İçindekiler
Muazzez Hayatına Kısa Bir Bakış
Doğumundan vefatına kadar hayatı tarihi vesikalara dayanılarak, hemen hemen bütün ayrıntılarıyla bilinen Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam), Arabistan yarımadasının Mekke şehrinde miladi 571 tarihinde dünyamızı şereflendirmiştir.
Bölgenin saygın kabilelerinden Kureyş içinde köklü bir aile olan Haşimoğullarına mensuptur. Babası, Kureyş’in ileri gelenlerinden Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah, annesi Zühre kabilesinden Vehb’in kızı Amine’dir. Daha doğmadan babasını kaybeden Muhammed (aleyhissalatu vesselam), iki yıl dedesinin himayesinde kaldı. Bir müddet sonra onu da kaybedince amcası Ebu Talib’in yanına verildi. Çocukluk yıllarını Mekke civarında geçirdi. On iki yaşlarında amcası Ebu Talib’in ticaret kervanıyla Suriye’ye yolculuk yaptı. Yirmi yaşından sonra Mekke’nin zengin tüccarlarından biri olan Huveylid’in kızı Hatice’nin ticaret kervanını yönetmek üzere ikinci defa Suriye’ye gitti.
Yirmi beş yaşında Hatice ile evlendi. Kırk yaşlarında daha önce hissetmediği bazı ruhi tecrübeler yaşamaya başladı. Mekke’ deki Nur dağının tepesinde bulunan Hira mağarasında inzivaya çekildi. Daha önceleri hiç yapmadığı bu inzivayı adet halinde getirdi. İnzivada bulunduğu günlerin birinde insan suretinde bir melek ona doğru geldi ve ona “Oku” dedi. Efendimiz (s.a.s) “Ben okumasını bilen birisi değilim.” deyince melek onu kuvvetle sıkarak ikinci kez “Oku!” dedi. Üçüncü defa da aynı olay vuku bulunca melek ona şu ilahi hitabı duyurdu: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! (O Rabbin ki), insanı bir yapışkan hücreden yaratmıştır. Oku ve (de şunu bilmiş ol ki,) insana bilmediklerini bildiren, kalemle (yazmasını) öğreten Rabbin, kerem (büyük bir ihsan ve lütuf) sahibidir.” (Alak suresi, 96/1-5)
Peygamberlikle görevlendirilen Peygamber Efendimiz ( aleyhissalatu vesselam), Allah’tan aldığı vahyi zaman kaybetmeden insanlara tebliğ etmeye başladı, onları tevhide çağırdı. Yapmış olduğu davet esnasında arkadaşlarıyla birlikte tahammül edilmesi zor acı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Bunun üzerine peygamberliğinin on üçüncü yılında Medine’ye hicret etti. Burada birbiri ardınca meydana gelen çetin muharebelere ve engellemelere rağmen Peygamber Efendimiz risalet görevini başarıyla tamamladı. Miladi 632 yılında, sonunda her fani gibi o da, -insanlara, arkasında Allah’ın kelamını ve kendi sünnetini vasiyet ederek- Rabbine yürüdü.
Peygamber Efendimiz’in Peygamberliğinin Delilleri
Geçmiş İlahi Kitaplarda Geleceğinin Müjdelenmesi
Geçmiş ilahi kitaplarda Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselam) peygamberliğini müjdeleyen ve onun bir peygamber olarak insanlara gönderileceğini haber veren ifadeler mevcuttur. Birçok değişikliklere maruz kalmalarına rağmen elimizdeki mevcut Tevrat ve İncil nüshalarında, pek çok işaret bulunmaktadır.
Tevrat’tan bunlardan sadece dört tanesini arz etmekle iktifa edeceğiz:
- ” .. Musa demiştir: ‘Rab size kardeşlerinizin arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Semuel (İsmail) ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilan ettiler.”(Rasullerin İşleri, Bab: 3, ayet: 22.)
- ” .. Ve Rabbin … Musa gibi bir peygamber daha İsrail’de çıkarmadı.”(Tesniye, Bab: 34, ayet: 12.)
- “Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim, her şeyi onlara söyleyecek”(Tesniye, Bab: 18, ayet: 18.)
- “Rab Sina’dan geldi ve onlara Sair’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin on binleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı.”(Tesniye. Bab: 33, ayet: 2.)
