Mukaddes Göç‘ten kastımız Hicret’tir. Hicret, altında çok büyük manâ ve büyük hakikatlar yatan oldukça büyük bir meseledir. Bu kelime, insanın, bir beldeden bir beldeye hicret etmesini ifade ettiği gibi, insanın bir düşünceden başka bir düşünceye hicret etmesini de ifade eder. Ve, yine insanın kendi özünden kendi özüne hicretine de delâlet eder. Ben bu çok geniş, çok derin, çok muhtevalı kelimeyi, hem kelimenin kâmet-i kıymetine uygun şekilde hem de bugünkü önemi ölçüsünde ifade etmeye muktedir olabilir miyim bilemem, ama, Rabb’imin ihsanı ölçüsünde arzetmeye çalışacağım.
Hicret, her yüce davâda çok önemli bir esastır. Evvelâ şu kaziyye ile başlayalım: Hicret etmedik büyük bir davâ adamı, büyük bir mefkûre adamı, büyük bir vazifeli ve ideal adamı yok gibidir (dikkatli konuşuyorum). Bugüne kadar hemen herkes, doğduğu yeri, o yüce davâsı uğruna terketmiş ve başka bir yere gitmiştir. Hicretin, Allah emri[1]Bkz.: Nisâ sûresi, 4/89, 97, 100; Enfâl sûresi, 8/72. olarak yapılmış olması, onun en bereketli, en ağırlıklı tarafıdır. Çünkü, hicret eden şahsın, ileride vereceği hizmet adına bu göçle gelen bir kısım manâlar var ki, o yönüyle de çok ehemmiyetlidir. Hz. İbrahim’a (as), -şimdiye kadar O’na bu ismi hiç kimse takmamıştır ama- O’na “Seyyah Nebî”dense sezâdır. Nakil imkânlarının çok dar olduğu bir dönemde Babil’de sesini duyuyoruz. Bakıyoruz ki, Hz. İbrahim (as) Babil’i velveleye vermiş. Sonra Kenan ilinde kendisini görüyoruz. Sonra bakıyoruz ki Suriye’de… Hz. İbrahim Aleyhisselam Suriye’de bulunan Firavun’un, -bir kısım tarihçilerin kaydettiklerine göre Saduk denen zalim hükümdar-karşısında ve yanında da pâkize eşi Sârâ orada şöyle niyaz ediyor: “Allah’ım bu mücadelede, bu yaka-paça olmada, eğer bizi mağlup edersen, yeryüzünde Senin adını anacak kimse kalmayacak.“
Demek, yanında mübarek zevcesi, belde belde, diyar diyar dolaşıyor ve herkese bir şeyler fısıldamaya çalışıyor. Sonra O’nu, yerle bir olmuş Harem-i Şerif’in başında görüyoruz… Evet Hz. İbrahim Aleyhisselam, yeryüzünde bütün canlıların, ezelden ebede kadar hem mihrabı hem de göbeği sayılan ve bağrında Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ı geliştiren, kıyamete kadar da saygıyla anılacak olan, hatta yıkılışı da kıyametin en büyük alâmeti sayılan Mekke-i Mükerreme’ye de uğradı…
Evet, Hz. İbrahim (as) Harem-i Şerif’e kadar gelmiş ve orada maddî-manevî sellerin önüne katıp sürüklediği yığın yığın çerçöple karşılaşmıştı. Yani küfür ve dalâlet selleri ile Betha’nın dağlarından coşup gelen maddî seller omuz omuzaydı. Sanki, karanlıkların karanlıklarla savaştığı o kapkara günlerde Cenâb-ı Hakk, Kabe’yi maddesiyle, manâsıyla nezdine almış gibiydi.. İbrahim Aleyhisselam bunları gördükten sonra, Kabe’nin bilinen bir kalıntısına işaret buyurmuş ve oğluyla beraber, orada Kabe’nin yeniden inşâsına çalışmış.. sonra insanları O’na çağırmış, vicdanıyla insan olan insanlar Hz. İbrahim’in sesine icabet etmiş ve Kabe’ye koşmuşlardı.
