İçindekiler
Sahih bir hadiste, “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi (günümüzde de falan filan…..izm’den) yapar.“[1]Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsîru sûre (30) 1, kader 3; Müslim, kader 22-25. buyrulmaktadır.
a. Her insan, yaratılış itibarıyla lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyette doğar
Fıtrat, yani yaratılış ve mahiyet itibarıyla her insan, lekesiz, tertemiz ve iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyettedir; evet, doğuşunda insan lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kâğıt veya üzerine hiç ses kaydedilmemiş bir bant, her şekle müsait bir macun, kalıplara dökülmeyi bekleyen maden cevheri veya eğilmeye müsait bir rüşeym, bir fidan gibidir.
Nasıl dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, kaynağı ve mahiyeti itibarıyla tertemiz olup, en faydalı, en şifalı, en yararlı kalmaya müsaitse, ya da üzerine toz-toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabiliyorsa, aynen öyle de her doğan çocuk, fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatleri kabule, bulanıklık ve dalâleti de reddetmeye muvafık ve müsait bir hâlde doğar. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, iman ve İslâm adına kalb dünyalarına yerleştirirler. Sözgelimi, “Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu koca kâinat da sahipsiz olamaz. O’nun sahibi de Allah’tır (celle celâluhu).” dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazitsiz söylediklerinizi hemen kaydediverir. Yaratılış vakumu, fıtratın manyetik sahası, mesajı hemen çeker. Öyle simalar görürüz ki, âşinası bulunduğumuz mânâ ve ölçülere binaen kendileriyle karşılaşır karşılaşmaz, “Temiz fıtratlı, iyi ahlâklı, çok müsait ve müspet bir insan.” deyiveririz.
b. Temiz ve selîm fıtrat, küfür ve günahlarla kirletilip, köreltilebilir
İnsan, küfür ve inkârla, kâinat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, vicdanını söndürmüş ve fıtratını da köreltip, kendini bütün bütün ışık kaynaklarından mahrum bırakmış, karanlıklar içine gömülmüş ve temiz olan fıtratının üzerine Allah’ın (celle celâluhu) sevmediği kapkara lekeler sürmüş sayılır. Buna karşılık insan, iman ve amelle, aslında temiz olan fıtratını muhafaza eder ve safvetini korur. O hâlde denebilir ki, insanın fıtratında iman aslî, küfür ise ârizî bir husustur. Yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilebilir. Şayet, fıtratın ilk baştaki hâli korunmaz, imdadına koşulmaz ve bu yolda gerekli tedbirler alınmazsa, insanın ya Hıristiyan, ya Yahudi ya da Mecusî olması veya aklınıza gelebilecek küfür cereyanlarından herhangi birisine yem olup gitmesi mümkün ve muhtemeldir.
c. Temiz fıtrat kirletilip bozulunca, insan ikinci bozuk bir fıtrat kazanmış olur
Yumurtadan çıkan yavru kuş, uçamasa da yine kuştur. O, yaratılıştan uçmaya müheyya ve elverişlidir. Palazlanma döneminde koşup sıçradığını, düşe kalka uçmaya çalıştığını görür, “Bu kuş, uçacak.” deriz. Ancak, haricî bir sebep devreye girer de kuşun uçma kabiliyetini götürürse, o zaman ne kadar kuş da olsa, uçamaz. İşte küfür de böyledir; yani küfür, uçmaya müsait bir kuşun kanatlarını kırma, güdük bırakma ve kümeslerde onun kabiliyetlerini öldürme gibi, insandaki ilk fıtratı köreltip, onu ikinci bozuk bir fıtrat ile uçamayacak hâle getirir. İradesinin suiistimaline ve dış sebep ve saiklere binaen fıtratı köreltilen bir insan, ikinci bir fıtrat kazanmış, temiz ve selim yaratılışını da kirletmiş olur. Nasıl kuşun ilk hâline bakıp da, “Kuştur bu, uçar” diyorsak, aynı şekilde yeni doğan bir çocuğa da “Müslüman bu” veya “Müslüman olur bu” deriz. Ne var ki, zamanla o yavrunun üzerinde muhalif sam yelleri eser ve o da iradesini suiistimalle bunların üzerine tuz biber ekerse, işte o zaman kolu kanadı kırılır ve fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalır.. çimlenip filiz çıkarmak ve neticede her mevsim meyve veren bir ağaç olmak için gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz ve dolayısıyla da hiçbir zaman sünbüllenemez, boy atıp gelişemez ve başak salamaz.
