Günümüzdeki neo-haricileri anlamak için tarihteki Haricileri tanımak gerekir.
Hariciler, çıkanlar, hariçte kalanlar, baş kaldıranlar manasında bir sözdür. Özel manada, Hazreti Ali’ye karşı çıkanlara verilmiş bir isimdir.
Sıffîn savaşında Hazreti Ali ile Hazreti Muaviye arasındaki meselenin hakem ile halledilmesi olayında, önce kendileri hakem seçilmesinde ısrar etmişler, anlaşma metni okunduktan sonra da “Hüküm ancak Allah’ındır” diye itirazda bulunmuşlar, kendileri isteyip kendileri karşı çıktıkları bu olaydan dolayı, Hazreti Ali’yi (r.a) Kur’an’ın hakemliğine başvurmadı diye “kâfir” ilan etmişlerdir. Hâlbuki Hazreti Ali hakem teklifinin bir oyun olduğunu bildiğinden dolayı meseleye yanaşmamış, Haricilerin ısrarı üzerine mecbur kalmıştır. Anlaşmayı bozması ve tevbe etmesi hususunda Hazreti Ali’yi ikna edemeyen Haricîler, topluca ayrılmışlar ve Harûrâ denilen mevkiye çekilmişlerdir. Bu mevkiye nisbet edilerek, Harûriye de denir bunlara.
Aslında belirgin bir grup halinde, ilk olarak hakem olayında ortaya çıkmış olsalar da, kökleri Hazreti Ebû Bekir (r.a) zamanındaki sahte peygamberlik ve dinden dönme olaylarına kadar uzanır. Ortaya çıkışlarını hazırlayan sebepleri, Hulefa-i Raşidin dönemindeki gelişmelere ayak uyduramayan bedevi zihniyetinde aramak gerekir. Zira Hariciler, Necid çöllerinde yaşayan, fıtrat itibariyle kaba, haşin, anlayışları kıt insanlar arasından çıkmışlardır. Anlayışları kıt olduklarından ve medeniyetten mahrum kaldıklarından dolayı da İslam’ı anlamaktan ve hele hele O’nu yorumlamaktan aciz bulunmaktaydılar. Bu meseleyi Kur’an şöyle ifade eder:
“Bedeviler inkâr ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli, Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar. Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi, 9/97)
Hariciler, Hazreti Osman (r.a) zamanında yer yer kıpırdanmaya başlamışlar, fırsat buldukça yönetimden şikâyet etmişler, halkı idareye karşı kışkırtıp kargaşa çıkarmanın yollarını aramışlardır. Onların bu tutumu Hazreti Osman’ı (r.a) şehid etmeye kadar varmıştır. Şehadetinden sonra “Osman’ı hepimiz öldürdük” diyenler de Haricîlerdir.
İbn-i Abbas’la münakaşaları
Hakem olayından sonra kendi aralarında imam ve emir seçerek örgütlendiler. Hazreti Ali (ra), onlarla görüşmek üzere Hazreti İbni Abbas’ı gönderdi. İbni Abbas’ın telkinleriyle yaklaşık 2000 kişi, hatalarını anlayarak Haricîlerden ayrıldı. Kaynaklarda bu olay şöyle anlatılır:
İbni Abbas kendisi anlatıyor: Yemâniyye (denilen değerli bir kumaştan) en güzelini giydim. Yanlarına gittim. Öğle vaktinde istirahat ediyorlardı. Ben ibadette onlardan daha gayretlisini görmedim. Çok ibadetten elleri deve dizi gibi iz yapmıştı. Yüzlerinde secde eseri görülüyordu. Elbiseleri temizdi. Uykusuzluktan yüzleri gözleri solmuştu. Bana dediler ki,
— Niye buraya geldin?
— Size Rasulullah’ın ashabından, O’nun yanında olup da vahyin üzerlerine indiği insanlardan bahsetmeye geldim ki aranızda onlardan hiç biri yok! (Haricilerin arasında sahabi yoktu)
Bazıları dediler ki,
— Kureyş’le münakaşa etmeyin. Allah Tealâ buyuruyor ki: “Onlar şüphesiz kavgacı bir millettir.” (Zuhruf, 43/58) (Halbuki bu ayet müşrikler hakkında nazil olmuştu)
İki üç kişi keşke onlarla konuşsan dediler. İbni Abbas dedi ki:
– Söyleyin bana Resulullah’ın amcaoğlu ve damadı olup, ona ilk iman eden, Sahabenin beraberinde olduğu kişiden (Hazreti Ali’den) alıp veremediğiniz nedir?
