Her şeyden önce, kâinatın fizikî yapısı ve genel teşekkülünde nelerin nelere müessir olacağı açıkca bilinememektedir. Sâni-i Hakîm, evrende, değişik sebep ve müsebbebler vaz’etmiştir. Bu nedenle, kâinat hakkında daha ziyade elde olan verilerle ve bilinebildiği kadarıyla, bazı hükümler verilebilmektedir. Kim bilir belki de, kâinatta, metafiziğin fizik üzerindeki müessiriyeti, fiziğin metafizik üzerindeki müessiriyetinden daha fazladır.
Meseleyi, اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ “Güzel ve temiz sözler O’na yükselir. Amel-i salihi, güzel ve makbul işi de Allah yükseltir” (Fâtır, 35/10) ayeti ışığında değerlendirecek olursak, yeryüzünde söylenen bütün güzel sözlerin hepsi, gökler ve ötesine yükselmektedir. Bu yükseliş, adetâ Efendimiz (s.a.s)’in miracı gibi değişik yerlerden, değişik kapılardan hatta bütün varlığı temaşadan geçmektedir. Kim bilir belki de, o baş döndürücü sistemlerin gerçek ruhu, hakiki mânâsı ve hikmet-i hilkatları, bu olmasına ve bizim de onlarla değişik şekilde münasebetlerimizin bulunmasına rağmen, biz bu meseleyi atom dalga boyunda ifade ediyor olabiliriz. Halbuki, bunların dışında bize kadar gelip ulaşan farklı dalga boyunda, farklı şeylerin bulunması da imkân dahilindedir.
Yukarıda ifade ettiğimiz âyet-i kerimede geçen “kelim-i tayyib” sözü, başta kelime-i tevhid (Lâ ilâhe illallah) olmak üzere; tesbih (sübhânallah), tahmid (elhamdülillah), tekbir (Allâhü ekber), dua, istiğfar ve zikir gibi ulvî kelimelerin hepsini içine alır. İşte bu kelime-i tayyibe, insanların yapacakları salih ameller sayesinde tâ arşa ulaşmaktadır. Belki de kâinatın gerçek kıvamı, ancak bu mübarek kelimelerle korunmaktadır. Eğer burada bir “Sübhânallah”, bir “Elhamdülillah” veya bir “Allâhu Ekber” demek, öbür âlemde bir meyve-i cennet haline geliyorsa, aslında söylediğimiz bu zikirlerle cennetin canlı-cansız aksesuarı teşekkül ediyor demektir. Nasıl ki, güneşten gelen radyasyonlarla karbondioksit buluşunca, meyvelerin neşv ü nema bulması için bir ortam teşekkül ediyor; öyle de insanın ağzından çıkan güzel kelimeler, amel-i salih kanadı ile kanatlanınca, bilemediğimiz bir yerde, bilemediğimiz şartlara göre, bilemediğimiz başka bir âlemlerin teşekkülüne vesile olabilir. Madem ki, peygamberler ve Allah’ın sevgili dostları, oranın şu anda bir nüve halinde var olduğunu söylüyorlar; öyleyse, her ne kadar ağzımızdan çıkan bu sözlerin gökler ötesi âlemlere yükselme keyfiyetini bilmesek bile, bizim de kelime-i tayyibemiz, amel-i salihimiz, o nüveyi nemalandırma, geliştirme ve inkişaf ettirme keyfiyeti kazanabilir.
Levh-i mahfuzda hakikatı bulunan her şey, belli sembollerle âlem-i misale aksetmektedir. Bu açıdan âyân-ı sâbitedeki hakikatler, âlem-i hakikate aksedince, bu âlemin hususiyetine göre şekillenmektedir. Ehlullah’ın gözüne akseden ve rüyalarımızda bizim nazarlarımıza sunulan şeyler, işte bu tür motiflerle ifade edilerek, âyân-ı sâbiteye çarpıp kırılan ve belli inkisarlarla bizim nazarımıza takdim edilen hakikatlerdir. Aslında bu, onların gerçek şekilleri de değildir. Bu açıdan rüyasında bir şey gören, hatta âlem-i yakazada bazı şeylere muttali olan insanların, gördükleri o meseleleri gördükleri gibi aktarmaları yanlıştır. Zira o meseleler, onların gördükleri konumlarla mukayyettir.
Evet evvela, yukarıda ifade ettiğimiz âyân-ı sâbite hakikati, levh-i mahfuz gerçeğinin âlem-i misale aksetmesi ve bizim perdeden geçen o şeyi müşahede etmemizden ibarettir ki, velilerin de müşahede ettiği işte bu hakikatlerdir. Bundan dolayıdır ki Üstad, bir dönemki değişik müşahedelerini, başka bir zaman farklı bir zaviye yakalayınca, “Ben, onu küllî dairede zannediyordum, meğer cüz’î dairedeymiş” veya “Ben onu cüz’î dairede zannediyordum, meğer küllî bir dairedeymiş” diyerek tashih etmektedir.