d. Tahşidatta bulunduğumuz bütün bu meselelerde kader mevzuuyla alâkalı iki hususun her zaman karşımıza çıkma ihtimali vardır: Dış sebepler ve irade
Evet, her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış etkilerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irade, fıtrata müsbet veya menfî yönde müdahalede bulunur. Kaderde ise, bütün bunlar hesaba katılarak, “Bu insan, ya fıtratını temiz tutup saîd olacak ya da fıtratını köreltip küfre batacak ve şakî olacak.” diye yazılır.
Hidayet: Hidayet, cüz’î iradesini kullanmasının neticesinde insanın içinde Allah’ın (celle celâluhu) yaktığı bir nur ve ışıktır. Daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, dalâlet de hidayet de tamamen Allah’ın (celle celâluhu) yaratması ile meydana gelir. Bir âyet-i kerimede, “Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi topyekün iman ederdi.” (Yûnus sûresi, 10/99); bir başka âyette ise, “Allah dileseydi, onları hidayet üzere toplardı.” (En’âm sûresi, 6/35) buyrulmaktadır. Hatta Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin, sağırlara da işittiremezsin… ve sen, körleri de dalâletlerinden hidayete iletici değilsin.” (Rûm sûresi, 30/52-53) denmektedir. Zaten biz de, her namazın her rekâtında hidayeti Rabbimiz’den diler ve günde kırk defa “İhdinâ’s-sırata’l-müstakîm” (Fatiha sûresi, 1/6) deriz.
“Sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin; fakat Allah, dilediğine hidayet eder.” (Kasas sûresi, 28/56) âyeti de, bu mevzuda zikredilecek âyetlerden biridir. Allah’ın (celle celâluhu) Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, “Ben insanları hidayete, imana davet edici olarak gönderildim. Hidayete sevk edip, kalblere imanı koyacak Allah’tır (celle celâluhu).”[2]ed-Deylemî, el-Firdevs bime’sûri’l-hitab 2/11-12; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 1/116. buyururlar. Şeytan da küfür, dalâlet ve günahları süslü gösterir, kalbe vesveseler atar; fakat dalâleti ve günahları yaratan yine bizzat Allah’tır (celle celâluhu).
Hidayete Vesile Olma
Bir âyette, “Şüphesiz sen, doğru yola hidayet edicisin.” (Şûrâ sûresi, 42/52); bir diğer âyette ise, “Şüphesiz sen onları doğru yola çağırıyorsun, davet ediyorsun.” (Mü’minûn sûresi, 23/73) buyrulur. Birinci âyette “hidayet edicilik” bahis mevzuu iken, ikincide “davet etme” söz konusudur. Âyetlerden anlaşıldığına göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hidayete vesile, şeytan da dalâlet ve günahlara vesiledir; fakat yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dalâleti de hidayeti de yaratan Allah’tır (celle celâluhu).
Allah (celle celâluhu), başta peygamberler olmak üzere çeşitli hidayet vesileleri yaratmıştır. Şayet kullar bu vesilelere sahip çıkmaz ve iradelerini hidayet istikametinde kullanmazlarsa, Allah (celle celâluhu) onlar için hidayeti yaratmaz; yani, vesileleri yaratır da neticeyi yaratmaz. Meselâ, bu mevzuda Kur’ân’da, “Semûd kavmini hidayet etmiştik; fakat onlar, körlüğü hidayete tercih ettiler.” (Fussilet sûresi, 41/17) buyrulmaktadır. Demek oluyor ki, işin bir yanı insana ait olup, onun meyillerine ve iradesine bakarken, öbür yanı tamamen Allah’ın (celle celâluhu) hidayet veya dalâleti yaratmasına bakmaktadır.
