Soru Detayı: Müslüman olmuş bir insanın, Hıristiyan olarak ölen anne babasının azabının hafiflemesi için yapabileceği bir amel var mıdır, onlara dua edebilir mi? Evlatlarının Müslüman olmasının anne babasına bir yararı olabilir mi?
Öncelikle asrımızda İslam bayrağı altına girememiş, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yoluna sülûk edememiş kimselerin durumu hakkında bir değerlendirme yapalım. Yani bunlar için fetret devri insanlarının hükmü geçerli midir? Veya hayatında İslamiyet’i tanıma adına eline bir fırsat geçmemiş, inadından değil de, cehaletinden dolayı Müslüman olamamış kişiler hakkında da hemen cehennemlik mi diyeceğiz?
Fetret devri, peygamberler arasındaki boşluk demektir. Daha çok da, Peygamber Efendimizle Hz. İsa arasındaki boşluk kastedilir. Evet, Hz. Mesih’in getirdiği esaslar unutulup, onunla gelen ışık hüzmelerinin Efendimiz’e (s.a.s.) kadar ulaşamadığı o dönemdir ki, insanlık o dönemde karanlıklar içindedir. Yine o dönemdir ki, Hz. Mesih ile Efendimiz’in (s.a.s) aydınlıkları birbirine bitişememiş ve arada karanlık bir boşluk kalmıştır ve işte bu boşluk devresi fetret devri, bu karanlık devrede yaşayan insanlar da fetret devri insanlarıdır.
Kelam kitaplarının anlattığına bakılırsa, devrimize fetret devri, bu devrin insanına da fetret insanı demek oldukça zordur. Ne var ki, mes’eleyi hemen sarıp sarmalayıp bir tarafa bırakmak, hem ehl-i sünnet ve’l-cemaatin görüşüne hem de Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) engin rahmetine karşı saygısızlık olsa gerek…
Biz, öyle bir devir idrak ettik ki -hele başka memleketlerde- İslâm güneşi tamamen söndürülmüş, kalplerden Allah Rasûlü’nün güzel ismi silinmiş ve ilim adına ortaya konan her şey, âdeta birer yalancı dil gibi Allah’ı (c.c.) inkârda kullanılıyordu. İrfan yuvalarından Marifet-i İlâhînin solmaz renkleri fışkıracağına, küfrün ziftli çehresi hortlatılıyordu. Bin bir hikmetle îmâna payanda olması gereken ilim, îmân kalesini enkaz haline getirmede âdeta bir dinamit vazifesi görüyordu.
İşte, gençlik, böyle bir küfür gayyası ve dalâlet anaforu içinde mescid ve mabedin yolunu bütün bütün unutmuştu. İlim mahfillerini ellerine geçiren bir şirzime-i kalîl, gözlerini kendi mefahirlerine kapamış ve hep batının türküsünü söylüyordu. Kimisi tekâmül nazariyesiyle insanımızın hilkat ve yaratılış hakkındaki düşüncelerini bozuyor; kimisi Freud’un libidosu ile milletin ruh ve dimağlarını cinsiyete bağlı gösteriyor ve her şeyi şehvetten bir dünya içinde çözmeye çalışıyor. Kimisi de serserilik ve baş kaldırma felsefesiyle milleti ifsad ediyordu. Bu sistemlerden her biri, bazen toptan, bazen de münferiden, milletimizi ve bizimle aynı çizgiyi paylaşan diğer milletleri kıskacına alıyor, zehirliyor, özünden uzaklaştırıyor ve serserileştiriyordu. Yıllarca, bir baştan bir başa bütün ülkede gazete, mecmua ve kitaplar da hep aynı havayı estirdiler. Bu itibarla, günümüz insanı, bütün bütün fetret devrinin dışında kabul edilemez. Aksi düşünce, vakalara ve realitelere göz yummak olur.