İmam Rabbânî de böyle bir hâlet-i rûhiyede, “ümid ediyorum ki, ahir zamanda en son ve en güçlü nurunu neşredecek zat ben olayım” diyerek, bir râî-mer’î mülâhazası ortaya koymaktadır. Şimdi siz, Mektubât’ı okurken, Hazret’in bu türlü beyanları iddiaları karşısında ona çok rahatlıkla, “Ey İmam! Senin gibi ciddi bir insan nasıl böyle balâpervezâne konuşur” diye düşünebilirsiniz… Aslında o mülâhaza, bir râi-mer’î konumu içinde ortaya konmuştur. Zaten İmam Rabbânî gibi bir zat, daha farklı bir şey söyleyemezdi. Çünkü o takdirde söylenen şey, aklın bedaheti açısından müşahedeye mutabık olamadığı gibi, başkalarının müşahedesine de mutabık olamazdı. Müşahedeye mütabakat, bir yönüyle de Rahmanî tenezzüldür ki, Efendimiz (s.a.s) ve Kur’an-ı Kerim’in kendi cemaatlerine haber verdikleri, ileriye matuf bazı şeylerde, vâki öncelikli değil, müşahede öncelikli ele alınmıştır. Mesela ilme delâlet eden şeyler, “bir su damlasında şu kadar milyar atom vardır” denerek günümüzün ilmiliği içinde anlatılsaydı, o günkü insanlar bunu asla anlamazlardı. Zaten böyle birşey insanları kendi müşahedeleri ile çelişki içine atmak demektir ki, ne kelamullah, ne de onun müfessir-i zîşânının böyle bir çelişkiye kapı aralamaları mümkün değildir. Bu türlü durumlarda her şey müşahede öncelikli olur ve vâki, biraz geriye çekilir. Peygamberler, eşya ve hadiseleri, müşahede ettiklerinde her şeyi apaçık görmektedirler. Ne var ki, burada bir de “tenezzül” vardır. Tilmizlerinin durumu nazara alınınca, onlar için tenezzülât-ı İlahî olduğu gibi, tenezzülât-ı nebeviyye; hatta tenezzülât-ı Rabbâniye veya tenezzülât-ı irşadiye de olabilir.
Sâniyen, âlem-i misale akseden hakikatler, levh-i mahv ve isbat hakikatinden birer gölgedir. Yani günümüzde her ferdin teker teker veya milletlerin millet olarak yaşadıkları olaylar, bir âlemde sinema şeridi gibi, değişik şeylere kaydedilmekte ve bunlar, âlem-i misale aksetmektedir. Velilerin genel müşahedeleri, levh-i mahv ve isbata göre bir müşahededir. Onlar, hakikatle alâkalı bir gaybî haberi görüp, gâibâne haber vermekten daha ziyade, levh-i mahv ve isbatla alâkalı mevcut bir gerçeği ifade etmektedirler. Levh-i mahv ve isbatla alâkalı bu gerçeklere muttali olanların, tıpkı suyun içine sokulan bir çubuğun, güneşin şuaları karşısında kırık görülmesi gibi, âlem-i misale intikal ederken büyük ölçüde kırılma görmeleri her zaman mümkündür. Çünkü orada müşahede, vâkinin önüne çıkmaktadır.
Hatta bazen insanın kendisine ait çeşitli hâl ve davranışları, iyi veya kötü fiilleri, değişik sembollerle âlem-i misale aksederek, zaman zaman o insan tarafından da görülebilir. Onun için ehlullah, bu mevzuda çok temkinli hareket etmiş, perde-önü ve perde-arkasını müşterek değerlendirmeye çalışmışlardır. Diyelim ki bir insan, kendi mânâ ve ruh yapısını zehirleyip, tahrip edecek bir iş yaptı veya yapacak; şayet bu kişi, o işi yapacaksa, bunu âlem-i misalde levh-i mahfuz-u hakikatten akseden bir motifle görebililr. Yani böyle bir insan, rüyasında kendisine bir yılanın musallat olduğunu ve kendisinin akreplerin içinde bulunduğunu müşahede edebilir. Mesela dünya için, “Eddünya cifetün ve tevâlibuha kilâbun” denilmiştir. Dünyaya ait bütün varidatın görüntüsü, âlem-i misalde bir pislik şeklindedir. Bu açıdan insanın kendisi veya bir başkası, rüyasında böyle bir pisliğin bulaştığını görürse, işte o kadar dünya malı kendisine bulaşacak demektir. Bu bir rüyadır ve rüyaların kendilerine göre bir kanun ve prensipleri vardır. Bu, bazen bir sembol halinde yansıdığı gibi, bazen de açık olarak yansıyabilir. Belki gördüğü şeylerle şahsı tiksindirmek için, bir hikmete binaen her şey bu kabil sembollerle gösterilebilir. Şayet tiksindirme meselesi sözkonusu değilse, Efendimiz (s.a.s)’e göründüğü ve Hz. Ebu Bekir (r.a)’e temessül ettiği gibi, açıktan açığa da ifade edilebilir. Bu, aynı zamanda o kişinin şahsı ve ufkuyla alâkalı bir durumdur.
Kaynak: Prizma III, “Amellerin Fizikî Tezahürleri”