Bu arada şunu da kaydedelim: Ezan-ı Muhammedî’nin yine Hz. İbrahim’in o çağrısından istinbat edildiğini muhakkıkîn söylüyor.
وَاَذِّنْ فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلٰى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ
“Çağır herkesi, ata binerek, süvari olarak, koşa koşa gelsinler ve burayı ziyaret etsinler.” (Hac, 22/27).
Bu makam öyle bir makam ki; insanlar buradan açılan bir menfezle, Allah ile münasebete geçebilirler. Zira Kalbe, Sidret’ül-Münteha‘ya kadar rûhanilerin, meleklerin metafı (tavaf yeri)’dır. İnsanların bu metafta dönüp durmaları tasavvurlar üstü bir mazhariyettir. Efendimiz Aleyhissalatü vesselam:
“İmam, veleddâllîn” deyince, siz “amin” deyin. Çünkü veleddâllîn’e gökte melekler “amin” derler. Kimin amin’i meleklerin amin’ine denk gelirse, onun geçmiş günahları mağfiret edilir.” (Buhârî, ezan 111; Müslim, salât 74)
Tavaf öyle bir hâdisedir ki, biz o tavafı ifâ ederken Allah (cc) oraya bakar, Enbiya-i izâmın ervahı o tavafa iştirak eder.. ve tâ Sidret’ül-Münteha’ya kadar melekler de bu nûranî amud etrafında döner dururlar. Evet, tavaf eden her insan bilmelidir ki, o tavaf ederken, sağında solunda rûhâniler, yerin altına doğru cinlerin mü’minleri, Sidret’ül-Münteha’ya kadar da meleklerin, çevresinde tavaf ettikleri, Allah’ın: “Beytim” dediği bir kudsî bina etrafında dönüyor.
Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellem, böyle mukaddes bir yerde dünyaya teşrif buyuruyor.. ve bu yer Hz. İbrahim hicretinde önemli bir konaktır. Evet, Hz.İbrahim (as) uzun seyahatı neticesinde oraya gelmiş, orada karar kılmış, orada oturmuş ve sanki bu mukaddes göçü de orada bitirmiş.. ve derken göç orada göçe gaye tohumla buluşmuş, tohum ulu bir çınara dönüşmüş ve çınar iki önemli dalıyla ebediyete yönelmiş. O iki daldan biri birkaç fasıl meyve vermiş ve kökle bütünleşmiş; diğeri ise “ezeliyetin hakkıdır” deyip ebediyete uzanmıştır. Evet, İsmail dalı da öyle bir meyve vermiştir ki o meyve terazinin bir kefesine konduğu zaman, bütün Enbiya-ı izâmdan daha ağır gelecek ve arkasından gelenler için vesile-i iftihar olacaktır. Bu muhteşem meyve insanlığın Emîn’i, büyük Fetânet, büyük Sıdk Sahibi Hz.Muhammed Aleyhissalatü vesselam’dır ve Hz. İbrahim’in (as) seyahatı olan mukaddes göçün de neticesidir.
Hz. İsa (as)’a niye Mesih dediler? “Mesih”in manâlarından biri de seyahat eden demektir. Evet, Mesih, fail sığası olarak çok mesheden, yani çok gezen, çok seyahat eden insan demektir. Hz. İsa (as) da hep hakikate aşina, hakikate dilbeste gönül ve çehre aramış, sağda solda dolaşmış durmuştur. Bu uzun seyahatları neticesinde, 12 havari elde etmiş, rahle-i tedrisine aldığı bu insanlarla cihanın fethine koyulmuş ve Allah’ın kendine tevdi ettiği mukaddes emanet ve büyük davâyı onlarla tahakkuk ettirmeye çalışmıştır. Bir de bunlardan bir tanesinin de ihanetini düşünecek olursak, sadece 11 insanla cihanın fethine çıkmış olduğunu anlarız. Seyyidina Hz. Mesih’in (as) nerede doğduğu bilinmiyor ama, mukaddes göçü, hicreti biliniyor. Hatta tâ Anadolu içlerine kadar geldiğini bazı tarih kitapları haber veriyor. O, Filistin çevresinde dolaşmış, Arap Yarımadası’nı gezmiş ve 33 yaşında, bizim buudlarımız, bizim ölçülerimiz içinde, bu fâni âlemden ayrılıp, kendine has bir âleme yükselirken, dünyanın büyük bir kısmını, en büyük seyyahlardan daha çok gezmiş ve âşina gönül, temiz simâ aramış durmuştu…
Hz. Musa (as), Firavun’un sarayında büyümüş ve belli ölçüde sarayın sımsıkı ve yumuşak hayatına alışmış olmasına rağmen, O da hicret etmiştir. Evet, eğer araştırabilsek, bütün Enbiya-ı izâmın hayatında, hicreti bir esas olarak görürüz.
