İlk insan Hz. Âdem’den başlamak üzere insanlık, sürekli kültürel ilerleme kaydetmiş ve tarih içinde birçok medeniyetler kurmuştur. Bu medeniyetleri kuran kişi ve devletler tarihin derinliklerine gömülmüşler ama bıraktıkları kültür mirası, sonraki medeniyetlerin oluşmasında temel malzemeyi oluşturmak üzere bakî kalmıştır. Eski kültür malzemesi bir basamak olarak kullanılıp yeni medeniyetler kurulmuştur. Bu gösteriyor ki, “bir defa çiçek gibi açıp gelişen kültürler bir daha açmamak üzere solmalıdırlar” şeklinde zorlayıcı bir evrensel kanun yoktur. Ancak kültür bir zamanda bir alanda, bir başka zamanda diğer bir alanda gelişebilir ve bir bütün olarak iniş ve çıkışlar yapabilir.
Kısacası, insanlığın daha iyiye, daha güzele olan iştiyakı, kültür ve medeniyetlerin sürekli gelişmesine sebep olmuştur. Bu gelişme, kıyamete kadar da sürecek gibi görünmektedir.
Dinî sahada da durum böyle cereyan etmiştir denebilir. Hz. Âdem’e verilen İslâm’dı. En son görevlendirilen peygamber Hz. Muhammed’e de (s.a.s.) İslam dinini tebliğ etme görevi verildi. Ona indirilen son kitap Kur’an’da dinin kemâle erdirildiği de belirtilmekteydi: “Bu gün size dininizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’dan razı oldum” (Maide Suresi, 5/3). Ayrıca, yaş kuru ne varsa, hepsi Kur’an’da yerini almıştır. (En’am Suresi, 6/59)
Bu âyetler, tabii ki, bütün ilmî, fennî, kültürel gelişmelerin varabileceği son noktaya vardığı ve bundan sonra hiç bir ilmî, sosyal ve ekonomik gelişme olmayacağı anlamında değildir. Bu bakımdan, temel kuralları din tarafından konan muamelat gibi, değişme ve gelişmeye açık sahalarda her şey, bütün teferruatıyla ve kesin hatlarla neticeye bağlanmamıştır.
Öyle ise âyetteki kemâlden maksat, dinin cüziyyatı değil, genel prensipleridir. Zarûrî, hâcî ve bunların tamamlayıcı hükümlerinden, ihtiyaç duyulan hiç bir kural kalmamış, hepsi gâyet güzel bir şekilde açıklanmıştır. Evet bazen içtihat prensibine dayanılarak, cüzî olayların genel prensiplere vurulması söz konusu olabilir. İçtihat prensibi Kitap ve Sünnet’te sabittir. Buradan anlaşılıyor ki, dinde, içtihat için ayrılmış bir saha vardır ve içtihat, hakkında nass bulunmayan konularda söz konusudur. Bu ise, dinin kemale erdirilmesine zıt değil, bilakis onun içinde mütalâa edilmelidir. Yani İslâm, kıyamete kadar bütün insanların hayatını bütünüyle kucaklayacak ve her yeni meseleye çözüm üretecek prensip ve kaidelerle gelmiştir. Bundandır ki, onda eksik hiçbir şey yoktur. Dünya ve Âhiret saadeti için gerekli ve yeterli prensipler konulmuş, çerçeve boşluğuna yer verilmemiştir. Böylece ferd için bahane edebileceği açık kapı bırakılmamıştır. (İbn Aşur, 124). Genel çerçeve dahilinde gereksiz teferruata gidilmemiş, teferruat ve yeni zaman ve şartların ortaya çıkaracağı durumlar, genel prensipler çerçevesinde halledilmeye bırakılmıştır (Erdoğan, 8) Zaten dinin temel gayesi, yaratılış sebebimiz olan kulluk görevimizi (Zariyat Suresi, 51/56) en güzel şekilde yerine getirmemizi temin etmektir. Bu yüzden peygamberler gönderilmiş ve İlahî şeriatlar konmuştur (Şatıbî, 1/61). Hz. Peygamber’in “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” (Muvatta, “Hüsn-ü Huluk, 8; İbn Hanbel, 2/38) buyurmasına da bakılırsa, İslam’ın çeşitli şerî hükümler getirmesinden de maksat, kulluğun gerçekleşmesi, insanın potansiyel insan olmaktan gerçek insan olmaya yükselmesidir. Öyle ise, Hz. Peygamber’den sonra, dünya hayatının son bulacağı kıyamete kadar, bir çok yeni durum, düşünce, adet ve yapılanmanın olması kaçınılmazdır. Dinin, ibadet ve inanç dışında kalan sahalarında da içten genişleme ve gelişmelerin olması, hem dinin evrenselliğinin hem de insanlığın gelişmeye olan fitrî temayülünün gereğidir. Bidatın manâ ve kapsamını anlamadan, hayatta ortaya çıkan her yeniliğe ve bu yenilikler için dinî ictihadlarla ortaya konan her hükme bidat diyerek karşı çıkmak, hem tarihin dışına itilmeye, hem de dini dondurmaya sebeptir.
