İhlas, sadakat, vefa, gıybet etmeme ve su-i zanda bulunmama gibi hasletler, inanan her insanın, hayatına hakim kılmak zorunda olduğu, güzel ahlâka ait esaslardandır. Şahsî kanaatim itibarıyla ben, herkesin de bu düşünce ve kanaatte olduğunu zannediyorum. Ne var ki benim hüsn-ü zannım, bu konuda fazla bir şey ifade etmez. Mühim olan, teker teker her şahsın bu anlayışı benimsemesi ve onu topluma kazandırmak için mücadele vermesidir. Tabiî bu hemen birden olacak bir şey değildir. Ahlâk-ı âliyeye ve mesaviye ait bu esasların hayata intikali, şahsın fıtratı ile bütünleşmesi, çok uzun bir süreç ister.
Bu süreçte dikkat edilmesi gerekli olan en önemli şey, şahsın gerçekten bu konudaki azmi ve kararlılığıdır. Mesela; ihlası ele alalım; ihlas, namaz kılan hemen herkesin sabah-akşam dualarında istediği bir husustur. “Allah’ım beni ihlasa eren veya ihlasa erdirdiğin kullarından eyle” hemen her gün çoklarımızın tekrar ettiği dualardandır. Ancak, biz bu isteğimizde acaba ne kadar samimiyiz? Allah’a halis bir kul olmak, ubudiyette ve ubudette hulûsu yakalamak, bizim için ne kadar önemlidir? İhlasın bir başka buudu olan Allah’ın rızasını ne kadar talep ediyoruz? Kavlen istediğimiz bu şeyleri, fiilen isteme hususunda neredeyiz? Evlenmekten, çocuğumuzun olmasına, ondan memuriyetimize devam etmeye veya son vermeye, Allah rızasının bulunduğunu zannettiğimiz alternatif işlerimizde tercih konumuna geldiğimizde, acaba gönül rahatlığı içinde “rıza-yı Bârıyi tercih ediyoruz” diyebilir miyiz? Hatta “rızâ’ mertebesini, cennete ya da -ikisi ayrı şeylerse- Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahedeye tercih edebiliyor muyuz? Bu çizgide soruları uzatabiliriz. Şimdi bu meselelerin bütününde, ihlası ve rızayı tercih edemiyorsak ve kavlen istediğimiz hususların fiilen peşinde değilsek, hiç şüphesiz Allah’a karşı saygısızlık yapıyoruz veya “kezib alâllah”ın içindeyiz demektir. Halbuki bu son husus, “Allah’a karşı yalan söyleyenden daha zalim kim olabilir?” (En’am, 6/21) ayeti ile küfre denk tutulmuştur.
Ben rica edeyim, evlenme, çocuğumuzun olması, araba, ev, yazlık-kışlık gibi dünya mallarına sahip olmak, işlerimizin kesada ve fesada gitmemesini istediğimiz ölçüde, ihlas, rıza, sadakat, vefa vb. şeyleri istemiyorsak veya gönüllerde bunlar, birinciler kadar yer tutmuyorsa, Allah’a karşı saygısızlık yapmayalım ve dil ucuyla ben muhlis ve muhlas olmak istiyorum demekten sakınalım. Allah’ın rızası, dünyevî ve uhrevî hiçbir şeyle tartılmayacak kadar büyüktür. Öyleyse biz de, ayaklarımızın dibinde olması gereken bu meselelerle, Allah’ın rızasını aynı seviyede tutmamalıyız. Çok tekrar ettiğim bir söz içinde, dünyâ ya dünya, ukbaya da ukba kadar, yani dünyevî meselelere o kadar, uhrevî meselelere de gereği kadar değer vermeliyiz.