Buhari ve Müslim’de şöyle bir hâdise nakledilir: Esirler getirilmiştir. Esirler arasında bir kadın vardır. Durmadan sağa sola koşuyor ve gördüğü her çocuğu alıp bağrına basıyor.. ve aradığı çocuğun o olmadığını görünce, onu da bırakıyor, yine aramaya koyuluyor. O esnada, Allah Resûlü de bu manzarayı gözyaşları içinde seyrediyor. Nihayet kadın aradığını buluyor ve onu, iliklerine kadar şefkat kesilmiş bir duyuş ve hissedişle bağrına basıyor. Söz Sultanı, kadını, yanında bulunanlara gösteriyor ve soruyor: “Şu kadın bağrına bastığı evladını ateşe atar mı?” Cevap veriyorlar: “Hayır, Ya Rasulallah, bu şefkatli kadın çocuğunu asla ateşe atamaz.” Ve Allah Resûlü hikmet gamzeden bir edayla: “Allah (c.c.) o kadından daha şefkatlidir” buyurdular. (Buhârî, edeb 18; Müslim, tevbe 22)
Binaenaleyh biz de biraz müsamahalı düşünmek zorundayız. Bunu söylerken merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet gösterip Cennet havariliği yaptığımız zehabına varılmasın. Mes’eleye, ehl-i sünnetin umumî prensipleri zaviyesinden ve (İnne rahmetî sebekat alâ gadabî = Rahmetim gazabımı geçmiştir) adesesiyle bakmak istiyoruz. (Asrın Getirdiği Tereddütler-4)
Başka bir yerde fetret devri insanını tanımlanırken şu ifadelerin kullanıldığını görüyoruz: Kendisine tebliğ gitmeyen, kendisinin de öğrenme imkânı olmayan insan, fetret devri insanı gibi sayılabilir. Hakkın kendisine tebeyyün etmesi derecesinde tebliğe muhatap olmayan insana da, hemen mutlak kâfir damgası vurulmamalı. Şimdi yeniden dönüp soruyu tekrar edelim: İslâm diyarının dışında doğan kimseler hemen Cehennem’e mi gidecekler? Evet, Efendimiz Sallallahu aleyhi ve Sellem’i, Kur’ân’ı duymuş ve Peygamberimizin peygamberliğine şahid olmuş, ama araştırma lüzumunu duymamış ve araştırmamış olanlar Cehennem’e girecekler. Fakat bu kadarcık olsun herhangi bir imkâna sahip olamamış, karanlıkta yetişmiş, karanlıkta kalmış, hep karanlık soluklamış, karanlık içinde yatmış-kalkmış kimselere gelince, ümit ederiz ki, Cenab-ı Hakk’ın merhametinden istifâde ederek muaheze görmesinler. . .
Aynı meseleyle ilgili başka bir yerde de:
Evvelâ, soruda belirtildiği ve çoklar tarafından zannedildiği gibi “bize uzak diyarlarda bulunan kimseler, Cehennem’e girecekler” şeklinde umumî bir hüküm yok. Şöyle bir hüküm var: Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in davasını duymuş, davetini işitmiş, O’nun neşrettiği nura şahid olmuş kimseler, inatlarından bu işi kabul etmiyor ve kulaklarını kapıyorlarsa, evet bunlar Cehennem’e gireceklerdir. Burada Allah’ın merhametinden daha fazla merhamet ileri sürerek başka türlü iddialarda bulunmak, ukalalıktan başka bir şey değildir. Evet, Cehennem’e gireceklerdir. Hem de sadece yabancı ülkelerde olanlar değil, bizim memleketimizde de, Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in davasını işitip O’na, icabet etmeyenler, getirdiği esaslarda O’na başkaldırıp arkasından gitmeyenler; onlar da, cehennem’e girecek ve ebedî hüsrana uğrayanlardan olacaklardır. (Asrın Getirdiği Tereddütler 2)
Bediüzzaman Hazretleri de konuyla ilgili şu değerlendirmede bulunuyor: Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (s.a.s.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş.
Meselenin bu yönü anlaşıldıktan sonra şimdi gayr-i Müslim birisi hakkında dua ve hayır hasenat yapılıp yapılamayacağına geçelim. Bu konuda ehl-i sünnet ulemasının genel değerlendirmesine baktığımızda, imanlı olarak ahirete intikal etmemiş kişiler hakkında Allah’tan rahmet dilenemeyeceği ve hakkında dua ve istiğfar yapılamayacağı şeklindedir. Ancak bizler dua etmesek/edemesek de, bu kişi eğer yukarıda anlattıklarımız çerçevesinde bir durumda ölmüşse, onun hakkında ümidimizi korur ve onun fetret devri insanlarına yapılan muameleye tabi olabileceği temennisiyle hareket ederiz.
Bir de bu inkisar ve hüzünle İslamiyet’i tanıyamamış kişilerin elinden tutma, onları İnsanlığın İftihar Tablosuyla tanıştırma adına gereken cehd ve gayreti gösterme, tanıdığımız bu güzellikleri, karanlıklar içinde kalmış, Kur’an nurundan mahrumiyet içinde bulunan kişilere de anlatma adına gerekeni yapma da üzerinde durulması gereken ayrı bir meseledir.