Toplum düzeninin sağlanıp huzur ve güvenin yerleşmesinde, şahıs veya komitelerin üstünlüğünden ve sözlerinin geçerli olmasından çok, hukuk prensiplerinin üstün olması gerekmektedir. Kanunlar ne kadar iyi olursa olsun, eğer cemiyette, sadece zayıflara uygulanırsa, bu kanunlar o cemiyete faydadan çok zarar getirirler. Avrupa’da, güçsüzlere tatbik edilen özel kanunların, birçok problemi ve yan tesirleri de beraberinde getirdiğini görüyoruz. Kendi çocuklarını bile yiyen 1789 ihtilâli ile ancak belli noktalara gelinebilmiştir. Ama şu gün için bile dünyanın pek çok yerinde çifte standartlar uygulanmaya devam etmektedir. Orta Amerika’da, Güney Afrika’da Filistin ve Afganistan’da yapılan uygulamalar gözler önündedir. Medenî Avrupa’nın işçilerimize reva gördüğü ayırım da meydandadır. Çeşitli baskısı çıkarılan kanunlar da herkes tarafından bilinmektedir, bu durumda hukuk yönünden eşitlikten veya hukukun üstünlüğü prensibinden bahsedilebilir mi?
Halbuki 1400 sene önce Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu prensip hususunda tavizsiz davranışını ortaya koymuş, bilhassa asîl bir hırsız kadının cezasının kaldırılması için araya girenleri çok zor bir durumda bırakmıştır. Kanunları uygulamada bazı insanları müstesna sayma keyfiliğe müsâit tavizler verme, kitlelerde İşkence ve zulümlere yol açtığı için, Hristiyan âlemi bunun kötülüklerini uzun müddet sırtında taşımış, daha sonra, kanunların çiğnenmemesi için denetleyici kontrol sistemleri geliştirme mecburiyetinde kalmıştır. Çoğunluğa dayanan sistemlerin, siyasî iktidarlara tanıdığı imkânların sebep olacağı zararları önlemek için de Anayasa Mahkemelerini ve diğer Yüksek mahkemeleri kurmuşlardır. Ama bunlar da hâlâ bir kısım haksızlıkları önleyememektedir. Dolayısiyle kitleleri meydana getirecek insan unsurunun çok iyi eğitilmesi gerekmektedir. Bunun için de imân duygusunun, şaşmaz ilâhî adaletin, gelecek bir muhteşem hesap gününün kalplere yerleştirilmesi ve buna bağlı bir mesuliyet anlayışının vicdanlara ışık tutmasının sağlanması icap etmektedir.
Sosyal düzen kurallarından biri olarak bilinen hukuk, günümüzde, kişilerin birbirleriyle ve toplumla olan ilişkilerini düzenliyen ve ihlâli halinde müeyyidelerle, devlet desteğiyle desteklenen kurallar bütünü olarak tanımlanmaktadır. Arapça asıllı olan hukuk, hak teriminin çoğuludur. Haklar anlamınadır. Ne var ki, dilimizde hukuk denilince, haklar anlaşılmaz fakat bir tür sosyal düzen kurallar akla gelir.
İlk insanlardan beri var olagelen hukuk kuralları köken, kaynak itibariyle farklı farklı durumlar arz eder. Vahye dayanan ilâhî kaynaklı hukuk kuralları olduğu gibi, beşerî kaynaklı, hukuk kuralları da vardır. Mesela Roma, Babil, Germen … hukuku birer beşerî kaynaklı hukuk sistemleridir. Yahudi hukuku, İslâm hukuku… da birer ilâhî kaynaklı hukuk düzenleri olarak bilinir. Beşerî kaynaklı hukuk sistemleri yalnızca dünyevî ilişkileri ve olanı düzenlerken ilâhî vahye dayananlar kişiler arasındaki dünyevî ilişkiler yanında işin ahlâkî yönünü, Allah ile kulu arasındaki ilişkileri, ibâdet biçimlerini de düzenlemektedir, olanla birlikte olması lâzım gelen üzerinde de durulmaktadır.
