Mü’minin tavrı çok önemlidir. Zira o, Hz. Muhammed (sav)’in rahle-i tedrisinde dersini almış insandır. Mü’minin edep, nezaket ve nezahetin dışına çıkması mümkün değildir. Zira onun, hâdiseler ve şahıslar karşısında sergilediği her davranış otomatik olarak İslâm’a mal edilmektedir. Öyleyse mü’min, İslâmî edeple şekillenmiş tavrını, en imânsız adamlar ve en amansız hâdiseler karşısında dahi değiştirmeden bir Müslüman’a yakışır şekilde sergilemek zorundadır.
Allah Rasûlü (sav)’-nün hayatına baktığımızda, Ebû Cehil karşısında bile tavır değiştirmediğini görürüz. Bu itibarla da, şayet bir şey karşısında öfkelenmişsek, o öfkeyi dışarı vururken dahi kullanacağımız üslûp yine İslâmî bir üslûp olmalıdır. Vakıa, Kur’ân-ı Kerîm bazı âyetlerde kâfirlere karşı sert bir üslûp kullanmıştır. Ama, onun o sert üslûbu, şahıslardan ziyade bir kısım çarpık fikirlere ve düşünceleredir. Evet, aslında O, hiçbir kimseyi karşısına alıp hırpalamamıştır. O’nun hırpaladığı, kâfir ve mülhidlerden ziyade, onların temsil ettikleri ve kıyamete kadar da devam edecek olan kâfirce düşünceler ve mülhidce anlayışlardır. Her zaman, Kur’ân’dan bu dersi alan bizlerin, farklı davranması düşünülemez ve düşünülmemeli.
Evet, bizler bu hakikati şahıslar bazında ele aldığımız gibi, devletler bazında da ele alabiliriz. Meselâ; “Amerika, İngiltere, Almanya” derken zaman zaman üslûbumuzu sertleştirdiğimiz bir vakıa. Ancak şunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıyız ki, ileride gidip Amerikalılara, İngilizlere, Almanlara hak ve hakikatleri anlatmayı, onlara, İlâhî mesajları ulaştırıp ebedî bir azaptan kurtarmayı düşünüyorsak, daha bugünden sertliği bir yana bırakıp, onlara karşı kullanacağımız üslûbu iyi tesbit etmek zorundayız. O halde her mes’elede olduğu gibi, bu mes’elede de Kur’ân ve Sünnet’in ruhundan süzülmüş ölçü ve kriterlere müracaat etmemiz lazımdır. İsterseniz, Kur’ân’dan bir örnekle konuyu daha da müşahhaslaştıralım. Allah (cc), Hz. Musa (as)’ya Firavun hakkında “ona yumuşak söz söyle, belki düşünür”(Tâhâ, 20/44) diyor. Yani sana ve kavmine yıllarca kan kusturan Firavun bile olsa, yumuşak söz ve tatlı dille muamele edilmesi söz konusu. Burada dikkati çeken önemli bir husus da, Kur’ân’ın düşünmeyi, Allah’tan korkmayı “kavl-i leyyin”e bağlamasıdır. Bunu mefhum-u muhalifiyle ele alacak olursak, “sertlikle üzerine giderseniz ne düşünür, ne de haşyet duyar” mânâsını çıkarabiliriz. O halde muhatap kim olursa olsun, bir şeyler anlatabilmek için mülâyemet ve müsâmaha vazgeçilmez şartlardır. Demek ki, Müslüman daima tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin, kalb-i leyyin, vicdan-ı leyyin, kavl-i leyyin içinde bulunmak mecburiyetindedir ki, gerçek irşad insanı olabilsin. Aksi halde, yani yumuşamamış, erimemiş, Muhammedî ruh kalıbına dökülmemiş bir insanın her hali ve tavrı sun’î ve yapmacıktır. Böyleleri belli bir süre tebessüm etseler de, kuyruğuna basıldığı zaman hemen diş gösterir ve mahiyet-i asliyelerini ortaya koyarlar. Zaten bir yıldız böceği rasat ehlini ne kadar zaman aldatabilir ki?
Bu ölçüler içinde Hz. Mesih’in âhir zamanda yeryüzüne inmesi ve ümmet-i Muhammed’den birine iktida etme mes’elesini, O’nun, Muhammedî ruhtaki mevcud adaleti, re’fet ve şefkatiyle ayrı bir buuda çekmesi şeklinde anlamak mümkündür. Yani Muhammedîlikteki i’tidalin üstünde hatta belki bazılarınca dengesizlik olarak görülecek şekilde ileriye götürerek “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönül kıranlara da gönülsüz olması” şeklinde anlayabiliriz. Bu konuda asrın çilekeşi Hz. Bedîüzzaman, ne güzel örnektir. O, hemen her zaman, kendisine işkencelerin en acımasızını ve en insafsızını reva gören ehl-i dünyaya karşı bile bir girizgâh bulup imânî hakikatleri anlatmaya çalışmış ve kat’iyen darılmamıştır. Zaten Ashab-ı Uhdûd da öyle değil mi? Kendilerine hendekler kazıp, o hendeklerin içine itekleyenlere, ruhlarının ilhamlarını boşaltmak için çırpınıp durmuyorlar mıydı?
Evet, bağırıp, çağırmayla, şiddet ve hiddetle hiç kimseye bir şey anlatmak ve hele kabul ettirmek mümkün değildir. Belki, belli bir dönemde şiddet kullanma bir metod ve bir yoldu ama, zaman onu neshetti. Artık “medenîlere galebe ikna iledir” düsturu hüküm-fermâ. Günümüzün muhabbet erleri, çerçevesini çizmeye çalıştığımız seviyeyi yakalamalı ve bu konuda, bol bol temrinat yapmalıdırlar. Evet; yukarıda belirttiğimiz gibi Hz. Mesih, âhir zamanda, âhiretin en ücra köşesinde de olsa o önemli misyonu eda etmek için mutlaka nüzûl edecektir. Nüzûl edecektir ama, içinizde şahs-ı manevînin muhtevî bulunduğu mânâ ve ruha nüzûl edecektir. Evet o, bu mânâya ve bu ruha kalıp olmak için inecektir. Eğer o ruh yoksa ceset olarak gelmesinin bir mânâsı da olmaz zannediyorum. Öyleyse geleceği kucaklamayı plânlayanlar, oturup O’nu bekleyeceğine, kendilerini ona asker olarak yetiştirme gayreti içine girmelidirler. Tâ ki geldiğinde hazır olan askerinin başına geçebilsin; geçebilsin de yeniden asker yetiştirme zahmetine katlanmasın. Zaten o, başkalarının ekstradan beklediği icraatı da ancak o zaman yapabilir. Bir başka ifadeyle, o Şam’da ak minareden indiği gün ak atına binsin, gelip Sultan Ahmed’in şadırvan avlusuna girsin, her kılıç sallayışında birkaç puthaneyi yerle bir etsin; sonra da Sultan Ahmed’in minarelerinin arasındaki ipe tıpkı bir mahya gibi getirip kılıcını assın… İnsanlar da, kıyamete kadar bu muhteşem zafer sembolü mahyayı seyretsin..! Herşey böyle harikalar kuşağında cereyan etse de yine herkesin kendini bu çizgide yetiştirmesi şarttır. Ne olursa olsun, ahir zamandaki diriliş, hal-i leyyin, tavr-ı leyyin, kalb-i leyyin ve kavl-i leyyin ayrılmaz vasıfları olan Hakk erleri tarafından gerçekleştirilecektir.