Hiç şüphe yok ki bu kudsî muhacirler arasında en büyük Muhacir, Efendimiz sallallahü aleyhi ve Sellem’dir. Çünkü hicret, her şey gibi O’nunla (sav) tam doruğa ulaşmıştı. Efendimiz’le (sav) ubûdiyeti, iptidâ ile intihayı cem’ buudluydu. Evet O, kullukta, en mübtediyane mebde’li ve en müntehiyâne edâlıydı. Semavî sofrasında Cibril (as) bir bedevi ile aynı kaşığı kullanabiliyordu. O’nun hicreti de bu çizgide cereyan etmişti.
Evet, Mekkeli Medine Efendisi’nin göçü çok meşakkatli ve o kadar da derin, çok muhataralı ve o kadar da muhtevalı gerçekleşmişti. Başka Peygamberlerde hicretin ne seviyede ele alındığını bilemiyoruz; ama O, “Hicret etmen şartıyla.” deyip herkesin elini sıkıyordu. Hatta hicret etmeyene o gün, münafık nazariyle bakılıyordu. Ancak, Velid İbn-i Velid, Ayyaş İbn-i Rebia, Seleme İbn-i Hişam gibilere hicret etme fırsatı verilmemişti ve bunlar mâzur görülmüşlerdi. Evet sadece bu üçü hicret edemeyen talihlilerdendi. Onların hayatlarında meydana gelen bu gayr-i iradî boşluğu da Allah Resûlü (sav) dualarıyla doldurmaya çalışıyordu. Ve bu hâl “O mevzû seni çok alâkadar etmez” (Âl-i İmrân sûresi, 3/128) buyurulacağı ânâ kadar da devam etti.. evet, Efendimiz (sav) hiç durmadan ellerini kaldırıyor: “Allah’ım Velid İbn-i Velid’e, Allah’ım Seleme İbn-i Hişam’a, Allah’ım Ayyaş İbn-i Rebia’ya necat ver!” diye yalvarıyor ve inliyordu. Zira bunlar ilk Müslüman olanlardandı.
Ayyaş, Ebu Cehil’in anne bir kardeşiydi. “Lâilâhe illallâh Muhammedurrasûlüllâh” dediği andan itibaren zincire vurulmuştu. Mekke fethedilinceye kadar da ayağında zincir, boynunda bukağı, yer yer ağabeyi Ebu Cehil’in tokatlarıyla inleyip durdu; zaman zaman da -İslâm’la şereflenince Yermuk’un kahramanları arasına katılan- yeğeni İkrime’nin tekmeleriyle… Seleme İbn-i Hişam, Ebu Cehil’in baba bir kardeşidir ve O da zincirli ve bukağılıydı. Velid İbn-i Velid de Halid İbn-i Velid’in büyük kardeşi ve Velid İbn-i Mugîre’nin oğludur. İşin garibi, bunların hepsi de Mahzum oymağından Müslüman olmuş kimselerdi. Bütün güç ve kuvvetlerini sarfetmiş, Aleyhissalatü Vesselam’a ulaşmaya çalışmış, hicret etmek için uğraşmış, fakat bir türlü engelleri aşamamışlardı. Onun için de Allah Resûlü (sav) sabah namazında rukûdan kalktıktan sonra, ellerini kaldırıyor, bunlara dua ediyor ve “Necat ver!” deyip inliyordu. Hatta; öğlen, akşam ve yatsıda da duâ ettiği oluyordu.[2]Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 2/197.