Ahd-i Atik’in (Tevrat’ın) ilgili yerlerinden yapılan iktibaslardan hareketle şu tespitleri yapabiliriz:
Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın soyundan gelen İsrail Oğullarına Hz. Musa’nın, ‘kardeşleriniz’ şeklindeki hitabı, İshak’ın kardeşi Hz. İsmail’in soyuna, yani İsmail Oğullarına işarettir. İsmail Oğullarından gelecek peygamber ise, ancak Peygamber Efendimiz olabilir; çünkü İsmail soyundan yalnızca Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) gelmiştir.
Burada sonradan gelen birer peygamber olmaları yönüyle akla Hz. Yuşa ve Hz. İsa da gelebilir, ne var ki her ikisi de Hz. İsmail’den değil İsrail Oğullarındandır. Nitekim Hz. Musa, ikinci ayette kendisi gibi bir nebinin İsrail Oğullarından bir daha çıkmayacağını açıkça ifade etmektedir.
Hz. Musa ‘benim gibi’ sözüyle Peygamberimizi kastetmektedir; çünkü, cihad, getirdiği hükümler, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması.. gibi pek çok hususta Hz. Musa’ya benzeyen, Hz. Yuşa ve İsa değil, Peygamber Efendimiz’ dir. ‘Sözlerimi ağzına koyacağım.’ ifadesi, Peygamber Efendimizin ümmi olup, okuma yazması bulunmadığı halde Kur’an’ı ezbere okumasıdır.
Yüce Allah, vahyi peygamberine inzal etmiş o da şifahen başkalarına aktarmıştır ki, bu konuda o sadece bir aracı durumundadır. Kur’an’ın şu ayeti bu hususa dikkat çeker:
“(Ey Nebi,) muhakkak ki bu (Kur’an) alemlerin rabbinin indirdiği bir kitaptır. Onu ruhu’l-emin (Cibril), uyaranlardan olman için, senin kalbine gayet açık bir Arapça ile indirmiştir. Bu, (Kur’an’ın indirileceği) şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır. İsrailoğulları alimlerinin, bunu bilmeleri, onlar için bir delil değil midir?” (Şuara suresi, 26/192-197.)
‘Sina’dan gelme’ ifadesi, Hz. Musa’ya Tur-ı Sina’da ilahi hükümlerin verilmesini; ‘Sair’den doğma’ Hz. İsa’ya İncil’in verilmesini; ‘Paran dağlarında parlama’ ise, Peygamber Efendimiz’in Mekke’den çıkacağını ifade eder. Paran, -Arapça okunuşuyla Paran- Mekke’nin eski isimlerinden olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin bölümünde de (Tekvin, Bab: 21, ayet: 21), Hz. İsmail’in Paran çölünde oturduğu anlatılmaktadır. Bu ayette ‘mukaddesler’ ifadesiyle de, Peygamberimizin her türlü ayıptan uzak bulunan aline ve ashabına işaret olunmaktadır. Keza bu son ayette geçen ‘sağda ateşli ferman’ ifadesi İslam dinindeki Cihad’a işaret etmektedir.
Eldeki İncil metinlerinde de bu işaretleri görmek mümkündür:
- “Taş köşenin başı oldu … ve o, gözlerimizde şaşılacak iştir … Allah’ın melekutu sizden alınacak ve O’nun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecek ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak; o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.”(Matta, Bab: 21, ayet: 42)
- “Rab size başka bir Faraklit verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun.”(Yuhanna, Bab: 14, ayet, 15)
- “O , size her şeyi öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza getirecektir”(Yuhanna. Bab: 14, ayet: 26)
- ” … ben gitmezsem Faraklit gelmez … ve O geldiği zaman günah, salah ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir.”(Yuhanna, Bab: 14, ayet: 7-8.)
Birinci ayette geçen ‘köşe taşı’ Hz. İsa olamaz; çünkü Hz. İsa ve getirdikleri altında parçalanma ve toz gibi dağılma meydana gelmemiş, bu, Peygamber Efendimizle olmuştur. Zaten hükmeden Hz. İsa değil, Peygamber Efendimizdi. Nitekim, hükmetmek için gelmediğini[1]Bkz. Yuhanna, Bab: 12, ayet: 47. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Davud, Abdulahad, Tevrat ve İncillere Göre, çev.: Nusret Çam, Nil yay., İzmir 1992. söyleyen de bizzat Hz. İsa’nın kendisidir.