Nitekim böyle bir kapsam genişliği nedeniyledir ki, İslam fıkhının tanımı, “Kişilerin, yararlarına ve zararlarına olan şeyleri bilmesi ilmi” şeklinde yapılmaktadır. Böyle olunca da kişinin yarar ve zararına olan şeyler yalnızca karşılıklı ilişkilerden doğan şeyler olmayıp, ibâdet gibi şeyleri yapıp yapmamaktan doğan yararlar ve zararlar da bu tanımın içerisine girmektedir. Oysa günümüz beşerî hukuk sistemleri, ibâdet ilişkilerini, kişilerin yaratanıyla olan görevlerini bir vicdan işi haline getirmiş kişilerin kendi istek ve iradelerine bırakmıştır. Yapanlar ve yapmayanlar hakkında herhangi bir müeyyideyi öngörmemektedir.
Yalnızca dünya ile olan ilişkilerde kuralları ihlâl durumu karşısında her hukuk sisteminde bazı cezalar öngörülmüştür. Bunlardan amaç, yapılan işlemlerin geçersizliğini sağlamak, haksızlıkta bulunanları cezalandırmak, başkalarını da benzeri davranışlarda bulunmaktan önlemektir. Nitekim “hukukun üstünlüğü” ilkesi bütün anayasalarca benimsenmekte, birer ilke olarak anayasalara yerleştirilmektedir. Bu temel ilkelere, kurallara uymayanlar her kim olursa olsun, uymamalarının karşılığını kesinlikle bulma, cezai müeyyidelerle karşılaşma ortamı yine hukukla sağlanılmıştır. Esasen böyle yapılmazsa o zaman hukuk düzeninden de söz edilemez. Orada keyfîlik, kişilerin iradelerinin üstünlüğü söz konusudur. Kur’ân da, geçmiş milletlerin ileri gelenlerinin ilâhî kitaplarındaki bazı emirferi kendileri için uygulamadıklarından, zayıflar için uyguladıklarından, nefislerine ağır gelen kuralları uygulamayıp kendi arzuları doğrultusunda koydukları kuralları uyguladıklarından yer yer bahsedilmekte ve sırf bu sebeple helak oldukları ifade buyrulmaktadır. Aynı durum beşerî hukuk sistemlerinde de görülür; orada da kilise babalarının, derebeylerinin, kralların emirleri hep zayıflar, güçsüzler için işlemiş, ileri gelenler için özel hükümler uygulanmıştır. Pek tabiî böyle bir sakat uygulama saltanatlarının kısa zamanda sönmesine, çökmesine sebep olmuştur. 1789 Fransız İhtilâli sırf bu keyfî durumu sona erdirmek, hukukun üstünlüğünü toplumda geçerli kılmak için yapılmamış mıdır?
Hz. Muhammed (a.s.), kendi döneminde getirdiği dinin kurallarını tam hâkim ve geçerli kılmak için tavizsiz hareket eylemiş, kuralları çiğneyen, onlara uymak istemeyenleri ağır bir dille yermiştir. Bir keresinde, asillerden bir kadının hırsızlıkta bulunduğu haberi kendisine ulaşınca yargılaması sonucu elinin kesilmesine karar vermiş, fakat kadının kabilesinden bazıları onun için aracı olmuşlar, cezanın infaz edilmemesini Hz. Peygamberden istemişlerdir. O da. “Hırsızlıkta bulunan kızım Fâtıma bile olsa elini keserim, cezası ne ise onu uygularım.” buyurmuştur.
