Hak dinden habersiz olanların (fetret ehlinin) dinî konumu
İslâm âlimleri fetret kavramını “Ey ehl-i kitap! ‘Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi’ demeyesiniz diye, size peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada hakkı açıklayan resûlümüz geldi.” (el-Mâide 5/19) anlamındaki âyette yer alan “alâ fetretin mine’r-rusül…”ifadesinden hareketle tanımlamaya çalışmışlardır.
Buna göre fetret “peygamberlerin gönderilmesine ara verildiği ve vahyin kesildiği ara dönem”, “bir peygamberin ölümü ile diğerinin gelmesi arasında geçen zaman, özellikle Hz. İsâ ile Hz. Muhammed arasında dinî hayatta durulma ve gevşeme devresi olan zaman”olarak tanımlanmıştır. Fetret dönemi ise özellikle Hz. İsâ ile Hz. Muhammed arasındaki peygambersiz geçen ara döneme alem olmuş, gerçekte herhangi iki peygamber arasında vahiy ve risaletin gönderilmesine ara verildiği, hak dinin temel mesajlarının silinmeye yüz tuttuğu dinî durgunluk ve zayıflık dönemleri demektir.
Terim mânasındaki bu fetretin mevcudiyeti âyet, hadis, tarihî ve sosyal realitelerle sabittir. Mu’tezile dahil bütün İslâm âlimleri de bu hususta ittifak etmişlerdir. Zira Hz. Âdem’den beri yeryüzünün şu veya bu bölgesinde daima hak bir dinin mevcudiyetini koruması fetretin vukuuna engel teşkil etmemektedir. Çünkü söz konusu olan hak dinin yeryüzünden tamamen silinmiş olması değil, hak ve batılın birbirine karışması, hak dinin insana veya insanın ona sağlıklı ve doğru bir şekilde ulaşıp ulaşmamasıdır. Bu perspektiften düşünüldüğünde hangi sebepten olursa olsun Hz. Peygamber’den önce ve sonra davetin ulaşmadığı veya çarpıtılmış olarak ulaştığı dönemlerin bulunması daima mümkündür.
Hz. Peygamber’den sonra fetret mümkün mü?
Konuyla ilgili âyet ve hadislerden hareketle İslâm âlimleri fetret döneminin özelliklerini ve fetretin tahakkuk şartlarını ortaya koymuşlar, bu nitelikleri Hz. Peygamber’den sonrasına kıyaslayarak Hz. Muhammed’den sonra da şartlar oluştuğu takdirde fetret dönemlerinin olabileceğine hükmetmişlerdir. Bu özellik ve şartlar şunlardır:
- Peygamber ve vahyin gönderilmesine ara verilmesi.
- Bu kesintinin uzun bir zaman dilimini kapsaması veya iki hak din arasındaki zaman uzaklığı.
- Dinî cehâlet ve gafletin yaygınlık kazanması.
- İlahî dinin asıl ortaya çıkıp yayıldığı kültürel-coğrafî bölgeye olan uzaklık.
Meselenin en önemli yönlerinden birini de Hz. Muhammed’den sonra fetretin mümkün olup olmadığı hususu oluşturmaktadır. Cüveynî, Eş’ârî, Ebû İshâk el-Isferâyinî gibi bir kısım âlimler, bütün ilâhî dinler gibi İslâmiyet’in de fetrete uğrayabileceğini, bütün dinlerin/şeriatların fetrete uğramasının aklen mümkün olduğunu kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber’den sonra İslâm davetinin ulaşmadığı kimselerin bulunmadığını ileri sürmek sadece teorik değil, muhtelif psiko-sosyal engellerin mevcudiyetine binaen yaşanan hayat gerçekleriyle de uyuşmamaktadır. Nitekim iletişim çağı diye adlandırılan yüzyılımızda bile bazı toplulukların İslâm’dan ya hiç haberdar olmadıkları veya çarpıtılmış olarak ya da çok yüzeysel şekilde haberdar oldukları bilinmektedir.
Çeşitli gerekçeler ileri sürülerek Hz. Peygamber’den sonra fetret ehli veya bu konumda bulunan kimselerin varlığı göz ardı edilemez. Zira konu dünyanın herhangi bir yerinde hak dinin mevcut bulunup bulunmaması değil, hak dinin temel hakikatlerinin insanlara veya insanların ona sağlıklı olarak ulaşıp ulaşmamasıdır. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu fetretin ve ehlinin Hz. Muhammed’in bi’setinden önceki zamanlarda ismen ve fiilen, bi’setten sonra ise en azından hükmen var olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak bu noktada İslâm âlimleri ‘fetret ehli’ tabirini kullanmada hassasiyet göstermişler, Hz. Muhammed (sas)’den sonra kendisine İslâm daveti ulaşmayanları ifade etmek için doğrudan fetret ehli terimini kullanmamışlar, bunun yerine “kendilerine İslâmî davet ulaşmayanlar”, “sît-i nebi”ve “şâhik-i cebelde yaşayanlar”gibi ifadeleri kullanmışlardır.