Diğer taraftan hadis-i şeriflerde, Peygamberimiz, kendisinin peygamberlik binasının köşe taşı olduğunu bizzat ifade etmektedir, yani, peygamberimizle peygamberlik tamamlanmış olmaktadır.(Bkz. Buhari, Menakıb 18; Müslim, Fedail 20)
Müteakip ayetlerde ise, Faraklit olarak geçen kelimenin aslı Yunanca’da ‘Piriklitos’ olup Arapça’da ‘Ahmed’ kelimesinin karşılığıdır. Zaten Kur’an’da Peygamberimizin İncil’deki isminin ‘Ahmed’ olduğu zikredilir.(Saff, 61/6.) Esasında Peygamberimizin geleceğini ve vasıflarını anlatan pek çok İncil bugün elimizde mevcut değildir.
Üstün ve Eşsiz Ahlakı
Gerek peygamberliğinin gerekse peygamberlikten önceki hayatının her bir döneminde, O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) herkese iyilik yapan, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gideren, sade bir hayat yaşayan, asla yalan söylemeyen, kendisine kötülük yapanları bağışlayabilen, her konuda güvenilebilen “üstün ve yüce ahlak sahibi” mükemmel bir insan olduğu, tarihle ilişkili bütün kaynaklarca tespit edilen bir gerçektir.
Kur’an, Peygamber Efendimizin eşsiz ahlakını şöyle ifade etmektedir:
“Her halde Sen, ahlakın -Kur’an buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibarıyla ihatası imkansız, idraki nâkabil en yücesi üzeresin.” (Kalem, 68/4)
Hayatın her safhasında her türlü hal, durum ve engellemeler karşısında, ahlaki değerlerin tamamını yaşayıp bunların canlı bir örneğini verebilmek, ancak doğrudan doğruya ilahi bir terbiyeye tabi tutulan bir peygamber için mümkün olabilir. O, bütün güzel hasletleri en yüce şahsiyet oluşturacak şekilde kendinde toplamıştır. Son derece cesur ve celadetliydi, ama, aynı zamanda son derece mütevazı, halim ve selimdi.
Daha da önemlisi, cesaret ve celadeti kalpleri kırıp dökme noktasına varmadığı gibi, tevazuu ve affediciliği de hiçbir zaman zillet ve korkaklık seviyesine düşmemişti. Vakar ve ciddiyetinin yanında mütebessim ve huzur veren bir insan olan Peygamber Efendimiz, metin ve çetin oluşunun yanı sıra, insanları alabildiğine seven ve onlara merhamet eden birisiydi. Sevenlerinin kendisine en derin hislerle teveccüh ettiği manevi bir mevkide olmasına rağmen, o bir çocukla dahi sohbet edebilecek kadar mütevazı idi. Ve yine O, son derece cömert idi, ama bunu israf derecesine vardırmayacak kadar da iktisatlı idi.
Bunlar gibi daha pek çok güzel ahlakı şahsnda toplayan, yaşayan ve örnek olan bir insanın durumu ancak onun özel ve görevli bir insan oluşuyla (peygamberliğiyle) izah edilebilir. Hayatı boyunca sade bir hayat yaşamayı tercih eden Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam), Mekke döneminde kendisine defalarca yapılan makam ve servet gibi dünyevi vaadleri her seferinde reddetmiştir. Uzak kaldığı bu hususlardan, ailesinin ve çocuklarının da beri olmasını sağlamıştır. Gerek zekat ve sadakanın yasak olduğu aile efradına bakıldığında, gerekse, kendisine bir kolye takma izni bile verilmeyen kızı Fatıma’ya bakıldığında onun bu hassasiyeti daha iyi anlaşılacaktır.(Bkz. Nesai, Zinet 39.)
Medine döneminde de elde ettiği çeşitli muvaffakiyetler, zaferler ve mali imkanlardan sonra hiç değişmemesi, O’nun yüce ve yüksek ahlakının doğruluk derecesini gösterir. Büyük zafer ve fetihlerden sonra bile, bakışının bulanmaması, başının dönmemesi, vazifesini başladığı gibi bitirmesi, peygamberliğinin en parlak bir delilidir.
Hasılı, O’nun -faraza- söz ve davranışlarında yalan ve samimiyetsizlik olsaydı, gerek peygamberlik öncesi gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, ve neticede fırsat kollayıp duran hasımları, kılıca sarılma lüzumu duymadan -bu durumu değerlendirmek suretiyle- maksatlarına ulaşacaklardı. Şu halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, O’nun hiçbir mucizesi olmasa bile bizzat kendisi, kendi doğruluğuna ve peygamberliğine büyük bir delil ve şahittir.
