İnsan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Hayat baştan başa, değişik boy ve derinlikte bir imtihanlar zinciri olarak devam eder durur. İnsan tâ çocukluğundan başlayarak ruhunun bedeninden ayrılacağı ana kadar hayatının her karesinde bu imtihanlarla yüz yüzedir. Bediüzzaman Hazretleri, “Hücumât-ı Sitte” adıyla Yirmi Dokuzuncu Mektubun altıncı kısmında, “İns ve cin şeytanlarının altı desiselerini inşaallah akim bırakır ve hücum yollarının altısını da seddeder” diyerek bu imtihanların en tehlikeli olanlarını “hubb-u cah, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak tesbit etmiştir.
Şimdi Bediüzzaman’ın tespit ettiği bu hastalıkları yine onun perspektifinden icmalî olarak izah etmeye çalışalım. Hubb-u cah; makam arzusu ve şöhret düşkünlüğü demektir. Bediüzzaman insandaki bu duyguyu, “İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyakârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hatta o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder” diyerek hulasa eder. Hubb-u cah, kalbin üzerine zift çeken ve ruhu felç eden kötü bir haslettir. Gönlünü böyle bir hastalığa kaptırmış talihsizlerin, bakışlarının bulanıp yol ve yön değiştirerek çıkmaz sokaklara girmeleri her zaman ihtimal dahilindedir. Gerçi hubb-u cah dediğimiz bu virüsün her insanda az-çok bulunması tabiîdir. İşte bu itibarladır ki, şayet bu his, meşru bir zeminde tatmin edilme yoluna gidilmezse, kendini böyle bir duygu ve düşünceden kurtaramayanların, hem kendilerine hem de içinde bulundukları topluma zarar vermeleri kaçınılmazdır. Böyle bir zararın telafisi ise oldukça zordur.
İkincisi, korkudur. İnsan korkuyla iradesine kement vurarak onu gemleyebilir. Bilhassa günümüzde ehl-i gaflet, korku hissiyle insanları sindirmeye çalışmaktadır. Bediüzzaman “İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade edip onunla korkakları gemlendiriyorlar. Bunlar avamın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar” deyip, meseleyi biraz da zaman ve mekan unsurlarıyla gözler önüne sermiştir. Hak ve hakikate inanmış bir sinenin bu marazdan kurtulması, ancak imanıyla metafizik gerilime geçip “Bin izzetim, bin haysiyetim ve bin şerefim olsa da, hepsi bu uğurda feda olsun. Ölüm ancak Allah’ın elindedir” kanaatleriyle aşılabilir. Zira kimseden korkmamanın yegane çaresi, korkulması gereken gerçek kaynaktan korkmakla mümkündür.
Üçüncü desise, tamâ’dır. Tama, birşeyi hırsla istemek, açgözlülük ve doymazlık mânâlarına gelmektedir. Allah Rasulü (s.a.s), “Eğer ademoğlunun iki vadi altını olsaydı muhakkak üçüncüsünü isterdi. İnsanın gözünü ancak toprak doyurur. Allah ise tevbe edenin tevbesini kabul eder” sözleriyle tamâ’ın esiri olan insanların halet-i ruhiyelerini resmedip sunmaktadır. İnsan ancak, “yiyin, için fakat israf etmeyin” (A’raf, 7/31) ayetini kendine bir ölçü kabul edip, harcamalarını israfa varmayan bir ölçüde yaparak tamâ’dan sıyrılabilir. Ayrıca bazı kötü ruhlar, tama damarına girip inanmış sineleri kendi menfur emellerine alet edebilirler. Bediüzzaman, “Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlahiyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını kazanmaya çalışır” diyerek dikkatleri böyle bir tehlikeye çekmektedir.
Dördüncü husus, ırkçılıktır. Irkçılık fikri ilk defa Avrupa’da Durkheim ile başlamış ve sonraları da devlet-i âliyenin sonunu hazırlayan âmillerden birisi olmuştur. Zira ırkçılık mülâhazasıyla sıbğatullah hakikatine mazhar olmuş milletimizi, Türk’ü Kürd’e, Kürd’ü Boşnak’a, Boşnak’ı da Arnavut’a vurdurarak birbirine düşürmüşlerdir. İslâm, ırkçılığı dinin önünde tutan böylesi bir milliyetçilik anlayışına karşıdır. Evet İslâm’daki iman bağı sayesinde kabilecilik ve ırkçılık tamamen ortadan kaldırılmıştır. Ashab-ı Kirama bakıldığında birçoğunun farklı ırktan olduğu hemen müşahede edilir. Mesela Hz. Ebu Bekir Arap, Hz. Bilal Habeşli, Hz. Suheyb Bizanslı ve Hz. Selman ise Farslı’dır. Bunların hepsi farklı iklim ve farklı ulusların insanları olmalarına rağmen İslâm potasında birleşerek birbirleriyle kardeş olmuşlardır. Zaten “Muhakkak ki Allah yanında en üstün olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır” (Hucurât. 49/13) âyeti bu hakikati belgeler mahiyettedir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslâm, bir yandan ırkı, dinin önünde tutan menfî bir milliyetçiliği reddederken diğer yandan da müsbet milliyetçiliği tesbit buyurmuştur.. tesbit buyurmuştur; zira soy-sop, milliyet ve kavmiyet de bir gerçektir. Ayrıca bu “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık” (Hucurât, 49/13), ayetinde yerini alan içtimaî bir vakıadır. Bediüzzaman da, bu gerçeği çok güzel bir şekilde teşhis etmiş ve bu teşhisini şu ifadelerle dile getirmiştir:
“Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hadim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var: alem-i bekada ve alem-i berzahta o uhuvvet baki kalır. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakane bir cinayettir.”
