Kadın, şefkat, iffet, iç nezahet ve nezaketiyle değerler üstü değerlere sahip müstesna bir varlıktır. Cenâb-ı Hakk’ın cemalinden gelen bir parıltıyla güzelleşen kadın, kendine mahsus değerinin yanında, bir eş ve bir anne olması hasebiyle yuvanın da direği mesabesindedir. Yuva onunla ayakta durur ve bu küçük mekânda hayata hazırlanan yavrucuklar da onun terbiyesinde yetişirler. İyi yetişmiş bir eş ve anne olarak kadın, yuvanın baş aktörüdür ve içinde bulunduğu toplumun da mimarıdır.
Kadına esas değerini veren, onu muallâ tahtına oturtan İslâm dinidir. Ne İslâm’dan önce ne de ondan sonra kadına gerçek değerini veren ikinci bir sistem ve din göstermek mümkün değildir. Bunun şahidi, İslâm’dan önce ve sonraki tarihte kadının değişik coğrafya ve sistemlerdeki halidir. Bazı coğrafyalarda o, bir köle veya şehevî varlık olarak alınıp satılmış, istismar edilmiş, kimi yerlerde de içinde cin var denilerek aşağılanmış ve toplumun dışına itilmiştir. Kimi yerlerde ona isim dahi verilmemiş ve numaralarla çağırılmış; bir başka âlemde ise o, çocuk yapma makinesi olarak görülmüştür. Bazı sistemlerde o, kendisine hürriyet verilmesi bahanesiyle yuvasından çıkarılıp sokağa atılmış, reklam malzemesi olarak kullanılıp ekonomik çıkarlara alet edilmiş, bazı ülkelerde ise erkeğin terakkisine engel olan bir şeytan olarak görülmüştür. Arap toplumunun bazı yerlerinde kız çocuğa sahip olanlar büyük bir ayıp işlemiş hissine kapılmışlar ve kızlarını diri diri toprağa gömmüşlerdir.
Cahiliye’nin türlü türlüsünün yaşandığı son bir iki asır içinde ise demokrasi ve hürriyeti temsil ettiğini söyleyen ülkelerde de kadın, daha yakın zamana kadar, içinde ruh var mı yok mu tartışmasına maruz kalmıştır. 20. yüzyılın meşhur yazarlarından bazıları kadını, erkeği alçaltan aşağılık bir varlık olarak görmüşlerdir. Bu yüzdendir ki kadın haklarının savunulduğu iddia edilen pek çok memlekette, hayatın değişik sahalarında ve özellikle de çok önemli mevkilerde kadının erkekler kadar yer almadığı bir gerçektir.
Netice itibarıyla kadın, İslâm’ın dışındaki dairelerde hep ifrat ve tefritlerin, yani aşırı uç değerlendirmelerin ağında kıvranıp durmuş ve bir türlü yerini ve huzurunu bulamamıştır. Kadına gerçek huzuru bahşeden ancak İslâm olmuştur.
Başta Kur’ân:
وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذ۪ي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ
“Erkeklerin kadınlar üzerinde bazı hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (Bakara Sûresi, 2/228)
fermanıyla, kadını layık olduğu konumuna yükseltmiştir. Kadınlarla iyi geçinme hakkında:
وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَإِنْ كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسَٓى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا
“Onlarla hoşça, güzelce geçinin. Şayet onlardan hoşlanmayacak olursanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur.” (Nisâ Sûresi, 4/19)
buyrularak erkekler, kadınlar hakkında hayra yönlendirilmişlerdir. Ayrıca:
وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوٓا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de sizin onlarla, onların da sizinle huzur ve sükûna ermeniz için size kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet var etmesidir. Bunda da düşünen kimseler için ibretler vardır.” (Rum Sûresi, 30/21)
beyanıyla, aile müessesesinin oluşmasında kadının da erkek kadar değerli ve önemli olduğu vurgulanmış ve onun bu önemi âyette, sevgi ve merhamet açısından nazara verilmiştir.
İnsanlığın İftihar Tablosu Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise Veda Hutbesi’nde:
اِتَّقُوا اللهَ فِي النِّسَاءِ فَإِنَّكُمْ أَخَذْتُمُوهُنَّ بِأَمَانَةِ اللهِ
“Kadınlar hususunda Allah’tan korkun. Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız.” (İbn Huzeyme, Sahih-i İbn Huzeyme, 4/251)
buyurarak erkekleri kadınlar konusunda ikaz etmiştir.