Görülüyor ki, şu örnekte ve uygulamada da güdülen amaç, kitlede kuralların tavizsiz uygulanması, hukukun üstünlüğünün sağlanılması, kişilerin keyiflerine, arzu ve isteklerine, takdirlerine bırakılmamasıdır. Yine Kur’ânda Allah (cc), Peygamberine şu emri vermiştir;
“O halde(ey Habibim sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin…” (Hûd 11/112)
İşte gönderilen bütün emir ve yasaklara basta Peygamber olmak üzere onun yolunda yürüyen, onunla beraber olan herkesin eksiksiz uymaları kesin bir şekilde açıklanmaktadır. Bunun bir istisnası, keyfîliğe yol açıcı bir kapısı bulunmamaktadır. Sırf bu emrin gelişi üzerine rivayete göre Nebî (a.s.),”Hûd suresi beni yaşlandırdı.” buyurmuşlardır. Elbette gelen dini eksiksiz bir şekilde esasen uygulayan ve böyle hareket etmesini bir kez daha vurgulayan bu âyetler karşısında Nebi (a.s.)ye düşen görev, daha da hassas davranmasıdır. Bu ağır emir karşısında kim yaşlanmaz, ihtiyarlamaz? Ama biraz yumuşak davranma, biraz tavizkâr hareket, görülüyor ki, kitlelerde ne zulümlere, işkencelere yol açmış, ne engizisyon mahkemeleri kurulmuş ve bîçâre insanları yargılayıp ateşe veya darağacına götürmüştür.
Osmanlılarda yöneticilerin ve özellikle de Padişahların Cuma namazı kılmak üzere selâtîn camilerine gidişleri ve dönüşleri sırasında çevrede ve geçeceği yol üzerinde toplanan halkın “Gururlanma Padişahım! Senden büyük Allah var.” sözleri de o zamanki toplumda hukukun, kuralların üstünlüğünü sağlamanın bir yolu ve yöntemi idi. Dolayısıyla yöneticilerin keyfî hareket edemeyeceği, bir üstün gücün ve o güçten kaynaklanan üstün kuralların bulunduğu her fırsatta hatırlatılmış oluyordu.
İşte bizim geçmişimizden bu örnekler, hukukun üstünlüğünü sağlama açısından geçmişteki durumu ve uygulamaları göstermektedir. Az önce de belirtildiği gibi, batıda ezilen toplumlar, ezenlere karşı başkaldırmaya başlayınca ilk işleri, keyfîliklerin önüne geçmek için, hukukun üstünlüğü ilkesini toplumda hâkim kılmak olmuştur. Hukuk kurallarını çiğnemesi umulan üstün iktidarlara, yöneticilere karşı da onları frenlemek, denetlemek üzere çeşitli adlarla yargılama makamları kurmuşlardır. İdarenin her türlü eylem ve işlemini yargı denetimine tabi tutmuşlardır. Yasama organında siyâsî iktidarların sayısal üstünlük nedeniyle istediği kanunları çıkarabilme durumu karşısında da onu denetlemek üzere Anayasa Mahkemeleri ya da Yüksek Mahkemeler kurmuşlardır. Kişiler hakkında karar verme durumundaki hakimlerin keyfîliklerini önleme açısından da ilk mahkemelerin üzerinde bir üst mahkeme kurma söz konusu olmuştur.
Bütün bunlardan amaç, toplumda kişi arzuları yerine, kurulu hukuk düzeninin, sisteminin gereklerini hakim kılmaktır. Aslında bunları söylemek ve yazmak bile zaiddir. Zira medenî toplum olmanın esasen gereği de bu değil midir? Medenî insanlar hep böyle demez mi? Evet öyle der. Ama bir de dünyadaki uygulamaya bakılırsa durumun hemen hiçbir yerde iç açıcı olmadığı açık seçik görülür. En medenîyim diyen toplumlarda bile yamyamlar diyarındaki uygulamayı kıskandıracak, gölgede bırakacak kişisel, keyfî uygulamalar görülmektedir. İşte İsrail deki yürekler paralayan durum. İşte Afganistan’ın güdümlü yöneticilerinin, kendi vatandaşlarına reva gördüğü durum. Güney Afrika, Orta Amerika ve daha nice yerlerdeki hukuk düzeni adı altında hukuku açıkça çiğneyici tasarruflar. İşçilerimizin emeğini ucuz bir şekilde değerlendirenlerin, onlara söz verdikleri halde ülkelerinde serbest dolaşım hakkını tanımayan sözde Avrupalı dostlar! Kendi ülkelerindeki haksız uygulamaları görmezlerken, bir başka ülkedeki yönetimleri insan haklarını çiğnemekle itham edenler… Bu durumda nerede kaldı hukukun üstünlüğü?
