Soru Detayı: Özelde çevremde olmak üzere, toplumun belli bir kesiminde dindarlığın artmasından duyulan bir endişe söz konusu. Sebep ise şahsi özgürlüklerinin kısıtlanacağı korkusu. İran ve Arabistan örnekleri gibi. Bu ülkelerdeki yönetim şeklinin İslam hukukunda yeri var mıdır?
Öncelikle şu hususu belirtelim ki, eğer korkulması gereken birileri varsa, onlar da Allah’ı tanımayan, yapıp ettiklerinin hesabını vereceğini düşünmeyen ve bütün hedef ve gayeleri dünyadan kam almak olan kişilerdir. Çünkü hakiki bir dindardan kimseye zarar gelmeyeceği gibi, onun bulunduğu yerlerde hep sevgi ve hoşgörü meltemleri eser. Hakiki bir Müslüman bütün inanç ve değerlere saygılı, herkesi bulunduğu konumda kabul eden ve hep iyilik ve ihsan duygularıyla oturup kalkan kimsedir. Eğer İslam’ın yayılmasından endişe duyan birileri varsa, bizim onlara söyleyebileceğimiz şey: “Siz İslamiyet’i ve hakiki Müslüman’ı tanımıyorsunuz” şeklinde olacaktır.
İslam’ın özgürlüklere bakışını ve dinde zorlama olup olmadığını anlamak için aşağıya aldığımız yazıyı takdim ediyoruz:
“İslâm, insanları bazı inanç esaslarını kabul etmeye zorlamaz; aksine, akıl ve mantıklarına seslenerek, onları her türlü baskıdan kurtarıp hür iradeleriyle yeni bir seçimde bulunmaya teşvik eder. Kur’ân, “İslâm’da, dine sokmaya matuf zorlama yoktur” der; çünkü, zorlama dinin ruhuna zıttır. Dinin tarifinden de anlaşılacağı gibi, o, insanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla doğru ve güzel olan şeylere sevk eden ilahî emirler mecmuasıdır; dolayısıyla, dinin kabul edilmesinde esas olan iradedir, insanın bilerek ve severek ona yönelmesidir. Öyleyse, dinde zorlama söz konusu olamaz. İslâm, irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muamelelerini bu esas üzerine kurar.
Sağ Yoldaki Zahirî Meşakkat
Dinde öyle bir yaşanılırlık vardır ki, insan onun emirlerini yerine getirirken büyük bir rahatlık hisseder. İmam Şatıbî Hazretlerinin Muvafakât’ında ifade edildiği gibi; dinin vaz’ ettiği bir kısım mükellefiyetler aslında meşakkat sebebi değildir; onlar uzun bir yolculuğa çıkmış bulunan insanın hedefine sağ-salim varabilmesi için sıyanet vesilelerinden ibarettir. Hazreti Bediüzzaman üslubuyla meseleyi ele alacak olursak; insanın önünde iki yol vardır: Sağ yolda kanuna ve nizama tâbi olmak şarttır ama o zahirî külfet içinde bir emniyet ve saadet bulunur. Sol yolda ise, başlangıçta serbestiyet ve hürriyet vardır; fakat o rahatlığın neticesinde bir tehlike ve talihsizlik mukadderdir. Sağ yoldaki bir kısım sorumluluklar ve mesuliyetler ilk bakışta insanın omzunda bir yük gibi görünse de, aslında onlar ileride çıkması muhtemel tehlike ve engellere karşı birer korunma argümanıdır. Meselâ, sağ yolda yürüyen insan, bir pasaportu almak için bazı zahmetlere katlanır, bir miktar masraf eder. Daha sonra onu kaybetmemek için tedbirler alır, sürekli yanında taşıma mecburiyetinde kalır. Fakat onun sayesinde pek çok kapıdan rahatlıkla geçer gider; pasaport taşıma gibi o küçücük meşakkete katlanma neticesinde rahatça geçtiği her kapıda ayrı bir huzur yudumlar. Sol yolda yürüyen insana gelince, onun için öyle bir pasaport alma, masraf yapma ve onu her zaman yanında taşıma gibi bir külfet yoktur. Fakat belli bir süre serbestçe ve külfetsizce yol alsa bile, onun, önüne çıkan ilk kapıdan kovulacağı da muhakkaktır.