Hicret o kadar önemlidir ki, bir taraftan Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, elini sıktığı herkese “Göç edeceksin” buyurur, diğer taraftan da bu göçü, iradesiyle yapamayan kimselere göç edebilmeleri için de duâ ediyordu.
Sa’d İbn-i Ebi Vakkas Fetih’ten sonra Mekke’de hastalanınca, çok ürperdi, ve fevkalâde rahatsız oldu. Öyle ki Efendimiz (sav) kendilerini ziyaret ederken; meâlen: “Ya Resûlallah! Arkadaşlarım hicret etti ve Medine’ye gittiler, ben ise ölüp burada kalacağım. Halbuki bizim için hicret yeri çok önemliydi. Biz oraya Allah için gitmiştik. Şimdi Mekke’de vefat edip kalacağımı düşündükçe çok üzülüyorum” diyordu. Mekke o kadar mukaddes, o kadar mübarek olmasına rağmen hicret ettikleri yurdu terk etme endişesi her an onlar için en büyük endişe kaynağı olmuştu.
Hicret, gerçekten Allah’ın hoşuna giden makbul bir ameldir. Çünkü hicret eden kimse Allah için çok büyük bir fedakârlığa katlanmaktadır. Evet, dünyada bir insan ailesini, evlat ü ıyâlini, doğduğu yeri çok sever. Dâussıla (sıla hasreti) dediğimiz şey, şairlerin şiirlerine kadar girmiştir. Pek çok insan bu hasreti terennüm etmiş, pek çok kimse bunu şiirleştirmiştir. Bu his hemen herkeste vardır. Tabiî ve fıtrî olduğu için de insanın bunu içinden söküp atması mümkün değildir. Nitekim Seyyidina Hz. Bilal, Medine-i Münevvere o kadar güzel olmasına rağmen, kalkmış Peygamber köyünde hıçkıra hıçkıra ağlamış ve Mekke için destanlar koşmuştur.
Hz. Ebubekir dahil başkalarının hasreti de bundan geri değildi. Bunlar bir da’vâ uğruna Medine’ye gelmişlerdi ama, dâussıla içlerini yakıyordu. Mesela; Hz. Ebu Bekir Efendimiz (ra) gibi, bir lahzâ Efendimiz (sav)’den ayrılmayı düşünmeyen bir insan bile, Mekke’yi özlüyor ve müşrikler hakkında için için intizarda bulunuyor, “Bizi yurtlarımızdan yuvalarımızdan ettiniz” diyor ve inliyordu. En mevsûk hadîslerde Efendimiz (sav) bile şöyle diyordu: “Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- ben senden çıkmazdım.“[3]Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mâce, menâsik 103; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/305.
İşte bu duygu, bir dâussıla duygusudur. Evet, hicreti ele alırken, meseleye bir de bu zâviyeden bakmak lâzımdır. Şimdi bir düşünün, Sahabi Mekke’de doğmuş, orada büyümüş ve oraya alışmışlardı. Hele orada ataları Hz. İbrahim (as)’in bir evi vardı ki, her sene binlerce ve binlerce insan, dünyanın dört yanından kopar gelir ve orayı ziyaret ederlerdi. Onlar da bu Kâbe’nin efendileriydi. Çünkü kimisi orada yeme-içme işini üzerine almış, kimisi zemzem suyu işini idare ediyor, kimisi de hacıların kurban kesme işiyle meşguldu.. İşte hemen hepsinin böyle alışageldikleri güzel şeyler vardı.