Hz. Peygamber’in, “Ben de bir insanım, size din konusunda bir şey emrettiğim zaman gereğini yapın; ama [dünya işlerine ait] kendi görüşümü söylediğim zaman, bilin ki ben de bir insanım,” (Buharî, “Salât” 31; Müslim, “Ekdiye” 5) hadisinden, dinin insan zekâsına ve tecrübelere yer ayırdığını anlamak mümkündür. Yani İslâm, 14 asır önce bütün insan hayatını, o dönemin ve ilk indiği bölgenin şartlarına hapsetmemiş, tam tersine, onun gelişmesini sağlama istikametinde kaideler koymuştur. İslâm, insan hayatını tekâmüle açmış, fakat değişme ve yenilenme diye, her dönemde ortaya çıkan beşer ürünü anlayışlara uymak gibi bir fanteziye kapı aralamadan, iman, ibadet, düşünce ve davranış sahalarında, insan karakteri, hayatı ve temel ihtiyaçlarının değişmezliği çerçevesinde temel kaideler, prensipler koymuş, hayatın değişen yanlarıyla alâkalı zamana bağlı hükümlerin bu prensipler üzerine oturtmuştur. Yani İslâm, genel statik üzerinde dinamik bir gelişmeyi uygun görmüştür.
Bu cümleden olmak üzere, meselâ, hakkında kesin nass bulunmamak ve sözünü ettiğimiz genel, değişmez prensiplere muhâlif olmamak şartıyla insan, her türlü düzenlemeyi yapma hürriyetine sahip kılınmıştır. Bu konuda, İslam hukukçuları, İslâm’ın temel prensiplerinden hareketle, fevkalâde kaideler koymuşlar, daha doğrusu, İslâm’da var olan kaideleri ifade etmişlerdir: Hakkında nass olmayan her ibadet batıldır; batıl olduğuna dair nass olmayan her âdet de mubahtır; eşyada aslolan ibahadır. (Mecelle, Md. 36, 37, 40, 41).
İlim ve teknik gibi evrensel kültürün birer unsuru olan hususları Hz. Peygamber, hiç bir ayırım yapmadan alınmalarını teşvik etmiş ve en güzel şekilde alıp uygulamıştır. Başta, o gün için elzem olan, harp silahları ve metotları olmak üzere, değişik bölgelerde dokunan kumaşların, yiyecek kaplarının, hamamların, yazı aletlerinin, minberin, tıbbî metotların vb. bir çok teknik malzemenin kullanılması gâyet normal karşılanmıştır (Tirmizî, “Edep 43, Libas 30; Neseî, “Zinet” 41; Buharî, “Tıp” 13 vb.) Daha sonra da sahabe, divan, takvim vb. bir çok yeniliği, diğer milletlerden öğrenerek alıp kullanmışlardır (El-Hindî, 10: 193-195). Hz. Peygamber’in bu davranış ve uygulamaları, dini ilgilendirmeyen sahalarda yeniliğe gitmenin cevazından öte gerekli olduğunu, başka bir ifadeyle sünnet olduğunu göstermektedir. Bundan da ortaya, hayatta zamanın getirdiği her yeniye bidat demek bidattır hükmü çıkar.
İlim adamları, “Kim, bizim şu işimizde, [başka rivâyetlerde dinimizde] ondan olmayan yeni bir şey ortaya çıkarırsa, o yaptığı reddedilir” (Buharî, “Sulh” 5; Müslim, “Ekdiye” 17) hadisi, dine müdahaleyi yasaklamaktadır. Dinin temel prensiplerine zıt veya onları değiştirmeye yönelik her yeni uygulama veya kaide, bidat kapsamının içine girer ve dinde ona yer yoktur.
Muhammed Buhayt, “Sonradan ortaya çıkartılmıştır denilerek, kıyas yoluyla elde edilen hükümler bidat sayılırsa, dinin [yani, mevcut fıkhî hükümlerin] dörtte üçü gider. Çünkü, Hz. Peygamber döneminde, açık bir şekilde, bu günkü hükümlerin dörtte biri ancak vardı,” (Buhayt, 56) der ve sonradan çıkan her şeyi bidat sayanların art niyetli olduklarını şöyle açıklar: “Hz. Peygamber zamanında yapılmayıp sonradan yapılan her şey bidat değildir. Bu iddiada olanlar, bir çok sünneti de bidat saymışlardır. Gayeleri, takvâ sahibi ve yalan bir dindarlıkla görünerek, meşhur olmaktır. Söz konusu tipler araştırıldığında, bu davranışları altında bir çok art niyetler gizledikleri ortaya çıkar. Adetâ bu davranışlarını bir tuzak gibi kullanarak, dünyalık elde ederler.
Çağdaş alimlerden merhum Muhammed el-Gazalî (v.1996) ise konuyu şöyle formüle eder: “Dinî konularda ittiba’ (eskiyi aynen uygulama), dünya işlerinde ise ibtida’ (sürekli geliştirip, yenilikler yapma) esastır. Günümüz İslam âleminde, tam bunun aksi yapılmaktadır. Dinî konular, güya geliştirilerek, bozulmak isteniyor, dünya işleri ise, tamamıyla dondurulmuştur” (Gazalî, 144). Dolayısıyla, yapılmakta olan bir işin, şer’î delillerle farz, vâcip, sünnet, mendûp veya mubah olduğu anlaşılmışsa, Hz. Peygamber döneminde ister yapılmış olsun ister terk edilmiş olsun, bidat demek mümkün değildir. Ancak, Hz. Peygamber bir uygulamayı, o gün için yapılması mümkün olduğu hâlde terk etmişse, onu terk etmek sünnet, yapmak ise bidat olur. Onun için sahabe, Safa ile Merve arasında yapılan sa’yden sonra namaz kılmayı mekruh saymışlardır. Çünkü Hz. Peygamber onu terk etmişti” (Buhayt, 20).
(Prof. Dr. Abdülhakim Yüce, Yeni Ümit Dergisi, Bidat ve Yenilikler)