Hidayete Götürücü Vesileler Araştırılmalıdır
Kur’ân, bir yandan küfre götürücü ve hidayetin önüne set çekici sebep ve vesilelere karşı tahşidat yaparken, diğer yandan da hakka götürücü vesilelere teşvikte bulunur. Yani, bir taraftan imana mâni kibir, gurur, istiğna, kendini beğenme, çalım satma, şartlanmışlık, karşısındakini hafife alma, dünyayı tercih ve cehalet gibi vasıflardan uzak bulunmayı talim ederken, diğer taraftan da okumayı, düşünmeyi, kâinatı araştırmayı, ibret almayı, muhakemeyi, Hak adına konuşanları dinlemeyi ve onların aydınlık yollarını takip etmeyi terğib ve teşvik eder.
Kur’ân’da iki yerde ‘vesile’ kelimesi geçer. Bunlardan biri olan Mâide sûresi 35. âyette mealen, “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. (Kur’ân ve kâinat kitabını mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın; (sizi görmek istediği şekilde, küçüğüyle-büyüğüyle nefis, şeytan ve isteklerinize karşı olduğu kadar, dış dünyada sizi siz olmaktan çıkaracak ve her plânda içinize sızabilecek maddî düşmanlara karşı da) cihad edin ki, kurtulasınız.” buyrulur. Daha başka âyetlerde ise, “Ve Bizim yolumuzda cihad edenleri Biz de mutlaka hayır yollarımıza erdiririz.” (Ankebût sûresi, 29/69.), “Kim Allah’tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır.” (Talâk sûresi, 65/2.) buyrulmaktadır.
Âyetlerden anlaşıldığı üzere, kalbin derinliklerine doğru yolculuk yapıp, Allah’a (celle celâluhu) seyr ile ermiş kimseleri, Allah (celle celâluhu) kat’iyen şaşırtmaz. Tasavvuf erleri ve erenler, hepsi de Allah’a (celle celâluhu) giden değişik yollardan ve değişik usullerle cehd edip, Allah’a (celle celâluhu) yürümüşlerdir. Hidayet yolları olan bu yollarda, Allah onların gören gözleri, işiten kulakları ve tutan elleri olmuştur (Buhârî, rikak 38.). Yani, Allah adına görmüşler, Allah adına duymuşlar ve Allah adına yürümüşlerdir; Allah da onlara başka yollara ait şeyler göstermemiş, duyurmamış ve ayaklarını başka yollara çekmemiştir.
Günümüzde ise, hak ve hakikate tercüman olan, dine omuz verip sahip çıkan ve gönüllerde Allah (celle celâluhu) adının, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yâdının duyulması istikametinde çalışanları, Allah (celle celâluhu), -inşâallah- hidayet ettiği yolunda şaşırtmayacak, yanıltmayacak, günahlar içine atıp helâk etmeyecek…
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayat-ı seniyyelerinde -O’na bir mânâda ölmüş diyemiyoruz- son nefeslerine kadar daima bu vesilelik vazifesini eda etmişlerdir. Allah (celle celâluhu), Habibini “En yakın akrabalarını inzâr et!” (Şuarâ sûresi, 26/214); “Hatırlat, öğüt ver!” (Gâşiye sûresi, 88/21); “Sana emredileni (başlarını çatlatırcasına) açıkça anlat!” (Hicr sûresi, 15/94) fermanlarıyla imana davet adına harekete geçirmiştir ki, onun bütün eza ve cefalara, eziyet, işkence ve hakaretlere katlanması; dünya adına cezbedici bütün teklifleri reddederek, vazifesine -yine Kur’ân’ın beyanı içinde- neredeyse intihar edecek ve kendisini mahvedecek derecede (Bkz.: Kehf sûresi, 18/6; Şuarâ sûresi, 26/3) hırs, istek ve arzuyla koşup durması; gezip seyran eylediği Cennetleri bile ümmetinin kurtuluşu ve onları da alıp oraya götürmek için bırakıp, kavminin arasına dönmesi, evet bütün bunlar, onun dava düşüncesi adına ne baş döndürücü fedakârlık örnekleridir..!
