581
Bu soruya, “üç yönden lüzumlu, fakat üç yönden de mahzurludur” diye cevap vermek, herhalde yerinde olacaktır. Lüzumludur, hem de faydalıdır. Çünkü:
- Nasıl, Rabb’imizin Kur’ân kitabını okuyarak düşünce, his, inanç ve hareketlerimize istikâmet veriyorsak, aynı şekilde, kâinat kitabının satır, cümle ve sayfalarında da bir yandan kendimizi bulup öğreniyor, bir yandan da nazar, tefekkür ve ilimlerle Rabb’imizin icraatını, hikmet ve san’atını hayret ve hayranlıkla seyredip, “Sübhânallah, Bârekallah, Allahu Ekber” diyoruz. İbâdettir bu, hem de bir saatlik tefekkürüyle belki iki bin secdeden üstün bir ibâdettir.
- Her ilim esasen, ayrı bir dil olarak Rabb’imizi anlatmaktadır; dolayısıyla biz de o dillerle bir bakıma, Rabb’imize tercüman olmuş oluyoruz. Sonra, bugün her açıdan ilimleri kullanmaya mecburuz da; çünkü, ne Fatih veya Kanunî devrinde yaşıyoruz, ne de zikr ü cezbe ve istiğrakların hâkim olduğu bir devrede bulunuyoruz. Öyle bir günde yaşıyoruz ki, Rabb’imiz’in icraatı, san’atı âdeta Rabb’imize karşı kullanılmaktadır. ‘Îmanın mihrabı’ diye tavsif edilen tıb gibi ilimler bile Allah’ı (cc) ve mukaddeslerimizi inkârda bir vasıta telâkki edilmekte ve bugün ilimlere rehberlik yapan ve bilinmezleri haber veren Kur’ân’a saldırılmaktadır. Bu sebeple, maddecilerin madeyi ve ilimleri küfür adına kullanmalarına mukabil, fiziği, astrofiziği, kimyayı, biyolojiyi, tıbbı, matematiği.. kısaca Allah’ın isimlerinin tecellilerinden meydana gelen ve O’nun koyduğu kanunların ruhlarının oluşturduğu bütün ilimleri ve ilmî hakikatleri, kendilerine gerçek manâ ve fonksiyonlarını vererek îman adına kullanmak sevaplı bir hizmet olsa gerektir.
- İlimler bugünkü seviyesiyle asıl ve nihaî hakikatler olmadıkları gibi, belki de ileride kazanacakları en üst seviyede dahi hiçbir zaman ‘hayret’ ufkunu geçemeyerek, sadece O’nu gösteren birer vasıta ve kalbe, kafaya konan tozu-toprağı süpürmek için birer vesile olduklarından, ancak vasıta ve vesile mevkiinde kalmalı, kendilerine şüphe ve tereddütleri bir bakıma izâle edici, düşündürücü ve fikir verici olmanın dışında aslî vasıf verilmemeli ve insanı ayakta tutan esas kâidenin, yani Allah Kelâmı’nın ve îmanın yerine asla geçmemelidir. Bu çerçevede kullanıldıkları sürece, îman ve İslâm adına her zaman ilimlerden istifâde edebiliriz.
İlimleri kullanmanın yol açabileceği üç önemli muhatara/tehlike:
- İlimler, ilim adına ilim yapmak için ve çalım satarak anlatılmaz. Evet orijinalite yapma hava ve edâsı içinde Kur’ân ve îman adına ilmî hakikatlerden bahsedilmez. Böyle bir tavır, anlatan için günah olacağı gibi, dinleyen için de zarardan hâli kalmayacaktır çünkü böyle bir yaklaşım gizli gizli muhatabı mat etme, ilzam etme, susturma ve bilgisizliği içinde hapsetme gayesi taşıyacaktır. Muhatap da, bu tavır karşısında, toparlanma, bilgisini takviye etme ve susturulmayı hazmedememiş olmanın verdiği hisle mukabil hamleye hazırlanma ihtiyacı duyacaktır.
- İslâm dünyasının son yüzyılda maruz kaldığı yıkımın ve çok mühim şahısların bile içine yuvarlandığı fikrî, ruhî krizin temelinde bir bakıma, pozitif ilimler karşısında aşağılık kompleksine kapılma yatmaktadır. Evet, “şu ilmî hakikat Kur’ân’da da geçiyor; İslâm bunu 14 asır önce ortaya koymuş” gibi aşağılık kompleksinden kaynaklanan tavır ve davranışlar içine girmek, Kur’ân ve îman adına büyük bir hatadır. Bu öyle bir durum ki, biz de zaman zaman aynı hataları işlemiyor ve falan amerikalı, filan avrupalı bilim adamından destek aramıyor değiliz. Dolayısıyla da, Kur’ânî ve îmanî hakikatları, henüz nihaî hakikatlara varamamış ilimlerin terazisinde tartmak sûretiyle en büyük hatayı irtikap etmiş oluyoruz. Günümüzde ilimleri ön plâna alıp, Kur’ân’ı ikinci plânda düşünmek ve O’nun sanki ilimlerin tezkiye ve tebriesine muhtaçmış gibi gösterilmesi o kadar yaygın ki, görüp duydukça insan kahrolup gidiyor.
- Fenâ fi’l-ilm, yani ilimde fâni olup, Allah (cc), kalplerimiz ve vicdanlarımızda unutulmamalıdır. Hep ilimlerle meşgul olup, vicdan ve kalbin katmanlarına seferler tertip edememe insanı maddeci ve naturalist bir kabuk içine sıkıştırabilir. İlimleri birer süpürge, anahtar, basamak ve vasıta bilip, yerli yerince kullandıktan sonra onlardan sıyrılamamak, kalben ve ruhen terakkiye mânidir. Evet, bir noktadan sonra her şeyi bırakıp doğrudan Kurân’ın aydınlatıcı tayfları altında kalbin nurlu ikliminde yürümek, mesafe almak ve Allah’a (cc) îmanla baş başa kalmak esas olmalıdır.
Kaynak: İnancın Gölgesinde II, “Kur’an-ı Kerim ve İlmi Hakikatler”