Kısacası, hukukun üstünlüğü ilkesi bugün nerede yaşanıyor? Yara almadığı bir yer gösterilebilir mi? Adamlara, güçlülere, etkin mafya örgütleri arzularına göre yasaların çıkarıldığı ve uygulandığı bir Küba veya orta Amerika ülkesinde elbette hukukun üstünlüğünden söz edilemez. Bir Hindistan da veya bir başka uzak doğu ülkesinde azınlıktaki din mensuplarına adetâ hayat hakkı tanımazca-sına baskı yöntemi uygulama, devlet teşkilâtından çıkarma ve daha nice muameleleri reva görme karşısında, ne ölçüde hukukun üstünlüğü ilkesi vardır denilebilir? Dünyanın neresine bakılırsa bakılsın durum birbirinden pek farklı değildir.
O halde bu ilke hep satırlarda mı kalacaktır? Elbette kalmaz. Önemli olan, birinci planda ele alınması gereken kurallar değil insanlardır. Onlar ne ölçüde iyi yetiştirilirse, kuralların başarısı da ona göredir. İnsan sevgisinden mahrum kalanların, o sevgiden mahrum yetişen ve yetiştirenlerin etkin olduğu toplumlarda en ideal kurallar bile kısa zamanda başarısız hale gelir. Kilise babaları yerine başka babaların modern çağda etkinliğini insanoğlu görür. Oysa insanın bütün arzusu, slogan halinde olmayan gerçek bir sevgi, kardeşlik, dirlik ve düzendir. Herkes de bunu tesisle görevlidir. Değilse gelecek bir felâket iyi ve kötüyü ayırt etmeden herkesi ve hepimizi kasıp kavurur da hiç kimse bunun dışında kalamaz.
Bütün müslümanlara, dinlerinde devamlı birlik ve bir vücud gibi olmalarını, hiç bir suretle Dinde ayrılık yapmamalarını vasiyet ederim.
Allah’ın yardımı birliktedir. Müslümanlar ayrılığa düşmezlerse onları kimse mağlub edemez.
Dinin hükümlerini nefsinde ihlas ile tatbik edeni kimse aldatamaz. Cin ve şeytan o insana gelebe edemez.
Allah, Esmâ-i hüsnâsıyla bilinir. Cenâb-ı Hakkın asarını, Kudret ve azametini düşün, Zât ve mahiyetini düşünme.
Esmâ-i hüsnânın çokluğu bir merkezde düşünülürse Tevhid olur. Tevhid kuvvettir.
Dâima Allah’tan başkasını unut. Zâkir olursun. Böyle olan kimse her yerde zâkirdir. Kalp ve lisâniyle Allah’ın zikrine devam edenlerin kalbine Allah Zât-ı Ehadiyetine karşı iştiyak nuru ilka eder. Gözü açılana haya gelir.
Haya makamında Fetih başlar. Fetih, kalb gözünün Tevfik-i Rabbani ile açılmasıdır. Bu göz açıldımı ahlâk, fazilet, doğruluk o kimse için asla değişmeyen, değiştirilemeyen bir haslet olur, onsuz yaşayamaz- (Muhyiddin îbn Arabi)