Aslında hepimize, alışageldiğimiz şeylerden ayrılmak zor gelir: Mesela Ramazan’da alıştığımız iftarları, imsakları, teravihleri ve oruçları içimizde derin derin hissederiz.. ve yine Ka’be’ye giderken, Kabe’den de buraya dönerken, şu muvakkat ayrılışlarda ve firaklarda, içimizde ne türlü hicran esintilerinin bulunduğunu, çoğumuz kim bilir kaç defa yaşamışızdır. Halbuki hicrette Ashab Efendilerimiz, yurtlarını yuvalarını, evlât ü ıyâllerini de terkediyorlardı. Mesela, Hz.Ömer (ra) giderken zevcelerini götürmüyor. Hz. Ebu Bekir (ra) giderken, O’nun yanında da, Hz. Aişe (r.anh.) yoktur. Efendimiz (sav)’le arasında küçük bir bağın teessüs etmeye başladığı o dönemde, evet o azîzelerden azîze olan kadının ayrı bir izzet kazandığı o dönemde nerededir acaba Hz. Aişe (r.anh.) validemiz? Nerede isimlerini bile bilmediğimiz Hz. Ebu Bekir’in zevceleri, nerede o çok yaşlı ve gözleri görmeyen babası Ebu Kuhafe..? Nasıl bunları bırakıp gitmişti?
Bu şefkat kahramanlarının şefkatsiz olduklarını söyleyebilir miyiz? Hayır, onların hepsi de birer merhamet âbidesiydi ve her türlü takdîrin üstünde kuvvetli aile bağlarına sahip idiler.. ama Hakk mülâhazası ve Hakk yolunda hicret her şeyin önüne geçiyordu.. geçiyordu da, kimileri böyle bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp ayrılıyor.. kimileri güpegündüz ve herkese meydan okuya okuya Medine yollarına dökülüyor.. kimileri de Allah yolunda hicretin dışında hiçbir şey bilmeden bir meçhûle doğru “şedd-i rihâl” ediyordu. Ayrıldıkları yerde yurt-yuva, evlât u ıyâl, mal-menâl her şeye sahip idiler; gidecekleri yerde ise onları, yalnızlık, gurbet, fakr u zaruret bekliyordu. Medine’deki babayiğitlerin, evlerini onlara tahsis edip, onları bağırlarına basacakları henüz belli değildi. Bu itibarla onlar bir insanlık kıvamını temsil ettikleri gibi, aynı zamanda müstesna bir topluluk olan Ensar cemaatinin ortaya çıkmasına da yardımcı oluyorlardı.. ve böylece Ensar kudsiler ölçüsünde havarileşiyor, Muhacirler de Ensar oluyordu.
O gün için bu iki cemaatin hayat stilleri birbirini tutmuyor, düşünce ufuk ve kutupları birbirinden farklıydı. Muhavere ve müzakere seviyesi ise kat’iyyen aynı derecede değildi. Ve işte Muhacirin-i Kirâm bütün bunların yanında daha nelere nelere katlanmış, hayatlarını Hicretleştirmişlerdi. Ve bu işten hiç mi hiç dönen de olmamıştı. Evet, talihsiz bir şairden başka yeniden Mekke’ye gitmeyi düşünen olmamıştı. Onun da imânı henüz içine oturmamıştı.
Ashâp-ı Kirâm’ın Müslümanlığını derinleştiren ve Müslümanlığı bir başka türlü renklendiren Hicret, günümüzde de ayniyle bahis mevzuudur.
Ayrıca Hicret’in, Kur’ân talebesine kazandırdığı çok şey vardır. Çünkü herkes doğup büyüdüğü yerde, iyi şeylerle beraber bir kısım menfi izler de bırakır. Evet, her insan doğduğu köyde, şehirde, kasabada, onu tanıyan emsallerinin, yaşıtlarının arasında bıraktığı menfi izler vardır. Kavga ettiği günler, yumruk salladığı zamanlar vardır. Ma’rifet olsun diye yapıp sergilediği şarlatanlıklar vardır. Halbuki bütün bunlar, daha sonra Rabbin, ihsan-ı İlâhi olarak onun omuzuna yükleyeceği vazifenin tebliğinde, o iş için gerekli olan vakar ve ciddiyet ile telifi kat’iyyen imkânsızdır. Çünkü daha sonraki dönemde da’vâsı itibariyle, onun bidâyet-i hayatındaki bu çocuksu tavırları, bir kısım kimselerin kafalarını bulandırabilir, vazifesine gölge düşürebilir ve o döneme ait kaçınılması imkânsız bazı tavırlar onların çevrelerinde menfi değerlendirmelere sebep olabilir. Nitekim Efendimiz’e Mekkeliler Ebu Tâlib’in yetimi diyorlardı.