Mübarek ayaklarına taşların atılması ve bütün vücudunun kan-revan içinde bırakılması pahasına Taif’e gidip Hakk’a tercüman olması[3]İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/168., kendisine her türlü kötülüğü yapan insanları, bilhassa Mekke fethinde “Gidiniz, serbestsiniz!”[4]İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/55; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/344. diye affetmesi ve ashab-ı kiramına, kılıçların kınından çekilip, başların vücutlardan ayrılacağı dakikalarda, önce düşmana “iman ve İslâm” davetinde bulunulmasını tavsiye etmesi (Müslim, cihad 3; Ebû Dâvûd, cihad 82.); ayrıca, “Ey Ali, senin elinle bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden, -başka bir rivayette- vadi dolusu koyun ve develerden daha hayırlıdır.” (Buhârî, cuma 29; Müslim, fedâilü’l-Kur’ân 32, 34) irşadı ve emsali daha başka pek çok hâdiseler ve hadis-i şerifler, hidayete vesileliğin ne derece ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.
Vesile olan, o işi yapan kadar sevap kazanır. Bu mevzuda Söz Sultanı, “Kim iyi bir çığır açar da hayra vesile olursa, onun açtığı bu çığırda yürüyenlerin sevapları eksiksiz olarak yürüyenlere verildiği gibi, o yolu açana da verilir; kötü ve günah çığırı açanlara da, o yolda yürüyenlerin günahları kadar günah yazılır.” (Müslim, zekât 69; İbn Mâce, mukaddime 203) buyurmaktadır. Bir mescit bina etmişseniz, bir cami yapmış veya yaptırmışsanız, o mescit veya camide namaz kılanların sevabı kadar bir sevap sizin defterinize kaydedilecektir; aynı şekilde, o mescit veya camiyi dolduracak nesilleri yetiştirme yolunda sa’y ü gayret etmiş, bu maksatla müesseseler kurmuş, muhtaç talebelere burs vermiş, defter-kitap almış ve bir eğitim seferberliğine siz de katkıda bulunmuşsanız, yetiştirdiklerinizin sevapları kadar bir sevap size de verilecek ve amel defterleriniz kapanmayacaktır. Kalbi imanlı, kafası aydın, anne-babasına itaatkâr, vatan ve milletine hizmetkâr fertleri bu millete kazandırma yolunda atacağınız her adım, alıp-vereceğiniz her soluk, ibadet ve vesilelik adına yapıp geride bıraktığınız her amel, sizin için ahiret azığı ve saadet vesilesi olacaktır.
Vesilenin sadece bir vesile, buna karşılık, yapan ve yaratanın Allah (celle celâluhu) olduğu çok iyi bilinmeli ve kat’iyen akıldan çıkarılmamalıdır. Bir kimse, imanımızın kurtulmasına, kuvvetlenmesine ve ibadetlere alışmamıza vesile olabilir. Bu durumda, vesile olanın “Ben olmasaydım sen kurtulamayacaktın; ben alıştırmasaydım sen namaz kılmayacaktın; imanını ben kurtardığım gibi, seni namaza alıştıran da benim.” demesi ne derece tehlikeli bir tefrit ve yanlış bir yol ise, aynı şekilde bizim de, “Sen olmasaydın, ben küfür içinde yüzüyor olacaktım; ibadet nedir bilmeyecektim.” şeklinde düşünmemiz, o derece tehlikeli bir ifrattır.