Fetret Ehlinin Mesuliyeti
Fetret ehlinin mesuliyeti İslâm âlimleri tarafından fetret ehli ve bu hükümde bulunanların itikadî sorumluluklarına dair genel olarak dört görüş ileri sürülmüştür.
a) Hiç sorumlu olmadığını benimseyenler:
Evzâî, Süfyan es-Sevrî, İmam Mâlik, Dâvûd ez-Zâhirî, Şafiî, Eş’arî, İbn Hazm, Subkî Beyzâvî ve Celâleddin es-Suyûtî gibi Eş’arî ve Şafiî mezhebine mensup âlimlerin büyük çoğunluğu, Hanbelî ve Malikîlerin bir kısmı ile Buhâralı Mâturîdî bilginler bu görüşü kabul etmişlerdir.
Bu görüşte olanlara göre fetret ehli ile İslâm daveti dahil olmak üzere hiçbir peygamberin daveti kendilerine ulaşmayan, herhangi bir dinî inanca ve metafizik düşüncelere sahip olmadan tam bir gaflet içinde yaşayan kimseler, hiçbir dinî yükümlülüğe sahip değildirler. Böyleleri putperest, müşrik ve hatta ateist bile olsalar mazurdurlar, dinî bir sorumlulukları yoktur. Zira din gelmeden ve davet ulaşmadan önce insanların fiillerine Allah’ın herhangi bir hükmü taalluk etmez, hiçbir şekilde akla itibar edilerek dinî bir yükümlülükten bahsedilemez.
b) Âhirette imtihan edileceklerini benimseyenler:
Ahmed b. Hanbel, Beyhakî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kesîr gibi Selefiyye mensubu bilginlere göre fetret ehli ve bu hükümde bulunanlar, dünyada herhangi bir dinî sorumlulukları olmamakla beraber âhirette doğrudan cennet veya cehenneme gitmeyeceklerdir. Kıyamet gününde onlar, Allah tarafından cehenneme girmeleri şeklinde bir imtihana tabi tutulacak, Allah’ın emrine itaat ederek cehenneme girenlere cehennem soğuyarak güvenlikli bir yere dönüşecek, itaat etmeyenler ise cehenneme gönderilecektir.
c) Kıyamette sorgulandıktan sonra yok edileceklerini benimseyenler:
Bu görüşte olanların en önemli siması İmam Rabbânî’dir. İmam Rabbânî’ye göre herhangi bir peygamberin daveti kendilerine ulaşmamış fetret ehli müşrikler, dağ başlarında yaşayan putperestler ve müşriklerin çocukları sorumlu olmamakla birlikte ne cennete ne de cehenneme gireceklerdir. Zira bir kimse mükellef değilse onun için ebedîlik söz konusu değildir. Binaenaleyh bu konumda olanlar diriltilip bazı hususlarda sorgulandıktan sonra yok edileceklerdir.
d) Sorumlu olacaklarını benimseyenler:
Başta Ebû Hanîfe, İmam Mâturîdî olmak üzere bu mezhebe bağlı Semerkantlı bilginler, Mu’tezile’nin çoğu, Kerramiyye, bir kısım Şia, Zeydiyye ve Havariç mensupları bu görüşü savunmuşlardır. Buna göre insanın sorumlu olmasının şartı sadece dinin mevcudiyeti değildir, din gelmeden önce de insan sırf aklıyla Allah’a iman ve O’na şükretmek mecburiyetindir. Fetret ehli ve kendilerine davet ulaşmayan kimseler, peygamber gönderilmemesi veya dinî davet ulaşmaması gerekçe gösterilerek her türlü dinî-insanî sorumluluktan muaf tutulamaz.
İmam Mâturîdî’ye göre Allah insanları akıllarıyla kendi vahdaniyetini ve rubûbiyetini bilecek bir fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın varlık ve birliği konusunda insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir mazeretleri yoktur. Çünkü Allah, düşünüp tefekkür ettikleri takdirde her şeyde insanları Allah’ın varlığına, birliğine ve rubûbiyetine götürecek deliller yaratmıştır. Her ne kadar insanların Allah’a karşı delil ileri sürme hakları yoksa da Allah onların mazeret beyan etmelerinin önüne geçmek için ayrıca peygamberler de göndermiştir. Böylelikle insanoğlu çeşitli fizyolojik ve psiko-sosyal özürlerle malul aklıyla baş başa bırakılmayıp resulleriyle onları desteklemiştir. Bu noktada ise aklın en temel görevi Allah’ı bilmektir. Allah’ı bilme zarûrî değil, istidlâlî bir bilgidir yani belli şartlara ve süreye ihtiyaç duyan bilgilerdendir.