Beşinci desise; insandaki en zayıf ve en tehlikeli olan enaniyet (benlik) duygusudur ve insanın mahiyetinden ilk defa sökülüp atılması gerekli olan bir şeydir. Zira benlik anaforuna kapılan talihsizlerin, hak ve hakikati görüp bilmesi ve gözleri bağlı olduğu için de yoldan çıkmadan hedefe yürümeleri çok zordur. Bediüzzaman,
“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enaniyetle vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda eh-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, ancak eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, işte böyle bir hâl, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafında toplandığımız hizmet-i Kur’aniye, eneyi kabul etmiyor, nahnü (biz) istiyor.”
sözleriyle bu şeytanî sıfata karşı bizi tetikte olmaya çağırır.
Altıncısı günümüzde ciddi bir maraz halinde hak erlerinin pek çoğunun ayağına dolaşan tenperverlik (rahata düşkünlük) hastalığıdır. Evet içtimaî ruhu uyandıran, kitleleri irşad edip insanlığa yükselten bir davanın müntesipleri, bu yüce dava uğrunda kat’iyen tenperverliğe girmeden, maddî-manevî her şeylerini feda etmeye hazır olmalıdırlar. Üsturevî mahiyette Hz. İbrahim’in servetiyle alâkalı anlatılan bir menkıbe vardır. Aslı olmasa da, faslı bize bir şeyler anlatır. Hz. İbrahim’in o kadar çok koyunları ve bu koyunların çobanları vardır ki, o kendi dönemi itibarıyla en zenginlerinden sayılır. Bu kadar geniş bir serveti peygamberlik mansıbıyla telif edemeyen -hangi mülâhazadan kaynaklanırsa kaynaklansın- meleklerden bazıları, “Acaba peygamberlik mansıbıyla bunca servet nasıl te’lif edilir” şeklinde bir soru tevcih ederler. Cenab-ı Hak da “Bu servet onun gönlüne girmiş mi girmemiş mi gidin deneyin” der ve bunun üzerine melekler, vahiy meleği Cibril-i Emin reisliğinde insan suretinde temessül ederek Hz. İbrahim’in yanına gelirler. Burada melekler onun duyacağı şekilde “Subbûhun, Kuddûsün, Rabb’ül-melâiketi ve’r-rûh” diyerek marifetlerini ifade ederler. Bu kelimelerin her biri, Cenab-ı Hakk’ı takdis ve tesbih adına çok iyi seçilmiş kelimelerdir. Kalbi lahutî esintilere açık olan Hz. İbrahim, böyle bir tesbih duyunca çok hoşuna gider, “Allah aşkına bu ne güzel şey! ” şeklinde hayretini bildirir ve “servetimin üçte biri sizin olsun, dediklerinizi bir kere daha söyleyin” der. Melekler bir daha söylediklerinde Hz. İbrahim, “yarısı sizin olsun”, bir kere daha söylediklerinde ise “çobanlarımla beraber size köle oldum” karşılığını verir. Bunun üzerine Cibril kendini tanıtır ve “Ben Allah’ın meleğiyim. Bunlara ihtiyacım yok, fakat Rabbim senin sadakatini göstermek istedi ve seni bizimle imtihan etti” der ve oradan ayrılırlar. Evet ak yolun hak yolcuları, rahat ve rehavet girdabına kapılmadan niyetlerinde sadece Allah rızası olduğu halde hep yollarına devam etmelidirler.
Hasılı; Allah’ın sonsuz rahmetine karşı, O’na olan ümit ve teveccühü bir lahza olsun kaybetmeden, daima nazarlar O’na yönlendirilmeli ve murakabe hissiyle meşbû, olarak hareket edilmelidir. Böylece aksiyon ruhu dumura uğramayacak ve “Hücumât-ı Sitte”de zikredilen desiselere kapınılmadan, günahların hacaletinden ve ümit kırıcılığından sıyrılıp af kevserlerinden kana kana içerek ruhlara inşirah veren sonsuz rahmetlere ulaşmak mümkün olacaktır.
Kaynak: Prizma III, “Hücuma-ı Sitte”