Buraya kadar arzettiklerim meselenin bir yönünü teşkil ediyordu. Diğer yönüne gelince; ahlâk-ı âliyeye ait bu esasları dualarımızda yâd etmekten hiçbir zaman dûr olmayalım. Burada bazıları önceki söylenenlerle, bu cümle arasında bir çelişki var zannedebilir. Aslında herhangi bir çelişki söz konusu değildir. Bizim önceki arzettiklerimiz, bir ufka işaret etmekte ve bize bir hedef göstermektedir. Bu hedefe ulaşıncaya kadar, başta da söylediğimiz gibi, tabii ki bir sürecin yaşanması gerekir. İşte bu süreç içinde hedefe doğru yol alırken, insanın kat’iyen vazgeçmeyeceği bir husus varsa o da dua olmalıdır. Dualar bize hedef verir, şuuru besler, gönüllerimizi kanatlandırır, kudretimizin sınırlılığını idrak ettirir ve “her şeye gücü yeten birisine” sığınma ihtiyacını hissettirir. Zaten Bediüzzaman’ın ifadesiyle böylesine yürekten ve hâlisane yapılan dualar, bizatihi derin bir ubudiyettir. Allah (c.c.) da böylesine inanmış kişilerin dualarını er veya geç mutlaka kabul buyurur.
Duaların bizlere hedef vermesi ile alâkalı iki misal arzetmek istiyorum:
- Allah Rasulü (sas) bir gün mescidde Ebu Ümame el-Bâhilıyi, gayet sarsık şekilde otururken görür. Sebebini sorduğunda “fakirlik” cevabını alır. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) ona şu duayı öğretir: Mealen “Allah’ım tasadan ve hüzünden, tembellikten ve acizlikten, korkaklıktan ve cimrilikten, borç altında ezilmekten ve insanların bana galebesinden Sana sığınırım.” Bu cümleleri tek tek ele alarak, fakirlikle ilgisini veya insana hedef göstermesini birlikte inceleyebiliriz: “Allah’ım tasadan, gamdan, hüzünden Sana sığınırım”; şimdi tasa, gam ve hüzünden Allah’a sığınan bir insan, -afedersiniz- gidip yan gelip yatar mı? Tasa ve hüzne sevkedecek şeylere kendini hiç kaptırır mı? Aksine kalkar, bunlardan kurtulmanın yollarını mı araştırır? “Tembellikten ve acizlikten Sana sığınırım”; fakirlik deyip bir kenarda -velev ki bu mescid, hatta mescid-i nebevî bile olsa oturmak ve elâlemin avucuna bakmak tembellik ve acizlik değil midir? “Korkaklıktan ve cimrilikten sana sığınırım” ve son olarak “borç altında kalmaktan ve insanların baskısından (galebesinden) Sana sığınırım.” Görüldüğü gibi bu duanın bütün öğeleri, fakirlikten mescide sığınan bir insana, ondan kurtulma yolları göstermenin yanında aynı zamanda hedef veriyor. Artık bu safhada kula düşen dua ettiği şeyleri fiiliyata dökmekten ibarettir.
- Çocuk iken başımdan geçen bir olaydır: Babam bana, “Gece ikibin defa Nasr suresini okuyan, Hz. Peygamber (sas)’i rüyasında görür.” demişti. Çocukça kalbimle buna inandım ve o gece ikibin defa Nasr suresini okudum, öyle yattım. O gün, bu okuma işi, sabaha kadar sürseydi, yine okurdum. Çünkü benim Rasulüllah’ı görme iştiyakım, değil bir geceyi, belki yüzlerce geceyi feda ettirecek çaptaydı. Demek insan, bir şeye dilbeste ise onu elde etme yollarını mutlaka araştırmalıdır.
Hasılı, güzel ahlâkın unsurları ile bezenmeyi kavlen isteme kadar, onları hayata geçirmede yapılması gerekli olan fiiller de çok önemlidir. Bu ikisi, bir bütünün parçalarından ibarettir.. ve dua, birçok açıdan yeri başka bir şeyle doldurulamayacak önemli bir hadisedir.
Kaynak: Prizma 3, “Dua-Amel Münasebeti”