Evet, Cihanların uğrunda fedâ olması gerekli O Zât (sav)’a, O Dürr-i Yektâ’ya (binler rûhumuz olsa fedâ olsun) Ebu Tâlib’in yetimi diyorlardı. Aslında onların böyle düşünmesi O’nun getirdiği mesaja karşı bir tavrın ifadesiydi; ama onlar, bu yetimliği kullanmak istiyorlardı. Yani, “yahu dün sokakta bizimle beraber koşuşuyordu. Şimdi kalkmış semâların üstünde dolaştığını iddia ediyor, bizim aklımızın eremeyeceği şeyler getiriyor.” diyorlardı. Kaldı ki, O nezîh rûh ve O dâmen-i muallâ (sav), daima Allah tarafından korunmuş ve Peygamberliğe hazırlanmıştı. Yani tâ ilk günlerinde, bir gaybî inayetle sonraki vazifesine göre hazırlanmıştı. Buyuruyor ki
“Ben hayatımda iki defa düğüne niyet ettim, çıktım giderken, yolda bir gaflet bastı, bir yerde çömeldim oturdum, ancak güneşin ışınlarının başımı okşamasıyla uyandım. Bir başka sefer yine bir düğüne gitmeye teşebbüs ettim.. yine yolda uyuyakaldım, anladım ki Allah benim düğüne gitmeme müsaade etmiyor.”[4]İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 2/267.
Evet, Allah Celle Celalühü O’nu bir şeyler için hazırlıyordu. 25 yaşlarındaydı. Kâbe-i Muazzama yıkıldıktan sonra inşâsı için çalışılıyordu, O da taş taşıyordu. Zaten böyle şerefli ve kıymetli bir işte, O’nun çalışmaması da düşünülemezdi. Bir aralık amcası ve sırdaşı Hz. Abbas (ra) O’na (sav): “Belindeki peştemalin bir ucunu omuzuna koy, taşlar omuzunu incitmesin.” Peştemalin ucunu omuzuna koydu ama, vücudunda açılmaması gerekli olan bazı yerleri açılmıştı. O esnada gözüne melek göründü.. ve O birdenbire sırtüstü yere yıkıldı, derken gözleri yukarıya dikildi… O günden sonra da bir daha dizinin üstünden itibaren vücudunu açtığı müşahede edilmedi.[5]İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 2/266-267.
Allah O’nu büyük da’vâ için hazırlıyor ve onu gelecekteki vazifesi adına zararlı her şeyden koruyordu. Koruyordu ama, Mekke’liye göre yine de O, Ebu Tâlib’in yetimiydi. Ve işte Aleyhissalatü Vesselam’a, Efendiler Efendisi’ne “Ebu Talib’in yetimi” dendiği ve kendisine bu nazarla bakanlardan destek bulamadığı bir dönemde, Ensar Efendilerimiz O’na sînelerini açtılar.. sîneleriyle beraber yurtlarının yuvalarının kapılarını da açtılar. Yetmiş şu kadar erkek ve birkaç kadın O’na: “Medine’ye gel Ya Rasulüllah!” dediler. “Malını malımız, canını canımız gibi bilip koruyacağımıza ve İslâm uğrunda her şeye katlanacağımıza söz veriyoruz” dediler. Ve Allah Rasulü (sav) kendini, böyle kuşluk güneşi hüviyetinde pırıl pırıl tanıyan, tepeden tırnağa hürmet hisleriyle dopdolu bir cemaatin sımsıcak kucağında buluyordu. Bu cemaat O’nu tanıdığı gün Peygamber olarak tanıyor, peygamberliğe has vakar ve ciddiyet içinde görüyor ve çocukluğunu da hiç bilmiyorlardı…
