oldukça farklıdır. Zira “biyolojik big-bang” de denilen Kambriyen olayı, canlıların adım adım evrimleşmediklerini gösteren en büyük kanıtlardan biridir.
6: ENTROPİ (DÜZENSİZLİK) YASASI
Meselenin teknik izahını bir kenara bırakacak olursak kısaca entropi, tabiattaki düzensizliğin arttığını, bütün varlıkların zamanla yıprandığını ifade eder. Mesela canlılar yaşlanır ve ölür, arabalar paslanır, binalar yıpranır, taşlar aşınıp ufalanır. Tabiattaki bütün varlıklar zamanla dağılır, bozulur ve değişirler. Çürüyüp parçalanma er ya da geç her varlığı bekleyen mukadder sondur. Yani kâinattaki entropi (düzensizlik) tek yönlü olarak ve tersine döndürülmez bir tarzda sürekli artar. Buna Termodinamiğin İkinci Yasası da denir.
Entropi yasasının ifade ettiği mana, enerjinin sürekli olarak daha çok kullanılabilir bir formdan daha az kullanılabilir bir yapıya doğru değişmesidir. Bunun yol açacağı sonuç ise kâinattaki düzensizliğin her geçen gün artmaya devam etmesidir. Eğer bir yerde oluşan bir düzen söz konusu olsa bile mutlaka başka bir yerde daha büyük çapta bir düzensizlik ortaya çıkacaktır. Albert Einstein’a göre bu yasa, “bütün bilimlerin birinci kanunudur.”
Şu ifadeler entropi yasasının bilim adamları arasındaki genel kabulüne işaret eder: “En ünlü fizikçilere göre fiziğin en temel yasası olan entropi; başarılı bilimsel bir teori olmak için farklı bilim felsefecilerince ortaya konmuş olan gözlem ve deneye dayanma, yanlışlanabilme, öngörü yeteneği, başarılı matematiksel açıklama gibi kriterlerin hepsini karşılar.” (Taslaman, “Din Felsefesi Açısından Entropi Yasası”, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 30 (2006/1), s. 90)
Entropinin, evrimin önünde nasıl bir engel olduğu şöyle ifade edilir: “Kâinatta her şey, kendini minimum enerjiye ve maksimum düzensizliğe çekmek ister. Bu Termodinamiğin İkinci Kanunu olarak ifade edilir. Evrimcilerin iddiaları ise, bu ikinci kanuna terstir. Çünkü onlar, basitten mükemmele doğru bir gidişin olduğunu, basit yapılı canlılardan zamanla daha mükemmel ve yüksek yapılıların teşekkül ettiğini ileri sürerler. Hâlbuki bu entropi kanununa göre her şey komplekslikten basitliğe, karmaşıklıktan tekliğe doğru parçalanma ve gitme eğilimindedir.” (Âdem Atatlı, Sorularla Evrim ve Yaratılış, s. 59)
Modern yaratılışçı bilimin babası olarak kabul edilen Henry M. Morris’e göre evrimciler, bütün evreni kapsayan bu temel fizik kanununu yeterince önemsemez, mümkün olduğunca ondan söz etmez ve evrimi teşvik eden kitaplarında ona değinmezler. Bu ise yaratılışçılar açısından şaşkınlık verici bir durumdur. Bu konuda kendilerine soru yöneltildiğinde ve bir şeyler demek zorunda kaldıklarında da genellikle şu cevaplardan birini verirler:
(1) Termodinamiğin ikinci yasası canlı sistemlere uygulanamaz, (2) Termodinamik yalnızca istatistiksel bir ifadedir ve istisnaları mümkündür, (3) Belki İkinci Yasa eskiden işlemiyordu, (4) Belki evrenin başka bölgelerinde İkinci Yasa işlememektedir, (5) İkinci Yasa açık sistemlere uygulanmaz.
