İçindekiler
GİRİŞ
Öldükten sonra dirilme ve insanın yapmış olduklarından dolayı hesaba çekilmesi meselesi çok eski zamanlardan beri insan aklını meşgul eden konulardan bir tanesi olmuş ve kabul veya red noktasında düşünceler birbiriyle çarpışıp durmuştur.
İnsanlık tarihi, diriliş ve ahiret hayatı konusuyla ilgili farklı görüş ve tutumlara sahne olmuştur. Asli fıtratını muhafaza edememiş kimselere bir ölçüde en garip gelen şey, bir peygamberin öldükten sonra yeniden diriltileceğini bildirmesi olmuştur. İçinde yaşadığı hayat mucizesi, fıtrat çizgisinden uzaklaşan beşere, bir sonraki hayatın daha kolay ve daha basit olabileceği gerçeğini çoğu zaman ilham etmemiştir.
Esasen sürekli her şey ve hadise bu hakikati haykırmakla birlikte bu tip insanlar kendilerini sefahete, gaflete saldıklarından duymamış veya duymak istememişlerdir. Bunun için de pek çok insan “ahiret” karşısında kendilerini uyaran insanlara karşı sırtlarını dönmüşler neticede -her an biraz daha yaklaşmakta oldukları- kıyametin ve arkasından gelecek olan yeni bir hayatın vuku bulmayacağı vehmine kapılıp inkar yolunu tutmuşlardır. Kur’an, insanların içine düştüğü bu durumu ifade sadedinde şöyle der:
“Kıyamet günü mutlaka gelecektir, bunda şüphe yoktur. Fakat insanların birçoğu buna inanmazlar.” (Mu’min suresi, 40/59.)
AHİRETİN İNKARINA SEBEP OLAN FAKTÖRLER
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi maksadıyla, ahiret hayatının imkan ve lüzumuna geçmeden önce, insanları ahireti inkara sevk eden faktörler üzerinde kısaca durmamız yararlı olacaktır.
Geçmişte ve günümüzde birçok insan, bilmediği ahiret hakkında sürekli olarak konuşmaktan çekinmemiş ve ölüm ötesi hayatı akıl ve idraklerine sığdıramadıklarını ileri sürerek kabule yanaşmamışlardır. Bu çerçevede Kur’an’da, gerek ‘düşüncenin ihmaliyle’ alakalı gerekse ‘nefsani” faktörler açısından ahireti inkara götüren bir kısım sebeplerin nazara verildiği görülmektedir.
Kur’an’a göre, ahirete inanmayanların tatmin edici hiçbir delili yoktur. Ancak inkarcılar, sathi bakışlarıyla kavrayamadıklarından veya kavrama cehd ve gayretini göstermediklerinden, ortaya birçok iddia atmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu insanları inkara sevk eden faktörleri şu başlıklar altında toplamak mümkündür:
1. DOĞRU DÜŞÜNCENİN İHMALİYLE ALAKALI FAKTÖRLER
Sathi ve ön yargılı değerlendirme
İnsana, gerek peygamberler vasıtasıyla, gerekse kainatta cereyan eden hadiselerin diliyle ard arda bilgiler verilmektedir. Bu hususla ilgili olarak bir ayette şöyle buyrulur:
“ … Ahiret hakkında onlara bilgiler ard arda gelmektedir, ama, onlar bundan bir şüphe içindedirler, daha doğrusu onlar bundan yana kördürler.” (Neml suresi, 27/66.)
Bu ayet, ahirete dair delillerin bolluğuna rağmen, bir kısım insanlarda cehalet ve körlük içinde hareket etmeleri sebebiyle- bu konuda hiç bir bilgi ve fikri ameliyenin oluşmadığını anlatmaktadır. Kur’an, insanlara aklı muhatap alarak hitap etmiştir.