Ashâp Efendilerimiz (ra) de ilk memleketleri olan Mekke’de hep hor ve hakir görülmüştü. Hz. Bilâl-i Habeşî‘yi anlamaları ancak Mekke fethinden sonra müyesser olmuştu. Bilâl-ı Habeşî ve onun gibi temiz ruh, sağlam karakter nice kimseler vardı ki, Mekke’deki içtimaî telakki ve o günkü bakış açısından dolayı hep horlanıp hakir görülmüşlerdi.. ve bunların Medine’de el-üstü bir cemaat oldukları ortaya çıkmıştı. Diğer Ashab Efendilerimizi de böyle kabul edebiliriz. Mekkelilerin yukarıdan baktıkları kimseler için Medineliler ağlıyor, “Ya Rasulallah! Malımıza, evimize, barkımıza ortak olsunlar, şu fedakâr arkadaşlarımız, hicret edip geldiler, biz de malımızdan, canımızdan fedakârlıkta bulunmak suretiyle katkıda bulunalım istiyoruz” diyorlardı. Bu da hicretin bir başka yanı…
Kaldı ki onlar, ısmarlama Nebî’nin hususî ihtimama mazhar cemaatiydi… Hicretin başını çeken o şanlı Nebî ise, en küçük yaşından peygamberlik dönemine kadar hep korunmuş, hep himaye altında yetişmiş ve gelişmişti.
Bizler için de hizmet adına hicret çok önemlidir. Evet, her birerlerimiz, mukteza-yı beşeriyet olarak bazı karışık işlere girdiğimizden ve elimizde olmayarak bazılarının hakkımızda bir kısım bulanık şeyler söylediğinden ve söyleyeceğinden ötürü bulunduğumuz yerden hicret edip ayrılmamız elzemdir. Zira niyetler ne kadar halis de olsa, tam bir emniyet ve güven telkin edebilmek için, muhatapların dimağlarında en küçük bir bulantıya meydan vermeyecek şekilde nezih bulunmamız, şarttır. Bu da ancak, bizim, yanlış ve eksiklerimizi bilmeyenlerin yanında mümkün olur ki, dilimizde bunu “gökten inmiş gibi” sözcüğüyle ifade ederiz ve böyle olmamız, böyle görmemiz hizmetin te’siri açısından çok önemlidir.
Allahü Teâlâ gönderdiği bütün mücedditleri, mürşitleri hicret ettirmesi de bunun ilâhî bir kanunu olduğunu gösteriyor. Allah bu kanunla bütün mürşitleri, mübellîğleri âdeta hicrete mecbûr kılıyor.. biri şarkın yalçın kayaları arasında zuhûr ediyor, sesi orada değil de daha ziyade Batı Anadolu’da ve İstanbul âfâkında yankılanıyor. İmam Gazali’nin gezmediği yer kalmıyor. İmam-ı Rabbani Hazretleri bir baştan bir başa Hindistan’da seyahat ediyor. Bu müstesna büyüklerimizden hangisinin mücadelesini tetkîk etsek, hayatlarında hicretin ağırlık ifade ettiğini görürüz.
Mukaddes göç, hizmetimiz açısından eski devirlere nispeten daha da önemlidir. Evet, bir mü’min kardeşimiz, buradan kalkıp diyar-ı küfre hicret ediyorsa, biz buna küçük nazarıyla bakamayız. Bugün bir Medine yoktur ama, her yere Medine’nin boyasını çalmak, Medine misal şehirler kurmak vardır.. bir diğer tâbirle, Medine sahibinin huzûruna çıkabilmek için, pek çok Medine meydana getirmek vardır. “Medineleri arkamıza bırakıp, senin ‘Medine’ ne koştuk ya Rasulallah!” diyebilmek için, bugün hicrete, hicret beldelerine ihtiyaç vardır. Sırf Allah rızası için ve İslâm’ı neşretmek için dünyanın dört bir yanına göç edenlerin durumunu hafife alamaz ve basite ircâ edemeyiz. Çünkü bu muhacirlerin herhangi bir maddi çıkarları ve menfaatleri yoktur; yaptıkları ve yapacakları şey sadece İslâm’ı tebliğ ve bekledikleri de sadece ve sadece Allah’ın rızasıdır.