Morris, bu iddialara tek tek cevap verir, bunların akla ve bilime uygun olmadığını gösterir ve entropinin evrim modeli karşısında önemli bir sorun olarak durduğunu ifade eder. O, şöyle der: “Şimdi çok emin olarak, evrim olayının Termodinamiğin İkinci Yasası tarafından tümüyle olanaksız kılındığını söyleyebiliriz. Evrim modelinin bu İkinci Yasaya uydurulması olanaksızdır.” Morrise’e göre en temel tabiat yasaları karşısında evrimcileri yukarıdaki gerekçeleri öne sürmeye sevk eden sebep, evrimin sorgusuz sualsiz doğru olduğunu kabul etmeleridir. (Morris, Bilimsel Yaratılışçılık, s. 37-45)
7: CİNSİYET-ÇİFT VAROLUŞ
Evrimin önündeki en büyük bariyerlerden biri de canlılar dünyasındaki cinsiyettir. Farz edelim ki kendiliğinden bir canlı vücuda geldi, üremeye başladı ve uzun asırlar boyunca mutasyon ve doğal seçilim yoluyla farklı türleri meydana geldi. Her bir türün kusursuz, hatasız ve mükemmel yapıdaki dişi ve eril üyelerden oluşmasını ve bunların çiftleşebilmek için gerekli üreme organlarına sahip olmalarını tesadüflerle izaha çalışmak aklen kabul edilebilir bir ihtimal değildir.
Evrimi savunan bilim adamları arasında cinsiyetlerin neden ve nasıl evrimleştiği konusunda henüz kabul gören bir hipotez ve açıklama yoktur. Bazı evrimciler hiç bu konuya girmeyi istemez ve en fazla, “Bilim ileride bu sorunsalı çözecektir.” demekle yetinirler. Bir kısım tahmin ve öngörülerden yola çıkarak bu konuyu izah etmeye çalışan evrimciler olsa da, onların açıklamaları da tatmin edicilikten ve makuliyetten çok uzaktır.
Bölünerek çoğalma çok daha kolay olduğu hâlde tek hücreli canlıların niçin eşeyli üreyen canlılara evrildiği, bu evrimleşme sırasında niçin iki cinsiyetin ortaya çıktığı, çift varoluşun bütün türlerde kusursuz bir şekilde nasıl devam edip gittiği, bu iki cinsiyetin nasıl sürekli birlikte evrim geçirdiği, farklı cinsler arasındaki cazibe ve çekiciliğin nasıl ortaya çıktığı gibi yüzlerce soruya evrim içerisinde cevap aramanın hiçbir anlamı yoktur.
Nature dergisinin fahri editörü John Maddox konuyla ilgili şöyle der: “En önemli soru cinsel üremenin ne zaman ve nasıl geliştiğidir. On yıllardır yapılan bütün tahminlere rağmen bunu bilmiyoruz.” (Antony Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış, s. 111)
Bu sebepledir ki bazı araştırmacılar cinsiyetin ve çiftleşmenin modern evrim teorisi önündeki en büyük engellerden biri olduğunu ifade etmiş; cinsiyetin evrim için neden gerekli olduğunu anlamak için Darwinci olmayan açıklamalara ihtiyaç duyulduğunu ifade etmişlerdir. (Robber Wesson, Beyond Natural Selection, s. 139)
8: GÜNÜMÜZDE GÖZLENEN GERÇEKLİK
Richard Dawkins, evrim hakkında kanıt elde etmeyi şöyle bir analojiyle anlatır: “Bizler işlenen bir cinayetin ardından olay mahalline gelen dedektifler gibiyiz. Katilin davranışları çoktan tarihe karışmıştır. Dedektifin cinayete kendi gözleriyle tanık olma şansı yoktur. Dedektifin elinde olan, geride kalan izlerdir ve orada güvenilecek çokça şey vardır. Ayak izleri, parmak izleri (ve günümüzde DNA parmak izleri), kan lekeleri, mektuplar ve günlükler vardır.” (Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 22)
Theodosius Dobzhansky de evrime ait vakıaların bir kereye mahsus olduğunu, tekrar edilemeyeceğini ve geri dönüştürülemeyeceğini belirtirken aynı noktaya dikkat çeker. Ona göre evrimsel süreçlerin geriye dönüşümünü sağlamak, karada yaşayan bir omurgalıyı bir balığa dönüştürmek kadar imkânsızdır. (Dobzhansky, “On Methods of Evolutionary Biology and Anthropology”, American Scientist, volume: 46, s. 388)
Bu anlatıya göre evrim, geçmişin karanlık asırlarında olup bitmiş bir vakıadır. Evrimin gerçekliğini öğrenmek isteyen bilim adamlarının yapması gereken tek iş, onun arkada bıraktığı izleri takip etmektir.