Pek çok yerde hususiyle ‘şartlanmışlık ve nefsanilikle bozulmamış akıl sahipleri‘ manasına gelen ‘ulu’l-elbab‘[1]Bkz. Bakara suresi, 2/179, 197, 269; Al-i İmran suresi, 3/7, 190; Maide suresi, 5/100; Yusuf suresi, 12/111; Ra’d suresi, 13/19; İbrahim suresi, 14/52; Sad suresi, 38/29, 43; Zümer suresi, … Okumaya devam et ifadesini kullanması bunun en açık örneğidir. Çünkü bir şeyin idraki ve bunun neticesinde nihai karar verme, akıl ve irade ile olmaktadır. Bu itibarla denilebilir ki, Kur’ani manada tefekkür, aklın, hakikati arayış seyrinde en doğru şekil ve en doğru yerde kullanılmasıdır. Akıl ancak böyle bir tefekkürle, -elde edilen bilgilerin arkasındaki- gerçeği görebilir.
Zanna dayalı fikir yürütme:
Bu hayatın sonunda başka bir hayatın olmadığına dair, inkarcıların elinde hiç bir ilmi dayanakları yoktur. İnsanı ancak zamanın yok edeceği ve geriye toz topraktan başka bir şey kalmayacağı şeklindeki düşünceler, gerçekte ahireti inkar edenlerin zanlarından öte bir şey değildir.
Onlar ‘Bu hayattan sonra ne olacağını bilemeyiz; insan tıpkı bir saat gibi zamanla durur ve yok olur.’ demekten öteye geçemezler. Gerçekte iddialarının akli ve mantıki bir temeli yoktur, ama onlar öyle olmasını arzu ederler.
Kur’an, inkarcıların çoğunun, düşünceyi ihmal ve cehaleti tercih etmelerinin bir tezahürü olan zan ve tahmine dayandıklarını belirgin bir şekilde şu ayet-i kerimeyle ortaya koymaktadır:
“İnkarcıların çoğu sırf bir zan (ve tahmine) tabi olurlar. Oysaki zan, gerçek adına bir şey ifade etmez.” (Yunus suresi, 10/36)
İnsanın tahmine dayanarak hakkında konuştuğu sahalar ise, aslında onun bilgi sahibi olmadığı sahalardır. Öyleyse insanın bilgisi olmadığı bir hususta hiçbir esasa dayanmadan heva ve vehimlerinden ibaret olan bir zanna tabi olmak suretiyle gerçeğe ulaşması asla mümkün değildir.
Taklide Yönelme:
İnsanların, diğer birçok konuda olduğu gibi ahiret konusunda da inkara kaymalarında sahip oldukları bilgilerin, doğru olup olmadığını öğrenmek için kendilerini zahmete sokmadan önde bulunanların veya çoğunluğu teşkil edenlerin düşüncelerine kapılmalarının rolü büyüktür.
Hiç bir delile dayanmaksızın öncekileri taklit edenlerin, onlar gibi ahireti inkara gittiklerine Kur’an şu ayetiyle dikkat çeker:
“Hayır; yine öncekilerin dediklerini derler. Öncekiler: ‘Ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz? Yemin olsun ki, biz ve daha önce de babalarımız tehdit edilmişti. Bu evvelkilerin masallarından öte bir şey değildir.’ demişlerdi.” (Mü’minûn suresi, 23/81-83.)
2. NEFSANİ FAKTÖRLER
Kur’an-Kerim, ahireti inkara götüren sebepler arasında bir kısım nefsani faktörler üzerinde de durur. Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu bu noktaları esas olarak üç başlık altında toplamak mümkündür:
- Tutku boyutuna ulaşmış dünya sevgisi,
- Azgınlığı ve şehevi istekleri sürekli bir biçimde devam ettirme arzusu,
- Kibir veya gurur.
Şimdi bunları kısaca değerlendirmeye çalışacağız:
Tutku Boyutuna Ulaşmış Dünya Sevgisi
Dünyayı ve hayatı sevmek insanın yaratılışında vardır. (Kur’an bu hususa şu ayetiyle temas eder: “Kadın, evlat, tonlarca altın, gümüş, eğitilmiş atlar, hayvanlar ve ekinlere olan istek ve tutku, insanlara süslü (cazip) kılınmıştır.“(Al-i İmran suresi, 3/14.)) İnsan ihtiyaçlarını, arzularını ve zevklerini helal dairede fazlasıyla tatmin edebilir. Helal dairesi keyfe kafidir, haramlara girmeye lüzum yoktur.