Dediler ki:
– Biz ona üç konuda muhalefet ediyoruz.
— Nedir onlar?
— Birincisi, o Allah’ın dininde insanları hakem kıldı. Hâlbuki Allah buyurdu ki: “Hüküm ancak Allah’ındır” (Yusuf 40) Allah’ın bu sözünden sonra insanların hükümde ne işi olabilir?
— Başka?
— Ali insanlarla (Hazreti Muaviye ve Hazreti Aişe ile) savaştı ama ne köle aldı ne ganimet. Eğer savaştıkları kâfir idiyseler mallarının Ali’ye helal olması gerekirdi. Eğer mümin idiyseler müminlerin kanını dökmek haramdır.
— Başka?
— Kendisi için emirü’l mü’minin (mü’minlerin emiri) sıfatından vazgeçti. Eğer emirü’l mü’minin değilse emirü’l kafirîn (kafirlerin emiri) demektir.
— Başka bir itirazınız var mı?
— Bu kadarı bize yeter dediler. İbni Abbas şöyle dedi:
— Eğer size Allah’ın muhkem kitabından ve nebisinin sünnetinden fikirlerinize karşı delil getirirsem dönecek misiniz?
— Evet dediler.
– Allah’ın dininde insanların hüküm vermesi hakkındaki görüşünüze gelince, Allah teala buyuruyor ki: “Ey inananlar ihramlı iken av avlamayın...”devamında “…içinizden adil birisi ona hükmetsin“ (Maide, 5/95) Kadın ve kocası hakkında ise şöyle buyuruyor: “Eğer karı kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin.“(Nisa, 4/35) Şimdi Allah’a yemin verdirerek soruyorum size: İnsanları birbirlerinin kanına girmekten alıkoymak için, aralarını bulmak için hüküm vermek mi daha gerekli ve önemlidir, yoksa değeri çeyrek dirhem olan tavşan ve karı koca arasında hüküm vermek mi daha önemlidir? Üstelik biliyorsunuz ki Allah dileseydi bunların hükmünü verir, insanlara bırakmazdı.
— Vallahi birbirlerinin kanına girmekten alıkoymak ve aralarını düzeltmek daha önemlidir dediler.
— Ali savaştı ama köle, cariye ve ganimet almadı sözünüze gelince; söyleyin anneniz Aişe’ye sövüyor musunuz yoksa başka kadınların cariye olarak alındığı gibi Aişe’nin de cariye olarak alınabileceğini mi iddia ediyorsunuz? Eğer böyle diyorsanız küfre düştünüz demektir. Yok, eğer onun müminlerin annesi olmadığını söylüyorsanız yine kâfir oldunuz ve İslam’dan çıktınız demektir. Çünkü Allah teala buyuruyor ki: “Nebi müminlere kendi canlarından daha evladır ve zevceleri de (müminlerin) anneleridir” (Ahzab 6) Görülüyor ki siz iki sapıklık arasında bocalıyorsunuz, hangisini seçerseniz seçin. Şimdi bu görüşlerinizden vazgeçtiniz mi? Şaşırmış halde birbirlerine baktılar ve dediler ki; vallahi vazgeçtik!
— Ali’nin kendisi için ’emirül mü’minin sıfatından vazgeçtiği’ görüşünüze gelince; size bu konuda hoşunuza gidecek bir şey söyleyeceğim:
Hudeybiye günü Rasulullah (s.a.v), aralarında anlaşma yapmak için Kureyş’i davet etmişti. Süheyl b. Amr ve Ebu Süfyan ile yazışacaklardı. Allah Resulü dedi ki: Yaz yâ Ali: Bu Allah’ın Resulü Muhammed’in hükmüdür. Müşrikler itiraz ederek; Allah’ın Resulü olduğunu bilseydik Seni Kâbe’den alıkoymaz, Sana karşı savaşmazdık. Onun yerine Muhammed b. Abdullah yaz”dediler. Allah Resulü buyurdular ki: Vallahi beni yalanlasanız da ben gerçekten Allah’ın Resulüyüm. Yaz yâ Ali: Muhammed b. Abdullah.
Söyleyin bakalım, Peygamber Ali’den üstünken kendisinin nebi olarak zikredilmemesine razı olduysa bu O’nu peygamberlikten çıkarmıyor da Ali’nin, müminlerin emiri olmayışı mı O’nu dinden çıkarıyor? Şimdi bu görüşünüzden de vazgeçtiniz mi?