Bunun yerine, hidayete vesile olan kişi şöyle düşünmelidir: “Allah’a (celle celâluhu) hamdolsun; benim gibi nâehil, liyakatsiz ve muhtaç birini böylesi bir güzelliğe vesile kıldı. Ben, belki bir üzüm çubuğuyum ve Allah (celle celâluhu) benim gibi kara, kuru ve çelimsiz bir dal parçasında şerbet tulumbacıklarını var etti.”
Birinin vesile olmasıyla hidayete eren kişi de şöyle demelidir: “Sultanımın benim aczimi ve ihtiyacımı görüp, bir kapıcısı ve hizmetkârı ile bana elmastan hediyeler göndermesi karşısında, benim O Sultan’ı unutup, kapıcının ellerine sarılmam, ona temenna durmam ve hediyeleri ondan bilmem, O’na karşı su-i edebdir. Hamd ve minnet ancak Sultanım’adır, yani Allah’adır. (celle celâluhu)”
Burada şu hususun belirtilmesinde de yarar var: Hamd ve minneti Sultan’a verip, hidayeti O’ndan bilmek, hiçbir zaman, hidayete vesile olan kişiye hürmet gösterip, şükran hisleriyle dolu bulunmaya mâni değildir. Her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da Kâinatın Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği ölçüler içinde hareket edip, mutlaka dengeyi korumalıyız. Meselâ, en büyük hidayet vesilesi olan Peygamberimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerini yaptığı gibi ‘ulûhiyet’ mertebesine çıkarmamalı; buna karşılık, O’nun için “Abdühû ve Resûlühû” derken, bütün bir beşeriyetin O’na medyun bulunduğunu unutup, “Medyundur O’na bütün bir beşeriyet/Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.” dua ve inancından da uzak olmamalıyız. Çünkü, O’nun yolunda ve O’nun aşkıyla yaşanmayan bir hayata hayat değil, ancak ‘mevt’ olarak bakılır; Kur’ân’ın ifade ve benzetmesiyle, belki de olanca hakikatiyle, O’nu kalblerinde taşımayanlara ve hayatlarında rehber ve getirdiklerini de hayata hayat edinmeyenlere ancak kabirdekilere bakıldığı gibi bakılabilir.
Evet, kaderde temiz fıtratların bozulup bozulmayacağı ve hayat boyu insanın karşısına çıkacak vesile ve sebeplerle birlikte, iradenin bu vesile ve sebeplere karşı tutumunun da çok öncelerden bilinip kaydedilmesi, hayır ve şerrin Allah (celle celâluhu) tarafından yaratılması meselesinden farklı değildir. İnsanın iradesiyle devreye girdiği her yerde Allah (celle celâluhu), hayrı da şerri de yaratır; fakat bazen atâ kanunuyla tecellî edip, şerri yaratmaz; çünkü O’nun şerre rızası yoktur. Buna rağmen, kul iradesini şer yönünde kullanmada ısrar ederse, razı olmamakla beraber şerri de yaratır; zira dünya bir imtihan, bir müsabaka ve kulluk dünyasıdır… Kaldı ki, şerrin yaratılmasının değil, kesbinin şer olduğunu, bizim şer bildiğimiz pek çok şeyde mühim hayırlar bulunduğunu, melekût cihetiyle, her şeyin hayır ve hikmet dairesinde olup bittiğini, dolayısıyla da şerri yaratmaya şer denemeyeceğini daha önce belirtmiştik.
Kaynak: İnancın Gölgesinde I, “Kader ve İrade İle İlgili Müteferrik Meseleler”
Dipnotlar
⇡1 | Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsîru sûre (30) 1, kader 3; Müslim, kader 22-25. |
---|---|
⇡2 | ed-Deylemî, el-Firdevs bime’sûri’l-hitab 2/11-12; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 1/116. |
⇡3 | İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/168. |
⇡4 | İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/55; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/344. |