Evrimcilerin bu yaklaşım ve bakış açısındaki boşlukları ve çelişkileri nasıl olup da fark etmediklerini anlamak mümkün değil! Şayet evrim, hem günümüzde yaşayan hem de nesli tükenen milyonlarca farklı türdeki canlıyı ortaya çıkaran tek gerçeklik ise, onun mekanizmalarının günümüzde de faaliyetini sürdürüyor; yani hâlihazırda yaşamını devam ettiren bütün canlı türlerinin evrimleşme süreçlerinin devam ediyor olması gerekir. Daha da önemlisi tıpkı fosil kayıtlarında olduğu gibi günümüzde yaşamlarını devam ettiren canlıların önemli bir kısmının da yeni türleri oluşturmak üzere yola çıkmış ara formlar olması gerekir.
Oysaki canlılar âleminde gezinen bir insan evrimleşmeye dair hiçbir kanıt ve hiçbir belirti göremez. Tam tersine, türler arasında aşılması imkânsız muazzam farklar bulunduğunu, her bir türün sahip olduğu doku, organ ve yapıların yerli yerinde olduğunu, organizmanın yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmesi adına hayatî işler gördüğünü, hiçbir türün kendi sınırlarını aşarak yeni bir oluşuma girmediğini müşahede eder.
Ramazan el-Buti, var olan gerçekliğin evrimi yalanladığını şu sözleriyle izah eder: “Gözlemlediğimiz gerçeklik, Darwin’in doğal seçilim ve güçlü olanın hayatta kalacağı yasası ile keskin bir karşıtlık içindedir. Geçirdiği çok çok uzun yıllara rağmen yerküresi, denizanasından maymuna, ondan insana kadar en güçlü, güçlü ve zayıf olan canlılarla hâlâ dolup taşmaktadır. Eğer bu yasa doğru olsaydı, onun en basit ve en açık muhtemel sonucu şu olurdu: Evrim süreci ve seçilimin ne kadar yavaş olduğuna bakmaksızın, canlıların tekâmülü en azından başlangıç noktasından biraz ileride olurdu. Oysaki bu başlangıç noktası çeşitli zayıf canlılarla kaynamakta ve hâlâ kendilerine has yaşam biçimini, tıpkı atalarının yaptığı gibi sürdürmektedirler.” (Bûtî, Kübra’l-yakiniyyat, s. 260)
Darwin’in takipçileri evrimin nasıl iş başında olduğunu ispatlamak için atla eşeğin çiftleşmesinden doğan katırı, bakterilerin antibiyotiklere karşı kazandığı direnci veya melezleme ve kültürleme ile yeni ırkların elde edilmesi gibi vakaları gösterirler. Ne var ki zaten bu gibi konular “evrim teorisi” başlığı altında yapılan tartışmaların mevzusu değildir. Evrimi reddedenler de türün kendi sınırları içerisinde farklı varyasyonların ortaya çıkabileceğini kabul eder. Katırın varlığı ise türleşmenin bir örneği olamaz. Çünkü katır zaten kısır olup, üreme kabiliyetine sahip bir hayvan değildir.
Öte yandan evrimciler, türleşmenin birkaç nesilde değil, süresi milyonlarca yılı bulacak çok uzun zaman dilimlerinde gerçekleşeceğini söyler. Fakat bu da oldukça tuzak bir ifade şeklidir. Çünkü farz-ı muhal bunu doğru kabul etsek bile, günümüzde evrimleşmenin gözlenemiyor olmasını açıklamış olmayız. Zira tarihin farklı dönemlerinde evrimleşmeye başlamış milyonlarca canlının evrimleşme süreçlerinin günümüzü de kapsaması gerekirdi. Zaten evrime karşı çıkan insanlar da, sıfır noktadan başlayıp bitişine kadar bir türün dönüşümünün gözlemlenemeyeceğini bilir. Sadece “Milyonlarca yıl önce başlamış ve hâlâ devam eden örnekler niye yok?” diye sorar.
Söz gelimi evrim bakış açısıyla insanı ele alacak olursak, zihnimize onlarca soru hücum eder. Geçmiş asırlarda yaşadığı iddia edilen homo’ların bir kısmı niye günümüzde varlığını sürdürmüyor? Evrimleşme homo sapiens’le durdu mu, yoksa devam mı ediyor? Durduysa niye durdu; devam ediyorsa bu evrimleşme mükemmele doğru mu ilerliyor, yoksa gerilemesi de mümkün mü? Maymun veya daha başka hayvan türleri içerisinde insan olmaya doğru yol alan canlılar var mı? Bilimin sınırları içerisinde bütün bu sorulara cevap vermenin imkânı yoktur.