İnsanlık Tarihinde Gerçekleştirdiği İnkılaplar
Beşer tarihinde, kompleks bir varlık olan insan unsurunu, Peygamber Efendimiz’den daha iyi anlayan daha iyi yoğurup yetiştiren, tarihe mal edip numune kılan ve de yetiştirdiği kimseleri medeni milletlere yol gösterici mürşid ve muallimler haline getiren ikinci bir insan göstermek mümkün değildir. O, Hak’tan, hak olan mesajlarla gelmiş hak bir peygamberdir. Ortaya koymuş olduğu pak hayat ve gerçekleştirmiş olduğu eşsiz inkılap, onun Allah adına konuştuğunun cerhedilemez (ibtal edilemez) delilleridir.
Bu cümleden olarak, birkaç hususu hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz: Hayatı bütün yönleriyle kucaklayan ve zaman aşımına uğrama, yetersiz kalma ve yeniden düzenleme gibi noksanlıklardan uzak evrensel bir nizamı, bir adam, bir çocuk, bir köle ve bir kadınla başlatıp yirmi üç yıl gibi çok kısa denilebilecek bir zamanda yerleştiren bir Zat’ın peygamberliğinden nasıl şüphe duyulabilir?
Hiçbir pedagoji eğitimi görmeyen, hiçbir askeri okul bitirmeyen, hiçbir ictimai mektepten çıkış almayan, teleskop ve mikroskopla hiçbir tanışıklığı bulunmayan, hele hele okuma-yazması olmayan o Zat’ın her sahada o sahanın uzmanlarına aşkın, şaşmaz ve eskimez sözler söylemesi başka nasıl izah edilebilir?
Peygamber Efendimiz, güçsüzlerin ve fakirlerin alabildiğine ezildiği, kabile ve soylarına göre insanların değer gördüğü, piyasayı faiz ve karaborsanın teslim aldığı ve kuvvetin kanun haline geldiği bir ortamdan, diğer bir ifadeyle, çölün inatçı, zulümkar ve kendini beğenmiş insanlarından, insanlığın en önemli rehberlerini çıkarmıştır. Bu durum onun peygamberliğinin dışında ne ile izah edilebilir?
Kalbe ve kafaya yerleşmiş inançları ve hele saplantı derecesindeki huyları değiştirmenin ne derece zor olduğu ortadadır; hususiyle, belli bir yaşı aşmış insanlara yanlış ve batıl inançlarını terk ettirmek çok daha zordur. Bugün, bırakın içki, kumar, fuhuş, rüşvet, dolandırıcılık, hırsızlık gibi alışkanlıkları- bir sigarayı bile insanlara bıraktırmak çok büyük bir başarı sayılmaktadır. İlim adamları zararlarını anlata anlata bitiremedikleri halde, sigara gibi içki de, kumar da terk ettirilememektedir.
Şimdi Peygamber Efendirniz’in (aleyhi ekmelüttehaya) çehresini değiştirdiği asra uzanalım. Kendisi hükümdar olmadığı, yani hiçbir tahakküm ve zorlamayla işini yürütmediği -ve zaten tahakküm ve zora başvurma imkanına sahip bulunmadığı- halde, adet ve alışkanlıkları damarlarına kadar işlemiş, inatçı, mutaassıp ve geleneklerine son derece bağlı muhtelif kabile ve topluluklardan küçük bir imkanla ve gayet kısa bir zamanda, o Zat’ın, bir değil, onlarca, belki yüzlerce adet ve alışkanlığı kaldırdığına şahit oluyoruz. Bunun da ötesinde, bu alışkanlıkları kaldırmakla kalmayıp onların yerine insanı insan yapan hasletleri yerleştirdiğini görüyoruz. Bunları bilen her bir insana ‘Sen Allah’ın resulüsün.’ demek düşmez mi?
O (aleyhissalatu vesselam), bütün bu işleri yaparken, korkutma ve zorlamaya başvurmadan sevdirmeye dayalı ikna yoluyla kalplere girmiştir. Zaten, tehdit ve zorlamaya başvurmuş olsaydı, getirdiği dinin asırları aşıp bugüne gelmesi de asla mümkün olamazdı. O, muhabbeti, müsamahası, şefkati, merhameti ve affediciliği ile yalnızca dostlarının değil, kendisine kılıç çekmiş -Halid, Vahşi, Ebu Süfyan, Hind, İkrime ve Safvan gibi- düşmanlarının bile kalplerini bir bir fethetmiştir.
Tebliğ ettiği Kur’an ve onun canlı tefsiri olan Sünnet’iyle dünya nüfusunun dörtte birinin ferdi ve ictimai hayatına modellik yapan, her gün en az beş defa yeryüzünün dört bir yanında ismi ilan edilen ikinci bir insan göstermek mümkün değilse, -ki, değildir- o zaman o Zat için, ‘Böyle birisi ancak gücünü Allah’tan alan bir peygamber olabilir.’ diye düşünülmesi gerekmez mi?