— Allah Allah! Biz hiç böyle düşünmemiştik, evet vazgeçtik dediler.
Bunun üzerine iki bini geri döndü. Dört bin kişi ise yoldan sapmış olarak, sonraki savaşlarda öldürüldüler.(Abdürrezzak, Ebû Nuaym, Beyhaki)
Hazreti Ali bizzat kendisi de Haricîlerin imamlarıyla görüştü. Onlara, yaptıklarının Kur’an ve Sünnet’te yerinin olmadığını, delilsiz mesnetsiz hareket ettiklerini anlattı fakat onlar, delilsiz, kaba ve acımasız kararlarından dönmediler. Hazreti Ali, Şam tarafına karşı savaş hazırlıkları içindeyken, Hariciler sahabeden Habbab bin Eret’i ve hamile karısını öldürdüler. Hazreti Osman ve Hazreti Ali’ye kâfir demeyenleri kâfir olarak vasıflandırdılar. Bunun üzerine Hazreti Ali, onların üzerine yürüdü ve pek çoğunu öldürdü. İntikam duygularıyla her gün daha da bilenen Hariciler, neticede Hazreti Ali’yi de şehid ettiler.
Sonraki dönemlerde çok sıkıntılı bir hayat geçiren Haricîler, fırsat buldukça devlete karşı isyan etmekten, halk arasında fitne çıkarmaktan çekinmediler.
Başlıca özellikleri
Haricîlerin bazı fikir ve özellikleri şunlardır:
- İnsanları tekfirde çok ileri giderler, Sahabeyi, hatta Hz. Osman, Hazreti Ali gibi sahabenin büyüklerini bile tekfir ederler.
- Büyük günah işleyenleri kâfir olarak görürler.
- Hilâfete Müslümanların seçtiği kimse geçer. Arap olması şart değildir.
- Amel imandan bir cüzdür. (Dolayısıyla; ameli olmayan, mesela namaz kılmayan dinden çıkar.)
- Ayet ve Hadislerin zahirleriyle (dış görünüşleriyle, lafızlarıyla) hüküm verip, altındaki mana ve hikmetleri düşünmezler/düşünemezler. Ayetin evvelini ve sonrasını hesaba katmadan, bu ayet kimin hakkında inmiştir, ne demek istemektedir diye araştırmadan, bazı cümleleri cımbızlayıp, onunla karar verirler. Yukarıda, müşrikler hakkında inmiş olan Zuhruf Suresi, 58. ayeti Kureyş’ten Müslüman olanlar hakkında kullanmaları buna güzel bir örnektir. Oysaki onlar bu ayeti okurken, karşılarında Kureyş’ten İbni Abbas bulunuyordu. Nitekim Hakem olayında okudukları “Hüküm ancak Allah’ındır”ayeti de onların lafızcılığına açık bir örnektir. Hâlbuki orada bulunan hiç kimse, hükmün Allah’ın olduğunu inkâr etmiyordu.
Çok ihtilafçı ve kavgacı bir yapıya sahip olan Haricîler, birçok taifeye ayrılmışlardır. Tarihte 20’den fazla haricî fırka oluşmuş fakat bugüne kadar ulaşan sadece İbaziye olmuştur. Bunlar da, Kuzey Afrika, Basra ve Yemen’de hala hayatiyetlerini devam ettirmektedirler. Akidelerine şiddetle bağlıdırlar. Hz. Ali; “Hak peşinde koşup da yanılan kimse (Hazreti Muaviye), batıl peşinde olup da onu elde edenle (Haricîlerle) bir olamaz, diyerek, kendisine karşı olan Hazreti Muaviye ile Haricîlerin asla bir tutulamayacağını ifade etmiştir.