Aslında bütün bunlar kitap satırlarında okunduğunda kulağa hoş gelebilen evrim senaryolarının gerçek hayatta hiçbir karşılığının olmadığını gösterir. Yani evrimin gerçekleştiğini gösteren ne gözlenmiş bir numune vardır ne de bizi bunu kabul etmeye zorlayan mantıkî bir zaruret söz konusudur. Tabi ki natüralist izahlar yegâne izah modeli kabul edilmediği ve materyalist gözlük takılmadığı sürece.
9: EVRİME KARŞI ÇIKAN BİLİM ADAMLARI
Darwin, teorisini ortaya attığı günden itibaren bilim camiasının önemli bir kısmını etkisi altına almış olsa da, o günden bugüne itiraz ve eleştirilerin ardı arkasının kesilmediği de bir gerçektir. Mesela www.dissentfromdarwin.org isimli internet sitesinde “Hayatın karmaşıklığının açıklanması için kullanılan tabii seleksiyon ve tesadüfî mutasyon mekanizmalarının yeterlilikleri konusundaki iddialara şüpheyle yaklaşıyoruz. Darwin’in teorisi için delillerin dikkatli bir şekilde incelenmesi desteklenmelidir.” şeklindeki bir bildiriyle birlikte evrime karşı imza kampanyası başlatılmış ve dünyanın farklı yerlerinden 1200 civarında bilim adamı bu kampanyaya destek vermiştir. (İlgili siteden bilim adamlarının isimlerinin, branşlarının ve çalıştıkları kurum bilgilerinin yer aldığı liste indirilebilir)
Evrimciler de yer yer evrimin bilimsel olduğunu ifade etme adına benzer kampanyalar düzenliyor ve ortak bildiriler yayınlıyorlar. Mesela 2006 yılında 66 farklı ülkeden 68 bilim akademisinin iştirakiyle böyle bir bildiri yayınlanmıştır.
Aslında bilimsel olduğu ifade edilen bir meselenin bu tür yollarla insanlara benimsetilmeye, hatta dikte edilmeye çalışılması, onu bilimsel olmaktan çıkararak bir ideoloji hâline getirir. Dolayısıyla evrim aleyhinde düzenlenen imza kampanyaları onu reddetmek için makul bir sebep olmayacağı gibi, lehinde yapılanlar da onu ispatlamaz. Bilimsel bir konu ilmî yollarla ispat edilir, siyasetçi seçer gibi oy devşirerek olmaz. Muhtemelen bilimsel bir meselenin doğruluğu veya yanlışlığı yönünde “oy kullanılmasının” veya “imza atılmasının” bilim tarihinde başka bir misali yoktur.
Bilimi ilgilendiren bir mesele hakkında yapılması gereken, fikir ve teorilerin bilimsel veri ve kanıtlarıyla ortaya konulması, değerlendirmenin de kamuoyuna bırakılmasıdır. Kanıtları güçlü bulan kişiler bunu kabul eder, zayıf bulanlar ise reddeder. İleri sürülen aykırı fikirler, yorum ve değerlendirmeler de bir şans olarak görülür ve teorinin daha da geliştirilmesinde veya değiştirilmesinde ya da terk edilmesinde dikkate alınır. Bilimde oylama olmaz, olmamalıdır. Böyle bir zihniyetin Galile’yi mahkûm eden Engizisyon’dan bir farkı yoktur. Ne var ki evrim konusu bilimin çok ötesine geçtiği, bazılarınca bir ideoloji, din ve hayat görüşü hâline getirildiği için, bu tür tuhaflıkların yaşanması da kaçınılmaz oluyor.
Bizim böyle bir başlık atmamızın ve evrim fikrine karşı çıkan çok sayıda saygın bilim adamının da bulunduğunu söylememizin tek amacı, evrim savunusunun bir propagandaya dönüştürülerek kamuoyunda yanlış bir algı oluşturulmasıdır. Evrim, bir taraftan tıpkı dünyanın yuvarlak olması gibi doğruluğu ispatlanmış bir yasa gibi sunuluyor, diğer yandan da evrimi ancak “dar kafalı dindarların” reddedeceği ileri sürülüyor. Tartışma programlarında evrimi reddeden tek bir bilim adamının dahi olmadığı söylenebiliyor.
Hâlbuki yukarıdaki imza kampanyası bile tek başına bu tür iddiaların ne kadar asılsız olduğunu ortaya koymaya yetecektir. Şayet evrim, yerçekimi kanunu veya suyun kaldırma kuvveti gibi kesin kanıtlarla ispatlanmış bilimsel bir gerçek olsaydı, bu kadar bilim adamının, kariyerini riske atma pahasına onun karşısında durması söz konusu olamazdı. Demek ki evrimin pozitif bilimin deney ve gözlem sınırlarını aşan, “yorum” ve “iman” gerektiren ayrı bir yönü var.