Bu itibarla, dinin emirleri arasında nice zor görülen mükellefiyetler vardır ki, aslında onların her biri ebedî saadetin birer vesilesidir. Meselâ, insanı nefisle mücadeleye alıştıran, kalbî ve ruhî hayata yükselten, onu uhrevîleştiren ve ahirete ehil hale getiren ibadetler çok küçük bir meşakkat taşısalar bile aynı zamanda insana çok büyük mükâfat kazandırırlar. Dolayısıyla, insanların dünyevî ve uhrevî saadeti için vaz’ edilen bu mükellefiyetler birer külfet olarak görülemez. Abdest, namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler zahirî bir külfete bedel binlerce sevap ve mükafat getirirler. Bunlar, hem Allah’a karşı kulluğu ifade eder hem de asla bir nihilist ve bir anarşist gibi davranamayacak olan ve kendi iradesiyle tam bir disiplin insanı olarak yaşayan Müslüman’ın hayatını zapt u rapt altına alırlar. Ayrıca, ubudiyetin gereği olan mükellefiyetler, Cennet’e, ebedî saadete, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşahedeye ve O’nun rıdvanına mazhar olmaya liyakat kesbetmek için yerine getirilmesi gereken sorumluluklardır.
Bunları okula giden bir öğrencinin yapması gereken vazifelere de benzetebilirsiniz. Nasıl, eğitim çemberinden geçme ve belli bir kıvama erme o talebede bir liyakat metamorfozu meydana getiriyorsa, bir kul da ibadetler sayesinde o metamorfozu yaşamalıdır ki ahirete bir farklılık içinde gitsin. Arzın ve semanın değişip başka bir kalıba gireceği bir gün için, insan da cüz’iyyatı itibarıyla öyle bir farklılığa ulaşmalı ve kıvama ermelidir ki ahiret meyvelerine erişsin. İşte bu zaviyeden meseleye bakınca, dinde zorluk olmadığı, dini görevlerini yapan kulların kendi kıvamlarına koştukları görülecektir. Evet, biz bir maratonda koşuyoruz. Cennet’e, ebedi saadete, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahede etmeye ve O’nun “Ben sizden razıyım” müjdesine muhatap olmaya koşuyoruz. Biz ebedî yaşamaya ve hiç ölmemeye koşuyoruz. Öyleyse, ahiret hayatı adına hiç ölmemeye ve ebedî mutluluğa koştuğumuz bu yolda ölsek bile değer ve o da bir meşakkat sayılmaz. Bundan dolayıdır ki, dünya hesabına ölen şehitler ölüm şerbeti içtikleri aynı anda ölümsüzlüğe eriyorlar; buradaki ölüm sancılarını bile duymuyor, ölümsüzleşiyor ve sürekli ebedî saadet yudumlayıp duruyorlar.
Dinin Emirleri Objektiftir
Evet, “Lâ ikrâhe fi’d-din” hakikati insanların dine girmelerine matuf bir zorlamayı yasakladığı gibi dinin temelinde ikraha hiç yer bulunmadığını da ima etmektedir. Çünkü onun özünde sevgi, muhabbet, alâka ve insanların her türlü faydası vardır. Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) getirdiği din, bir hanifiye-i semhâdır; yani, herkesin rahatlıkla yaşayıp, kolayca tatbik edebileceği bir sistemdir ve objektif prensipleriyle tam bir denge unsurudur. İslâm, sadece belli bir grup için değildir; onun mesajı herkesedir. İslâm’da “teklif-i mâlâyütak”, yani insanlara güç yetiremeyeceği sorumlulukları yükleme söz konusu değildir; o herkesin biraz gayret ederek altından kalkabileceği emirlerle gelmiş olan ve ruhunda müsamaha bulunan bir nizamdır. Din kolaylık üzerine vaz’ edilmiştir, ibadet kastıyla da olsa ilave zorluklar çıkarmaya ve dinin kolaylaştırdığını zorlaştırmaya hiç kimsenin yetkisi yoktur. Onu şiddetlendiren ve altından kalkılmaz hale getiren yenik düşer. Nitekim Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insanın mutlaka bir kısım eksik ve kusurları olur ve) galibiyet dinde kalır” buyurmuş ve ümmetine bir tavsiyede bulunurken iki şeyden birini tercih edecekse daima kolay olanı tercih etmiştir. Kendisi dinin emirlerini kılı kırk yararcasına yaşasa da ümmetini irşad ederken mutlaka insan fıtratını gözetmiş ve dinin objektifliğine göre hükümler vermiştir.” (Kaynak: İkindi Yağmurları, “Çocuklarına Ne Bıraktın”)
Günümüzdeki İslam ülkelerinin her birinin kanunları farklı farklıdır. Bunların içinde İslam’la uyuşanlar olduğu gibi, tamamen batıdan alınan kanunlar da vardır. Yani bu devletlerin kanunlarının İslam’la ne derece uyuştuğunu belirlemek bir anda söylenecek bir şey değildir. Belki üzerinde derin çalışmaların yapılması gerekir. Burada esas olan devletlerin uygulamaları değil, İslam’ın kendisi ve getirdiği hükümlerdir.