Haricîler, kendilerini her zaman haklı görmüş kendilerinden olmayanları da küfürle itham etmişler, dolayısıyla da kendilerinden olmayanlarla savaşıp, kadınlarını cariye, mallarını ganimet olarak almayı helal hatta şart olarak kabul etmişlerdir. Bu anlayışla hareket ettiklerinden dolayı da kendi içlerinde tezada düşmekten kurtulamamışlardır.. Kurtulamamışlardır, zira sabahlara kadar ibadet eden, kendilerince anladıkları takvaya fevkalade ehemmiyet veren, Kur’an’ı çok okuyan, namazlarını hiç aksatmayan, dünyaya itibar etmeyen, bir karıncanın dahi kanına girmekten fevkalade sakınan bu insanlar, ne acıdır ki insanların en değerlilerini gözlerini kırpmadan öldürebilmişlerdir. Yukarıda bahsedilen Habbab bin Eret ve hamile hanımı, onların kurbanlarından sadece ikisi. Daha belki binlerce insanı bu şekilde öldürmüşler ve tarihte eşine az rastlanır şenaatlere sebebiyet vermişlerdir. Müslümanlığı kendi hesaplarına bu kadar derince yaşamalarına rağmen, davranışlarında aşırı, saldırgan ve dengesizdirler. Sahabe devrinde sadece Hz. Ali (radıyallâhu anh) ve Hz. Muaviye gibi şerefli sahabilere kâfir demekle kalmamışlar, Lâilahe illallah diyen daha pek çok kimseyi de kâfir saymışlardır. İşte bütün bunlar göstermektedir ki Haricîler, Allah Resulü’nün ifadeleri içinde, İslâmiyet’in içine bir ok gibi girmişler; girdikleri gibi de hiçbir şey elde etmeden ve duymadan çıkıvermişlerdir.
Onlar Sahabe devrinde oynadıkları o yüz karası rollerini, daha sonra da fırsat buldukça devam ettirmişler ve atalarından aldıkları o haşin tabiatı bugüne kadar taşımışlardır. Vasıfları açısından bugün bile, atalarını hiç de geride bırakmayacak yeni ve daha organizeli Haricîler görmekteyiz.
Neo-Haricîler
Günümüzde aynı karakterleri sergileyen, ‘neo-haricîler’ de diyebileceğimiz (nitekim bu tabir, bazı yazarlar tarafından da kullanıldı) yeni yeni gruplar görmekteyiz. Bunlar, bir Müslümanın en değerli yanı olan imanına bakmadan ona söver, lânet eder, Müslüman kardeşinin arkasından onun düşmanıyla işbirliği yapar, bir kısım menfaatleri uğruna Müslümana düşmanca tavır sergilemeyi hayatının gayesi haline getirir, hırsının kurbanı olarak yatar kalkar Müslümanlarla uğraşır. Şahsi ibadetlerinde eski haricilerin çeyreği kadar dahi bir cehd ve gayreti yoktur, fakat mesele kendisine tabi olmayan, kendi görüşünü benimsemeyen Müslümanlara geldiğinde, onları gözünü kırpmadan bir kalemde siler atar ve arkasından da kâfir damgasını yapıştırıverir.
Paranoyak tiplerdir bunlar. Her yükselen sesi kendi aleyhinde zanneder. Her güzel ameli kendi sahiplenmek ister. Alkışlanmaya tutkundur fakat bir mü’mini hayırlı amelinden dolayı alkışlamak gibi bir mefhum yoktur lügatlerinde. Tenkit, en bariz vasfıdır. Bu tenkidinin altında ise, dini anlamama, ayet ve hadisleri sadece zahiri ile değerlendirip öncesini sonrasını anlamaktan mahrum kalma vardır. Anlamadığındandır ki tenkid eder, söver ve hatta tekfir eder. Seviyesi yetmediğindendir ki ulaşamadığı seviyelere sayar döker, o seviyelerin insanlarını kendi karanlık dünyasında boğuverir. Ona göre hata yapan bir mü’min bir karıncadan daha değerli değildir. Kendinden menkul hükümlerle, masum insanları bir elma ağacında asarken katiyen vicdanı sızlamaz da, astığı anda ağaçtan düşen bir elmayı sahibinden habersiz yeyip yememenin münakaşasını yapar. Tıpkı eski Haricîler gibi… Katiyen ölçüsü yoktur. Ölçü kendisidir. Hükmü kendisi verir.
Evet, günümüzde ve yakın tarihimizde olup bitenlere baktığımızda, bu türden adı Müslüman olan fakat üzerinde başkalarına yakışır sıfatlar taşıyan pek çok insan görürüz. Bugünlerde bunlardan bazıları, arkalarına bir kısım samimi fakat olan bitenlerden habersiz Müslümanları da alarak, gelecekteki aydınlık iklimleri hazırlama gayretinde olan nice pak alınları kirletmeye çalışmaktadırlar.
Onlar öyle yapıyorlar ve belki de yapmaya devam edecekler fakat biz, ne olursa olsun, bir taraftan kendi mümince davranışlarımızdan taviz vermemeli, sövüp sayan mü’minlerin dahi aleyhinde olmamalı, diğer taraftan da, yapılan gayr-i İslamî, gayr-i dinî muamelelere alet olmamalı ve alet olma durumunda olanları da uyarmalıyız.