Kaldı ki evrimi kabul etmediği halde mahalle baskısından ötürü tarafsız görünmeyi tercih eden bilim adamlarının sayısı da az değildir. Everett C. Olson’un şu ifadeleri buna dikkat çeker: “Biyoloji ile meşgul olan yeni nesil arasında evrimle ilgili bugünkü düşüncelerimizin çoğuna katılmayan, bu konuyu çok önemsemeyen, çekişme ortamı doğurmanın fazla bir şey getirmeyeceğini düşünen, dolayısıyla da bu konularda fazla yazıp çizmeyen sessiz bir grup var. Bu sessiz kesimin nicelik ve niteliğini kestirmek elbette zordur. Ancak sayıların önemsiz olmadığında da şüphe yoktur.” (Olson, “Morphology, Paleontology, and Evolution”, Evolution Afer Darwin, 1/523)
Kısacası, ilk ortaya konulduğu günden itibaren her devirde evrimi kökten reddeden bilim adamları hep var olagelmiştir. Zannedildiği gibi evrim sadece dinî nedenlerle reddedilmediği gibi, ona karşı çıkanlar da sadece din adamları değildir. Bilakis bunlar arasında pek çok branşta uzmanlaşan önemli bilim adamları vardır. Özellikle son yarım asırdır Olson’un bahsettiği sessizlik bozulmuş, karşıt görüştekilerin sesi bir koroya dönüşmüş ve evrim teorisi aleyhine yazılan eserler büyük bir literatür oluşturmuştur.
Evrim teorisine yöneltilen kökten sorgulamalar her geçen gün daha da artmaktadır. Canlı organizmalar üzerinde yapılan araştırma ve keşifler ilerledikçe, evrim teorisinin önüne de çözümü mümkün olmayan büyük çaplı engeller çıkmaktadır. Hususiyle moleküler biyoloji, biyokimya ve genetik alanlarında sürdürülen araştırmalar, biyolojik yapıların kompleksliğini ve mükemmelliğini daha detaylı olarak önümüze sermekte, bu yapıların tesadüfler sonucu ortaya çıkmasının imkânsızlığını daha net göstermektedir.
Prof. Dr. İrfan Yılmaz, değişmeye başlayan tabloyu şu sözleriyle resmeder: “Darwinizm’e karşı geçmişte pek çok insan sadece dinî kaynaklara dayanan itirazlar öne sürerdi. Teorinin savunucuları ise, bugüne kadar bilimin kendi taraflarında olduğunu iddia ederlerdi. Oysa 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren elde edilen şaşırtıcı ilmî tespitler, tabloyu tersine çeviriyor. Bugün Darwin’e karşı itirazımız, bilmediklerimizden değil, bildiklerimizden kaynaklanıyor. Dogmatik düşünce yolunu seçenler ise artık Darwinistler. Biz onlara, canlılığın plânlı ve programlı yaratıldığını gösteren ilmî deliller sunuyoruz, onlar ise bunları, sadece felsefî ve ideolojik dünya görüşleri sebebiyle reddediyorlar.” (110 Soruda Yaratılış ve Evrim Gerçeği, s. 388)
Fransız Bilimler Akademisi’nin (French Academy of Sciences) eski başkanlığını ve 28 ciltlik meşhur Traité Zoologie eserinin editörlüğünü yapan biyolog Pierre P. Grassé, yaptığı şu değerlendirmede evrime “sahte bilim” demekten kaçınmamıştır: “Biyologlar, sosyologlar ve filozoflar arasında tutunmasına rağmen biyolojik evrimin doktrinleri objektif ve kapsamlı bir eleştiriye karşı koyamaz. Bu doktrinler ya gerçekle çatışmakta ya da ilgilendiği temel problemleri çözememektedir. Gizli-saklı varsayımların, ham, hatta yanlış dayanaklı sonuçların bazen iyi, bazen kötü kullanımıyla sahte bir bilim meydana getirildi. Bu sahte bilim, biyolojinin tam kalbine kök salmakta ve temel kavramların kesinliğinin kanıtlandığına -ki kanıtlanmamıştır- samimiyetle inanan birçok biyokimyacı ve biyoloğu yanlış yöne sürüklemektedir.” (Grasse, Evolution of Living Organisms, s. 202)
*Bu yazı tr724.com sayfasından alınmıştır.
Önceki Yazılar: