Günümüzde hemen her insanın yakındığı benzer sıkıntı ve problemler vardır. İşlerin peşinde koşuşturup durmaktan, kendine, ailesine ve dostlarına zaman ayıramama, iş ve aile ortamında monotonluk veya geçimsizlik, yapmak istediklerinde başarısızlık ve verimsizlik insanların ortak problemlerinden bazılarıdır. Diğer yandan insanların çeşitli korkuları vardır. Bazı insanlar ölümden, bazıları patron veya amirinden, bazıları yüksekten, bazıları sudan, bazıları bir hayvandan, bazıları asansöre binmekten, bazıları toplum önünde konuşmaktan vs. pek çok şeyden korkar. Bazı insanlarda ise; bıkkınlık, ümitsizlik ve bitkinlik hakimdir. Gününü gün etmek isteyen insanlar dahi gönüllerinin derinliklerinde bir huzursuzluk ve tedirginlik hissetmektedir. Hayatı yaşanmaz bir yük gibi gören, geleceğe dair hiçbir güveni olmayan insan sayısı da ihmal edilemeyecek kadar çoktur. İnsanlar, böylesine problemli bir dünyada ister iş adamı, ister ev hanımı, ister öğrenci, ister öğretmen, ister doktor, ister işçi vb. her ne olursa olsun; sağlık, başarı ve mutluluklarında olumlu yönde değişiklikler olmasını istemektedirler. Bu insanların çoğu, başarılarının artmasına, sağlıklarının korunmasına, korkularının giderilmesine ve hayata bağlılıklarının artmasına katkı sağlayacak düşünce, tutum ve davranış değişikliklerine bedel ödemeye çoktan razıdır. Onlara göre bu ihtiyaç o kadar acildir ki, reçete olarak sunulan düşüncelerin olumsuz tesirlerinin olup olmayacağını, bünyeye uygun düşüp düşmeyeceğini birazcık araştırmaya bile vakitleri yoktur. Dahası, bunları yapabilecek ne bilgi birikimleri, ne fikrî altyapıları, ne de iradeleri vardır. Bundan dolayı; “Bana ne yapacağımı söyle, izleyeceğim adımları göster.”demekten öte yapabilecekleri bir şey yoktur. Aslında bu, yadırganacak bir durum değildir. İnsanlar, tarih boyunca iyiliğe, güzele, huzura ve tatmine ulaşmak için rehberlere ihtiyaç duymuştur. Bu arzusuna ise; ancak insanın aklını, duygularını, meyillerini, hayallerini ve diğer lâtifelerini doğruya yönlendirebilen rehberleri bulduğunda ulaşabilmiştir. Bunun temelinde ise; sağlam bir hayat felsefesi, ahlâk sistemi, fazilet anlayışı ve insanî değerler sistemi yer almaktadır. Maalasef önce Batı’da, sonra coğrafyamızda bu yüksek ahlâk sistemi ve insanî değerler yenilik adına yıkıldı, atıldı ve unutuldu.
Bu yıkımın insanda meydana getirdiği boşluğu doldurmaya aday yeni bir meslek veya uzmanlık alanı ortaya çıktı: kişisel gelişim… İnsanlara hayatın her alanında rehberlik yapacak, onlara mutluluğun ve başarının sırlarını öğretecek bir meslek… Bu meslek; kişinin kendini tanımasını, hareketlerini ve alışkanlıklarını incelemesini, zihin ve hayalin nasıl çalıştığının anlaşılmasını konu edinen psikolojiye dayanmaktadır. Bundan dolayı bu alanda çalışanlar; psikanaliz, psikoterapi, pozitif düşünce, psiko-sibernetik ve sinir dili programı (NLP) gibi teknikleri kullanmaktadır. Mutluluğu ve başarıyı arayan insanlara, kendini geliştirmesi ve ilerletmesi halinde, arzu ettiklerine ulaşabilecekleri vaad edilmektedir. İddiaları şudur: “Hayatınız değişecek, asla aynı problemlerle uğraşmayacaksınız. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yeter ki içinizdeki gücü açığa çıkarın. Pozisyonunuz ne olursa olsun, sahip olduğunuz becerileri geliştirmediğiniz ve yenilerini eklemediğiniz sürece istediğiniz ilerlemeyi sağlayamazsınız.”
Onlara göre iş hayatında tercih edilmeyi sağlayan ve önemi giderek artan beceriler ise şunlardır: Etkin problem çözme ve proje geliştirme, iletişim-arz ve ikna becerileri, zamanı verimli kullanma, strese karşı dayanıklı olma, kişisel motivasyon sağlama, birlikte çalıştığınız iş arkadaşlarınızla uyum sağlama, yaptığınız işlerde özgüven sahibi olma…
Burada üzerinde düşünülüp açıklanması gereken husus, kişisel gelişim gerçekten vaad ettiklerini yerine getirebilecek mi? Yoksa, “kişisel gelişim”in insana kazandırdığı şey; göstermelik ahlâk, göz boyayıcı bir imaj, derin yaralara bir pansuman mıdır? Görünen o ki, bu teknik ve çareler, ağır ve derin problemlere uygulanıyor, bazen de onları gideriyor gibi görünüyor; ama problemin kaynağına inerek onları kökten çözmüyor ve bunların sık sık ortaya çıkmasını engelleyemiyor.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan başarıyla ilgili görüş açısı; kişiliğin, toplumdaki imajın, tavır ve davranışların, insanlararası münasebetleri kolaylaştıran beceri ve tekniklerin elde edilmesine dayanıyordu. Ahlâk lâfta kalıyor, daha çok çabuk etkileme teknikleri, güç stratejileri, iletişim ustalıkları ve menfaate yönelik tavırlar ön plâna çıkıyordu. Bu görüş iki esasa dayanıyordu. Birincisi; insan ve halkla ilişkilerle ilgili teknikler, diğeri, pozitif zihnî tavır. Bu felsefenin bir bölümü, ilâhî kaynaklara dayanıyordu. Diğerleri ise, kandırıcı hattâ hileli idi. İnsanları, kendini başkalarına sevdirmek için bazı tekniklerden yararlanmaya, ya da istediklerini elde edebilmek için diğerlerinin problemleriyle ilgileniyormuş gibi görünmeye, ya da güçlü görünmeyi benimsemeye, ya da hayat boyu başkalarını sindirmeye teşvik ediyordu.
Bu teknik ve beceriler de işe yarar; fakat sağlam bir karakter oluşumunu sağlamadan, sadece bu ikinci derecedeki özelliklere önem vermek bizi ayakta tutan esasları yok etmek demektir. Karakterim temelde bozuk, ikiyüzlü ve düzenbaz isem, insanlararası ilişki ve iletişim tekniklerinden yararlansam bile, yaptığım her şey manevra ve hile olarak algılanır. İyi niyetli değil ve güven telkin etmiyorsanız, güzel konuşmanız ve güçlü görünmeniz, başarılı olmanız için yetmeyecektir. En güzel iletişimi güzel ahlâk ve karakter sağlar. Karakterini bildiğimiz için tam olarak güvendiğimiz insanlar vardır. Güzel konuşmayı bilseler de bilmeseler de, insan ilişkileri tekniklerine sahip olsalar da olmasalar da, onlara güveniriz ve onlarla başarılı bir şekilde çalışırız.
İletişim teknikleriyle, insanlara onların hoşlanacağı şekilde nasıl davranılacağı öğretilir. Onun için mağazalarda sizi güler yüzle karşılarlar. Böylece dostça karşılandığınızı, takdir edildiğinizi ve insan yerine konulduğunuzu hissedersiniz. Aslında bu dostça karşılama, bir pazarlama fonksiyonudur. Paranız yettiği sürece, size kral gibi davranırlar; ama paranız yoksa, taht da yoktur. Mağazalar dostça davranabilir; ama dost edinmek için değil, kâr etmek için… Böyle bir davranışa ahlâkdışı diyemeyiz; lâkin bunun yalnızca bir pazarlama işi olduğu bilinmelidir. Mağazada sizi güler yüzle karşılayan, hâl hatır soran, yardım teklifinde bulunan insan, sizi otobüs durağında gördüğünde de aynı samimiyeti gösteriyor mu? Maalesef bunun cevabı genellikle hayırdır. Çünkü iş bitmiştir. Bu insanlar, dostça davranmak için para alıyorlar. Onlar gülümsemek ve size önceden hazırlanmış soruları dostça bir ses tonuyla sormak için eğitilirler. Politikacılar ve yöneticiler de başarılı olabilmek için insanlara güler yüz gösterir, fikirlerinize saygı gösterir, düşünce ve projelerinizi fevkalâde önemsiyor gibi görünürler. Böylece kısa bir süre de olsa, kitleleri peşlerinden sürükleyebilirler. Ama gerçekten samimi değillerse, kısa zamanda gerçek ortaya çıkar ve güven yok olur.