Mazi ve İstikballe Alakalı Verdiği Haberler
Gaybı bilmek tamamen Allah’a aittir. Kur’an, birçok ayetiyle bu gerçeğe dikkat çeker.(Bkz. En’am, 6/50, 59; A’raf, 7/188.) Bu itibarla Peygamber Efendimiz bir beşer olarak gaybı bilemezdi; ancak o Allah’ın bildirmesiyle biliyordu. Nitekim bir ayette bu husus şöyle ifade edilir:
“Gaybı bilen O’dur. Gayba kimseyi muttali kılmaz, ancak (bildirmeyi) dilediği resul bunun dışındadır .. “ (Cin, 72/26-27.)
O kendiliğinden bir şey söylemiyordu, söyledikleri, yalnızca Allah’ın bildirdikleriydi. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimizin gaybla ilgili haberlerini, geçmiş ve geleceğe ait olmak üzere iki grupta değerlendireceğiz.
a- Kur’ an vasıtasıyla, onun gerek fert gerekse, Ad, Semûd ve İrem kavimleri gibi geçmiş toplumlara ait verdiği haber ve bilgilerin hiçbiri, on dört asırdır yapılan ilmi araştırmalar ve arkeolojik kazılarla yalanlanamamış, hatta, tam tersine her geçen gün yeni buluş ve gelişmelerle doğrulanmıştır. Ayrıca o, anlattıklarını, sadece tarihte kalmış hikayeler olarak değil, yaşanmış bu hadiseleri ders çıkarılması gereken birer ibret sahnesi olarak takdim etmiştir.
Acaba, okuma yazması olmayan Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselam), hem kendi zamanındaki hem de gelecekteki ilim adamları ve mahfilleri karşısında- Tevrat ve İncil gibi ilahi kaynaklı mukaddes kitapları kendinden emin bir şekilde kritiğe tabi tutup, doğrularını tasdik, yanlış ve muharref yanlarını tashih etmesi, O’nun bir peygamber olmasından başka ne ile izah edilebilir?
b- Onun -Kur’an’da bildirilenler hariç- ileride vuku bulacağını söylediği gaybi haberlerden birkaçını burada zikredebiliriz: Bedir’ de Peygamber Efendimizin savaş öncesinde -Ebu Cehil, Utbe, Şeybe ve Velid gibi- inkarcıların ileri gelenlerinin öleceklerini yerleriyle birlikte haber vermesi ve bu durumun aynen gerçekleşmesi(Bkz. Müslim, Cennet 76-77.); vefatından sonra ailesi içinde kendisine ilk kavuşacak olanın Fatıma (r.anha) olacağının haber verilmesi ve altı ay sonra kızının babasına kavuşması(Bkz. Buhari, Menakıb 25; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 98,99; İbn Hanbel, Müsned, I,6.); Hz. Hasan daha küçük bir yaşta iken, ona işaretle
“Bu benim evladım Hasan, o seyyiddir, Allah onunla iki azim topluluğu birbiriyle sulh ettirecektir.”(Buhari, Sulh 9; İbn Hanbel, Müsned, V,49) buyurması ve bu durumun ileride aynıyla tahakkuk etmesi; Ammar b. Yasir’in vuku bulacak bir fitne içinde şehid edileceğinin haber verilmesi(Tirmizi, Menakıb 35); annesi tarafından akrabası olan Ümmü Haram’ın ileride bir sefere iştirak edeceğini haber vermesi(Bkz. Buhari, Ta’bir 12; Müslim, İmare 160.) ve bu haberin Kıbrıs seferiyle gerçekleşmesi …(Bkz. İbn Hacer, İsabe, IV, 441.)
Peygamber Efendimizin uzak istikbale ait verdiği haberler de söz konusudur ki, bu haberler yorum isteyen haberler olması yönüyle bu çalışmanın hacmini aşmaktadır. Hasılı, kendisinden asırlar önce vuku bulmuş ve bulacak olan olayları tam bir doğruluk ve mükemmel bir üslup ile nakleden bu ümmi Zat’ın önünde bir kere daha eğilip ‘Sen Allah’ın Rasiilüsün.’ demekten öte, önümüzde başka bir yol kalmıyor.
Dipnotlar
⇡1 | Bkz. Yuhanna, Bab: 12, ayet: 47. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Davud, Abdulahad, Tevrat ve İncillere Göre, çev.: Nusret Çam, Nil yay., İzmir 1992. |
---|