Türkiye’nin içinde ve dışında ve âlem-i İslâm’ın sair yerlerinde, Hakk da’vâsı için hicret eden kimseler, “innemel-a’mâlü binniyat ve innemâ liküllimriin ma nevâ”[6]“Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur.” (Buhârî, bed’ü’l-vahy 1; Müslim, imâre 155.) fehvasınca niyetlerine göre mükafaat elde edecek ve ilk hicret edenlerin arkasında -inşaallah- yerlerini alacaklardır! Yani Allah, muhacirleri muhacirlerle Ensar’ı da Ensar’la haşredecektir! “Muhacirler toplansın!” dendiğinde bu mukaddes göçün heyecanıyla yollara düşmüş olanlar, muhacirlerin arkasında yerlerini alacaklardır. Kim bilir sizde herhangi birinizin önüne Ebu Bekir (ra) mı rastlayacak, Ömer (ra) mı rastlayacak, Osman (ra) mı rastlayacak.?! Bunları, Rabbine hesap verme mevkiini her an idrâk, bir ayağının mezarda bulunduğunu his ve idrâk eden bir insanın ağzından dinliyor gibi dinleyin; eğer bu mevzûda hilâf-i vâki ve mübalağalı beyânda bulunuyorsam, Allah’a hesap vereceğim demektir…
Uğrunda hicret ettiğimiz yüksek mefkûreyi her zaman tahakkuk ettiremeyebiliriz. Ama hâlis bir niyetle, “Keşke bize de nasip olsa, biz de gitsek, hiç olmazsa gidip bir kaç hafta kalabilsek.. kalabilsek de yüksek mefkûremize hizmet edebilsek” niyetlerini içlerinde yaşattıkları sürece kazanırlar. Efendimiz’in (sav) bir beyânıyla izâh edeyim, buyuruyorlar ki,
“Bir insan yürekten, ihlâsla şehâdeti talep ederse, yatağında ölse dahi şehit olur.”[7]Müslim, imaret 157; Ebû Dâvûd, vitr 26; Tirmizî, fezâilü’l-cihad 19; Nesâî, cihad 36; İbn Mâce, cihad 15
Evet bir insan, sadece ve sadece Allah da’vâsı için, Rabb’imizin yüce adının en ücrâ yerlerde dahi şehbâl açması için, kafasında hicret kurup duruyorsa, “Gidelim, görelim, gezelim, anlatalım, İbrahim’lerin yolunda, Musa’ların, Mesih’lerin (Alâ Nebiyyinâ ve aleyhimusalâtu vesselâm) yolunda ve insanlığın İftihar Tablosu’nun yolunda, biz de bu vazifeyi yapalım”düşüncesiyle yatıyor, kalkıyorsa, o kimse memleketinde de kalsa, orada ölse, ümit ediyoruz ki Allah (cc) bu düşünce sahibini muhacirler defterine kaydeder.
Rabbim, boyunduruğun yere konduğu bu devirde, İslâm dünyasına sahip çıkanları hem muhacirlikle, hem de şehâdet sevabıyla serfirâz kılsın! Evet bu yönüyle de “Mukaddes Göç”çok önemlidir ve üzerinde daha çok şey söylenebilir…
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler IV
Dipnotlar
⇡1 | Bkz.: Nisâ sûresi, 4/89, 97, 100; Enfâl sûresi, 8/72. |
---|---|
⇡2 | Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 2/197. |
⇡3 | Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mâce, menâsik 103; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/305. |
⇡4 | İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 2/267. |
⇡5 | İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 2/266-267. |
⇡6 | “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur.” (Buhârî, bed’ü’l-vahy 1; Müslim, imâre 155. |
⇡7 | Müslim, imaret 157; Ebû Dâvûd, vitr 26; Tirmizî, fezâilü’l-cihad 19; Nesâî, cihad 36; İbn Mâce, cihad 15 |