Lugat mânâsı itibarıyla, tutulup gidilen yol, yöntem demek olan “mezhep”, ıstılahî olarak dinin, bazı noktalarda yorum ve tevil farkları bulunan kollarından her birine denir.
Her şeyden önce şunu ifade etmeliyim ki, mezhep imamları mezhep kurmak için uğraşmamışlardır. Meselâ, bunların ilki Ebû Hanife, hicrî 80’de dünyaya teşrif buyurmuş, 150’de vefat etmiştir. Ebû Hanife, sahabe ve tâbiînden (radıyallâhu anhüm) Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahvâl ü etvâr ve davranışlarına dair meseleleri tespit edip toplamıştır. Bunu yaparken örfün tesirleri de olmuştur. Kendi anlayış, yorum ve tevillerinde Ebû Hanife, “Ben mezhep kuruyorum.” dememiş, “Sünnet ve hadislerden, teferruata dair benim anladığım meseleler bunlardır.” demiştir.
Daha sonra zuhur eden İmam Mâlik, teferruata dair meseleleri değerlendirirken, yetiştiği şartlar ve kendi kültür ortamının da tesiriyle, müracaat ettiği şahıslardan çok cüz’î bazı farklarla hadis kitabı Muvatta’ı meydana getirmiş ve fetvalarını da onun içinde toplamıştır.
Onun talebesi İmam Şafiî, İmam Malik’e harfiyen bağlı olmakla beraber pek çok meselede hocasının anladığı meselelere saygısının yanında, bir kısım farklı yorumlar ortaya koymuştur ama o da bir mezhep kurma sevdasına düşmemiştir. Kendinden evvel yaşamış imamlara hürmetli olmakla beraber teferruata dair meselelerde kendi kanaatlerinin doğru olduğu fikrine varmıştır; varmış ve ulaştığı bilgileri, “el-Ümm” isimli kitabında toplamıştır.
İmam Ahmed İbn Hanbel, İmam Şafiî’den sonra gelmiş, meseleyi hadislere isnat ederek tekrarlarla beraber yaklaşık kırk bin hadis ihtiva eden “el-Müsned”ini meydana getirmiştir. O da bir mezhep kurmayı düşünmemiş, âyet ve hadisler çerçevesinde kendi anlayışını ortaya koymuştur. Böylece kendi kendine arkasında toplananlar için bir mezhep teşekkül etmiştir.
Binaenaleyh hiçbir mezhep imamı, parti kurar gibi mezhep kurma sevdasıyla ortaya çıkmamış ve anlayışlarını kitaplaştırmamışlardır. (Anlayış farkının usûlde değil, teferruatta olduğunu bir kere daha hatırlatalım.) Anlayışlarını kitaplarda tefrik edince bu anlayış farklarını parlak ve cazip bulanlar onun arkasından yürümüşler ve böylece zamanla mezhepler teşekkül etmiştir. Bu müntehîlerin (mezhep imamları) arasında ciddî bir muhalefet olmamıştır. Meselâ İmam Şafiî, İmam Âzam’ın medfun bulunduğu Bağdat’ta sabah namazı kılarken kunut duasını okumayı terk etmiş, bunun sebebi sorulduğunda da, “Ebû Hanife’nin huzurunda ona muhalefet etmekten hayâ ederim!” demiştir. Evet, onlar bu kadar hakperest ve kadirşinastılar.
Diğer bir konu, aslında mezheplerde büyük bir rahmet vardır. Vâkıa, Efendimiz’in bütün hayatını tek başına bir insanın yaşaması mümkün değildir. Allah mezhep imamlarına lütfetmiş ve ihsanda bulunmuş, her biri ona ait farklı derinlikleri temsil etmiştir ki o derinliklerden herhangi birini yaşayan kurtulur. Mezheplerin tevhidi olsaydı, her imamın söylediği şeyi yaşama mecburiyetinde kalacaktık.
Bir de bunlar çeşitli meşreplere göre çok hoş ve latiftir. Farklı coğrafyalar, farklı mizaçlar bunlardan herhangi birine daha yatkın olabilir ve mükellefiyetlerini belli ölçüde de olsa daha rahat yerine getirebilir. Bütün insanların meşreplerini, mizaçlarını birleştiremeyeceğimize göre, mezhepleri birleştirme veya bunların ayrı ayrı olmalarını hor görüp yadırgama yanlıştır. Beşer o kadar çeşitli tabakalardadır ki, bunları birleştirmek mümkün değildir.
İmamların meseleleri farklı anlamalarına gelince, İmam Şafiî, insan vücudundan kan çıkınca abdestin bozulmayacağına, insanın elinin kendisine nikâh düşen birine değdiğinde abdestin bozulacağına hükmeder. (eş-Şâfiî, el-Ümm 1/15.) Ebû Hanife ise bunların tam tersi bir hükme varır. Bunların kendilerine göre delilleri de vardır. İmam Şafiî şöyle der: Resûl-i Ekrem ve sahabe harp ederlerdi, çok defa yara alırlardı. Sonra kılıçları, kabzaları ve vücutları kanlı, Allah’ın huzurunda elpençe durur ve namaz kılarlardı. (en-Nevevî, el-Mecmû’ 2/67-68.) Eğer kan, abdesti bozsaydı Allah Resûlü onları ikaz ederdi.
Ebû Hanife taraftarları ise şöyle derler: İmam sen doğru söylüyorsun ama bu, harp zamanı gibi bir zarurete mebnidir. Her zaman böyle olmaz. Sair zaman insanın vücudundan kan çıksa onu yıkaması gerekir.
Zayıf da olsa her iki imamın farklı yorumladıkları şöyle bir hâdise de söz konusudur: Hz. Âişe, Efendimiz’in yüzünde çıkan bir sivilceyi kalkıp koparır. Yüzünden sivilcenin kopuşunu gören Resûlüllah kalkar abdest alıverir. Bu mesele kapalı bir zarf içinde imamların önüne getirilir. Ebû Hanife, “Efendimiz abdest aldı, çünkü sivilceden çıkan kan abdestini bozdu.” der. İmam Şafiî ise konuyu, “Allah Resûlü yüzüne kadın eli değdiği için abdest aldı.” şeklinde değerlendirir. Buna benzer meseleler çoğaltılabilir…
İşte teferruata ait bazı meselelerde bu türlü farklı anlayışlar, imamları farklı mütalaalara götürmüş ve bunlardan birini daha mâkul bulan, Ebû Hanife’nin arkasında, diğerini cazip bulan da İmam Şafiî’nin arkasında yerini almıştır. Mezheplerin bütün ihtilâfları böyle tâlî ihtilâflardır. Ben, Allah’a çok şükrediyorum ki, mezhepleri böyle ihtilâf ettirmiş ve meseleye vüs’at (genişlik) kazandırmıştır.
Kaynak: Çizgimizi Hecelerken, “Mezheplerin Doğuşu ve Çok Oluşunun Hikmetleri”