Burada konunun daha net anlaşılması açısından Bediüzzaman Hazretlerinin dünya ile ilgili çok orijinal ve enfes yaklaşımından bahsetmek istiyoruz:
Dünyanın üç yüzü vardır:
Birinci yüzü: Dünya, Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği bir sanat galerisidir. Dünyadaki eşya ve hadiseler Allah’ın isimlerinin yansıdığı birer ayna gibidirler. Her varlık Allah’ın harika bir sanatı, bir kitabı, bir mektubudur. Dünyanın bu yüzü gayet güzeldir, aşka layıktır.
İkinci yüzü: Ahirete bakar. Dünya ahiretin tarlasıdır. Cennetin mezraıdır. Ahirete, ebedi hayata giden yol dünyadan geçmektedir. Dünyanın Allah’ın hoşnutluğu çerçevesinde değerlendirilmesiyle ahiret kazanılmaktadır. Şu yüzü de evvelki yüz gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete layıktır.
Üçüncü yüzü: Sırf insanın hevasına bakan, gaflet perdesi olan ve ehli dünyanın hevesatının oyuncağı olan yüzüdür. Bu yüz çirkindir. Fani, gelip-geçicidir, elemlidir, aldatır.[2]Bkz. Said Nursi, Sözler, s. 862.
Bu açıdan meseleye baktığımızda sadece dünyanın çirkin yüzüne takılıp kalan ve her şeyi ondan ibaret gören insanların dünya zevkine dalmaları; uzun olsun kısa olsun hep bu hayatı düşünmeleri, varsa yoksa bu hayata yönelmeleri ve ona sonsuz umut bağlamaları onları ahireti inkara götüren sebeplerden biridir.
İşte dünyanın bu çirkin yüzüne tutkunun, insana, ölüm ötesini unutturduğunu işaretle Kur’an, bir ayetinde şöyle der:
“Onları, dünya hayatı aldattı.“(En’am suresi, 6/130).[3]Ayrıca bkz. A’raf suresi, 7/51; Lokman suresi, 31/33; Fatır suresi, 35/5; Al-i İmran suresi, 3/185; Hadid suresi, 57/20.
A’raf suresinde geçen bu ayetin hemen akabinden onların, ahirete kavuşacaklarını unuttukları, vurgulanır. (Bkz. A’raf suresi, 7/51.) Böylece, tutku boyutuna çıkmış dünyevi zevklerin insanı nasıl düşünemez hale getirdiğine dikkat çekilir. Yalnız dünya hayatına razı olup ona kilitlenenlerin, başka daimi ve daha yüksek bir hayat hakkında düşünüp fikir yürütmeleri oldukça zordur. Diğer bir ifadeyle, dünyayı varlıklarının gayesi kılanların düşüncelerinin, onun ötesine uzanması güçtür.
Azgınlığı ve Şehevi İstekleri Sürekli Bir Biçimde Devam Ettirme Arzusu
Hak ve had tanımayan mütecavizlerin ve günaha düşkün olanların en belirgin özellikleri, hesap gününü inkar etmeleridir. Kur’an-ı Kerim bu hususu
“Hesap gününü, her bir haddini aşmış, günaha düşkünden başkası inkar etmez.” (Mutaffifin suresi, 83/12.)
beyanıyla dile getirmektedir. Ahireti inkar edenlerin bu konuda sergiledikleri tavır ve tutumlar, aslında yükümlülük ve sorumluluğun etkisinden kurtulma çabasıdır. Böyleleri, ahiret gününü yalanlamakla teselli bulmaya çalışırlar. Öyle ki, bu insanlar, kendilerine ölüm ötesi hayatın varlığını bildiren ilahi mesajlar hatırlatıldığı zaman, ‘Bunlar önceki milletlerin uydurmalarıdır, onlardan intikal eden hikayelerdir; üzerinde durmaya değmeyen asılsız şeylerdir.’ gibi sözlerle karşılık verirler:
“Ona (diriliş gerçeğini bildiren) ayetlerimiz okunduğu zaman da, ‘Eskilerin masallarıdır.’ der.” (Mutaffifin suresi, 82/13)
Görüldüğü üzere, yaptıkları işin sonunu ve akıbetini düşünmeden keyiflerince şehevi arzularını yaşamaya ve beşerin hukukuna tecavüz etmeye alışmış olan bu insanlar, ceza gününe (karşılıkların verileceği güne) inanmaları durumunda, keyifleri kaçmış olacağından, kendilerince çıkış yolunu, din gününün aslı yoktur, manasına gelen “Eskilerin masallarıdır.” sözleriyle bulmuşlardır.