İnsan gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karakterleri onları mutlaka ele verir. Şekil ve şemailin aldattığı yerlerde, huy bütün yanılmaları tashih eder ve insanın özündeki gizliliklere tercüman olur. Makamlar, hüsn-ü kabuller, başarılar, güzel ahlâkla bir arada olmadıkları zaman hiçbir kıymet ifade etmez.
Dünya bugün her şeyden fazla güzel ahlâklı insanlara muhtaç… Ahlâk, insanın davranışlarıyla alâkalı birtakım düsturları ihtiva eder. Sözle ve fiille kimseye eziyette bulunmama, kendine eziyet edenleri görmeme, görse de unutma, fenalıklara iyilikle muamelede bulunma, öfkesini, şiddetini gömebilme, aldatılsa dahi kimseyi aldatmama, sadakat ve istikametten ayrılmama, menfaatini başkalarının menfaatine feda etme, karşılığında bir menfaat beklemeden hayır işleme, insanlara tatlı dilli, güler yüzlü, hoşgörülü olma, hatasını yüzüne vurmama, ayıbını teşhir etmeme, hediyeleşme, selâmlaşma bu düsturlardan bazılarıdır. İnsanlar arası ilişkileri geliştiren ve toplum düzenini sağlayan bu prensiplere Hz. Muhammed (sas) kadar riayet eden ve insanlara güzel ahlâkı tavsiye eden ikinci bir insan gösterilemez. O’na (sas), insanları cennete taşıyan amellerin başında nelerin geldiği sorulduğunda, “Takva ve güzel ahlâktır.” demiştir. “Bana en sevgili olanınız, ahlâkça en güzel olanınızdır.”, “Müminin mizanında güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur.”, “Müminler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır.”, “İyilik, güzel ahlâktır.”, “Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe güzel ahlâka erişemezsiniz.”, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırın.”, “İnsan ibadet u taatla katedemediği mesafeleri ahlâk-ı hasene ile alır.”, “Teraziye konulacak ilk şey, güzel ahlâktır.” gibi insanı yücelten pırlanta sözler de Efendimiz (sas)’e aittir.
O, ne karşısına dikilip “Âdil ol.” diyene, ne arkasından cüppesini çekip eziyet edene, ne yüzüne toz toprak saçıp hakaret savurana, ne de zevcesine iftira edene gönül koymuştur. Hattâ hastalandıklarında gidip onları ziyaret etmiş, öldüklerinde cenazelerini teşyide bulunmuştur. İnsan-ı kâmil olmanın sırlı formülü budur. Bu ahlâka sahip olan bir kişi, neyi problem görür, kime öfkelenir, kimden korkar, kimler ona dost olmaz ve kimler onun yardımcısı olmaz ki? Neticede, batıl yolla hakka hizmet edilemeyeceği gibi, yapmacık davranışlarla da insanı yüceltemeyiz. Kişisel gelişim, kişiye başkalarını ezip geçme pahasına da olsa, menfaati gereği başarıya ulaşma, karşısındakine suni bir güler yüz ve sempati gösterebilme, olduğundan daha fazla güçlü görünme gibi olumsuz sonuçlara yol açabilmekle birlikte motivasyon sağlama, belli bir hedefe yönelme, ekip çalışması yapma, zamanı iyi kullanma ve plânlı çalışma gibi olumlu davranışlar kazandırabilmektedir. Ancak kişi iyi ahlâklı olmadıkça, ne halk katında ne Hak katında yücelebilecek, ne de toplumun problemlerini çözebilecektir. Bundan dolayı, önce insanlara iyi bir ahlâk eğitimi verilmeli, sonra gerekirse kişisel gelişim teknikleriyle kişilik desteklenmelidir.
Prof. Dr. Harun Avcı