Ne var ki bu görüşte olanların peygamberler gönderilmese de yetişkin insanın ve âkil çocukların Allah’ı bilip inanmak zorunda olduğu şeklindeki görüşleri mutlak mânada değil, “belli bir tefekkür ve tecrübe müddetinden geçtikten sonra kişinin özrü yoktur”tarzında kayıtlanmıştır. Buna göre durum şöyle olmaktadır: Böyleleri sadece aklın varlığından dolayı, muayyen bir tecrübe zamanı geçmeden Allah’a imanla mükellef değildir. Zira akıl tek başına mûcip değildir. Aklın yanı sıra belli bir tecrübe zamanının geçmesi gereklidir. Kendilerine davet ulaşmayan kimseler bu tecrübe zamanı geçtikten sonra Allah’a imanla mükelleftir. Hatta onlar bu tefekkür ve araştırma müddetini yaşayamadan iman veya inkardan hiçbirine kesin olarak inanamadan araştırma süreci içinde öldükleri takdirde cehennemlik olmayacaklardır.
Tecrübe zamanı yaşadıktan sonra akıllarıyla araştırıp iman ettikleri takdirde imanları sahih olur. Tecrübe zamanı bulunduğu, istidlal ve tefekkür imkânı mevcut olmasına rağmen küfre inanmada karar verdiklerinde ise cehennemlik olurlar. Ancak burada tecrübe zamanı her ferdin içinde bulunduğu psikolojik ve sosyo-kültürel şartlarla belirlenmesi gerektiği göz ardı edilmemelidir.
Fetret Ehlinin Ahlâkî-Amelî Sorumluluğu
Fetret ehli ve bu hükümde olanların dinin ibadetler, muamelât ve cezalar gibi fürûa ait ahlâkî- amelî meselelerde herhangi bir sorumluluğun bulunmadığı noktasında genel olarak bir ittifak hasıl olmuştur. Meselâ Ebû Hanîfe davet ulaşmayanları âkil oldukları takdirde sadece Allah’a imanla sorumlu tutarak, diğer dinî hükümlerden mesul olmayacaklarını belirtmiştir. Ona göre şirk diyarında veya Türk yurdunda bulunan bir kimse Kur’ân-ı Kerîm’den ve dinî hükümlerden hiçbir şey bilmese bile Allah’ın varlık ve birliğine iman ettiği takdirde mümindir. İmam Mâturîdî ve Mâturîdîler, ibadetleri ve sair dinî hükümleri bilmenin yegâne yolunun peygamberlerin tebliği yani din olduğunu, hak dinin davetinin ulaşmadığı kimselerin akıllarıyla Allah’ın varlık ve birliğini bilmek mecburiyetinin dışında diğer bütün şer’î hükümlerin din ile sabit olduğunu, dolayısıyla böylelerinin dinî amelî hususları bilmemekte mazeret sahibi olduklarını kabul etmişlerdir.
Eş’arîlere göre de kendilerine hak din ulaşmayanların itikâdî sorumluluklarının bulunmamasına ilaveten onlar şer’î hükümleri bilmemekten dolayı da mazurdurlar. Fetret ehli ve İslâm daveti ulaşmayan kimselerin dinin fürû’una yönelik herhangi bir dinî sorumluluğu bulunmadığı konusunda görüş birliğinde olan İslâm âlimlerinin bu görüşü, dine muhatap olmayan insanların muamelât, cezâî-ahlâkî ve insanî-sosyal hiçbir sorumluluğu olmadığı, böylelerinin âdetâ behîmî bir hayat yaşayabilecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira gerek tartışma konusu olan fetret ehli ve bu hükümde bulunanların inanç sorumlulukları gerekse tartışma konusu olmayan dinin fürû’una ilişkin yükümlülüklerinin bulunmayacağı hususları, dinin temel haklarından olan ulûhiyet (Allah) haklarına ilişkin konulardır. Binaenaleyh İslâm âlimleri fetret ehlinin hükmünü itikat ve amelî konuları içeren ulûhiyet hakları çerçevesinde ele almışlar; mîras, nikâh gibi muamelât, hırsızlık ve cinayet gibi cezâî insan haklarına yönelik sorumluluklarının bulunduğunu belirtmişlerdir. Yoksa hiçbirisi insanoğlunun dinle muhatap olmadığı zaman her türlü kayıttan uzak bir hayat yaşayabileceklerini ileri sürmemişlerdir. Hangi dinden olursa olsun Müslüman olmayan kişilerin çocukları da fetret ehli hükmünde sayılmış, İslâm âlimlerinin çoğunluğunun kabulüne göre mükellef olmadıkları için cennetlik kabul edilmişlerdir.
Son olarak şunu belirtmek gerekir ki kendisine özgü şartlarına göre geçmişi ve Hz. Muhammed’den (sas) sonrası zamanları kapsayan boyutuyla fetret dönemi ve fetret ehli kavramı, hak dinin temel hakikatlerinden tamamen veya kısmen habersiz ya da çarpıtılmış ve şartlandırılmış şekilde haberdar olan yetişkin ve çocuk Müslüman olmayan tüm insanlar için umumî bir rahmet ve ümit kapısı konumundadır. Bu yönüyle fetret dönemi ve şartları, Hz. Adem’den Son Elçi’ye (sas) dek devam eden rahmet dini İslâm’ın umumî rahmet oluşunun bir başka tezahürüdür.
Yazar: Mustafa Akçay