İnkarcıları böyle söylemeğe sevk eden, onların işlemiş oldukları fiillerdir. Onlar kalpleri katılaşıncaya kadar bu yolda devam etmişlerdir. Onların kalpleri, günahları alışkanlık haline getirmelerinden dolayı pas tutmuş aynalar gibi kararmış; sonuçta gerçeği duymaz ve göstermez olmuştur. Ahireti inkar eden tiplerin bu durumu başka bir ayette ise şu ifadelerle ele alınır:
“Fakat insan önünü boş bulup günaha devam etmek ister (ve), ‘O kıyamet günü ne zamanmış?’, diye sorar.” (Kıyame suresi, 75/5-6)
Bu ayet, ahireti inkar etmenin ruhtaki gizli saikini, asli sebebini açıklıyor. Şöyle ki, insan şehvetlere dalmak, haramlara yönelmek istiyor, ama öldükten sonra diriliş ve hesaba çekilme fikri, onunla arzuları arasına giriyor. İnsan, hiçbir şeyin kendisini bu zevklerden engellemesini istemediği için de ahiret düşüncesini kendinden uzak tutmak istiyor; öldükten sonra tekrar dirilme fikrini zihninden silip atmak istiyor.
Kibir / Gurur
Ahireti kabullenme noktasında insanı menfi tavır almaya götüren bir başka faktör olarak kibri görmekteyiz. İnsanın büyüklenmesi ve kendini yüksek görmesi anlamına gelen kibir, ekseriyetle inatla iç içe bulunmakta ve insan fıtratının Yaratıcıya açılan pencerelerini perdeleyen bir sebep olmaktadır. Kur’an-ı Kerim ahireti inkar edenlerin daha çok kibirli ve gururlu kimseler olduğunu Hz. Musa’nın (aleyhissalatu vesselam) diliyle şöyle ifade eder:
“Musa ‘Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığınırırn.’dedi.” (Mü’min suresi, 40/27.)
Kibir, basireti örten, kör eden bir perdedir. Bu itibarla kibirle örtülü bir vicdanın, ne kainatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri görebilmesi ne de ölüm ötesi bir hayatın varlığını kabullenmesi mümkün değildir, zira basiret körleşince basar (göz) da bir işe yaramaz olur. Kur’an, büyüklenen bir kalp ve kibirlenen bir nefsin ahiret gerçeği karşısında teslim ve ikna olmayacağını bildirir:
“Ahirete inanmayanlara gelince, onların kalpleri inkarcı, kendileri de büyüklük taslayan kimselerdir.” (Nahl suresi, 16/22.)
Bunlar, Allah’ a kul olmayı, Allah’ın kulları gibi muamele görmeyi kibirlerine yediremeyerek, Peygamberlerin tebliğ ettiği iman esaslarını dinlemeye tenezzül etmeyip karşı çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, hakkı kabule tenezzül etmek istemeyen bu inkarcılar, mücerret bir büyüklük davası ve kuru bir azamet kuruntusuna saplanmışlardır.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası
Dipnotlar
⇡1 | Bkz. Bakara suresi, 2/179, 197, 269; Al-i İmran suresi, 3/7, 190; Maide suresi, 5/100; Yusuf suresi, 12/111; Ra’d suresi, 13/19; İbrahim suresi, 14/52; Sad suresi, 38/29, 43; Zümer suresi, 39/9, 18, 21; Gafir (Mü’min) suresi, 40/54; Talak suresi, 65/10. |
---|---|
⇡2 | Bkz. Said Nursi, Sözler, s. 862. |
⇡3 | Ayrıca bkz. A’raf suresi, 7/51; Lokman suresi, 31/33; Fatır suresi, 35/5; Al-i İmran suresi, 3/185; Hadid suresi, 57/20. |