İslâm’da kadın, yaşama, mal sahibi olup malında tasarrufta bulunma, kanun karşısında adaletle muamele görme, evlenme ve aile kurma, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı gibi konuların hepsinde erkekle aynı haklara sahiptir. Ayrıca, erkek gibi onun da malı, canı, ırzı teminat altındadır ve bunları ihlâl edenler için ağır cezalar söz konusudur.
İslâm kadına inanç ve düşünce hürriyeti vermiştir. Bu meyanda çok rahatlıkla bir genç kız Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek, kendisini zorla evlendirmek isteyen babasını, bir başka kadın ise kendisini boşayan kocasını şikâyet edebilmiştir. Yine bu manada Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kirâm efendilerimiz, kadınlarla istişarede bulunmuş, isabetli gördüklerinde onların fikirleri istikametinde hareket etmişlerdir.
İlim öğrenme ve öğretme, ibadet etme, mukaddes kitabı alıp okuma gibi hususlarda da kadın hürdür. Mesela pek çok sahabe efendilerimiz ve onlardan sonra gelen tabiîn nesli, Hazret-i Âişe Validemizden ilim öğrenmişlerdir. Kadınların vakit namazlarıyla Cuma ve bayram namazlarında camiye gelmelerine izin verilmiş, bu konuda kocalarının kendilerine mâni olmamaları istenmiştir.
Kadının kendi özelliklerine uygun şartlarda çalışmasına izin verilmiş fakat erkeklerin yapabileceği ve kendisine ağır gelecek işlerde çalışmasına izin verilmemiş, bunlardan muaf tutulmuştur. Savaşa çıkma, askerlik yapma, erkeklerin yapabileceği ağır işlerde çalışma, yakınlarının geçimini temin etme gibi hususlar, kadının yapmaya zorlanamayacağı işler türündendir.
Kadın erkeğe, erkek de kadına eş olarak yaratılmıştır. İkisi birbirini tamamlayan unsurlardır. Havadaki azot ve oksijeni değer olarak birbirinden ayırmak nasıl imkânsızsa, kadın ve erkeği birbirinden ayrı görmek ve bunları birbiriyle yarıştırmak da o derece imkân haricidir ve her ikisine de saygısızlıktır. Erkeğin kendine ait yapısı ve özellikleri olduğu gibi kadının da kendine ait fıtrat ve mahiyeti vardır. Mesela kadın erkekten daha şefkatlidir. Bu konuda erkek ona yetişemez fakat cesarette de erkek öndedir ve kadın, onunla bu mevzuda boy ölçüşemez. Bu iki husus bir araya gelerek bir yuva kuracak ve ikisi birbirini tamamlayacaktır.
Bazılarının kadına noksanlık isnad ediyormuş gibi gördükleri bazı âyet ve hadisler ise tam aksine, kadının kendisine ait yeri ve konumunu belirlemekte ve erkeğe hak ve vazifelerini hatırlatmaktadır. Mesela erkeklerin kavvâm (yönetici) olduğunu belirten âyet (Nisâ Sûresi, 4/34) erkeğe, bazı özellikleri ve ekonomik yönden mükellefiyeti açısından bir görev ve mesuliyet yüklemektedir. Yani erkek, özellikleri itibarıyla çalışacak, para kazanacak, evinin geçimini temin edecek, evini koruyup kollayacak ve yuvasında söz kesen, noktayı koyan bir konumda duracaktır. Nitekim her sistemde bir söz kesen vardır. Bu manada erkek, evinin reisidir. Ancak bu reislik, mesuliyeti olan ve hizmet endeksli bir reisliktir yoksa serbest güç kullanma yetkisi veren bir idarecilik değildir.
Kadının mirası, şahitliği ve kadın-erkek eşitliği gibi hususlar da bazıları tarafından eleştirilen hususlardandır ki biz bu konuları, ilerleyen makalelerimizde ele alacağız. Orada da görülecektir ki İslâm, ne bazılarının yaptığı gibi kadını ilahlaştırmakta, ne de bazılarının yaptığı üzere onu sefil bir varlık olarak görmektedir. Aksine onu öncelikle bir insan, sonra bir eş, bir anne ve toplumun önemli bir dinamiği olarak ele almakta, böylece o aziz varlığı esas oturması gereken tahta oturtmaktadır. Kur’ân, hadis-i şerifler, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek hayatı ve on dört asırlık İslâm tarihi buna şahittir.
Kaynak: Kadın ve Aile İlmihali