Evet, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmidir. Ümmi; yazı yazmasını bilmeyen veya yazıyı öğrenmeyip içinde yetiştiği topluluk gibi olup, doğduğu üzere kalan kişiye denir. Yüce Allah değişik hikmetler gereği, okuma yazma bilmeyen ve herhangi bir kitaptan da okumamış olan bir peygamber göndermiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’in daha önce okuma-yazma bilmediği açık bir şekilde ifade edilmektedir: “Sen Kur’ân’dan önce ne bir kitap okuyor, ne de elinle yazıyordun. Öyle olsaydı bâtıla uyanlar şüpheye düşerlerdi.” (Ankebût, 29/48).
Hz. Peygamber, kendisine vahiy gelmeden önce kırk yıl gibi uzun denebilecek bir zaman dilimini, Mekkelilerin içerisinde geçirmişti. Mekkeliler, onun hayatının nasıl geçtiğini, ne ile meşgul olduğunu çok iyi biliyorlardı. Hatta Mekke dışına çıktığı seyahatlerde bile yalnız değildi. Hayatının onlar için gizli kalan bir tarafı da yoktu. Ancak bütün bunlara rağmen onlar, inkârda direniyorlardı.
Bazı kasıtlı kimseler, Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) okuma-yazma bilmediği bu kadar net bir şekilde belirtilmesine rağmen, okuma yazma bildiğini iddia etmektedirler. Çünkü bunu ispat ettikleri zaman, “vahyin Hz. Peygamber’in kendi mahsulü olduğu” ve Kur’ân-ı Kerim’i, Tevrat ve İncil’den özetleyerek Arapçaya uyarladığı iddialarını güçlendirmiş olacaklardır.
Haddizatında Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşadığı dönem Mekke’sine ve onun hayatına baktığımızda, bir medrese veya bir kitaba rastlamamamıza rağmen, getirdiği dinin mükemmel ve evrensel olduğunu görürüz. Böyle bir dinin, sonradan kazanılan bir kültürle kurulması mümkün değildir. Zaten Mekke’de de o gün için okuma-yazma bilenlerin sayısı da son derece sınırlıdır. Âdeta parmakla gösterilecek kadar azdır. Bilenler ise herkesin malumudur. Şayet Hz. Peygamber, küçüklüğünde veya daha sonraki dönemlerde, bir öğretmenden ders almış olsaydı, bunun bilinmemesi ve duyulmaması imkânsız gibiydi.
Ashabın, Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) olan sevgileriyle ilgili pek çok örneği, siyer kitaplarında bulmamız mümkündür. O’ndan kalan en küçük hatıralara dahi gayet ihtimam gösterilmiş ve bu hatıralar asırlarca saklanmıştır. Şayet onun yazmış olduğu bir yazı olsaydı o, saklanır ve günümüze kadar gelirdi.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) okuma-yazma bilmiş olsaydı, Ehl-i Kitap değişik iddialarda bulunur; Efendimizin, Kur’ân’da geçen Yahudiliğe, Hristiyanlığa ve kutsal kitaplara dair bilgileri, çok çeşitli bilim dallarına ait ilmî işaretleri ve prensipleri Tevrat’tan, Zebur’dan, İncil’den ya da daha başka kitaplardan aldığını ve onları bir yönüyle o günkü Arap usulüyle anlattığını söylerlerdi. Fakat, Alîm u Hakîm, Efendimizin ümmi olmasını murat buyurmuş ve o tür iddia ve iftiraların gün yüzüne çıkmasına bile müsaade etmemiştir.
Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) hem Kur’ân hem de ondan anlaşılması gereken manalar vahyediliyordu. Allah Resûlü de o vahiyleri aynıyla ümmetine tebliğ ediyordu. Farz-ı muhal, Efendimizin zihninde dışarıdan bazı şeyler yer etmiş olsaydı, zihindeki esneklik ve elastikiyet o vahy-i gayr-i metluvu (lafzı okunmadan mana olarak bildirilen vahiy) sağa-sola çekebilirdi ve dolayısıyla yorumlarda farklılık olabilirdi. Fakat, Efendimiz ümmi idi, başka felsefe ve kültürlerin tesirinde hiç kalmamıştı ve O’nun zihni saftı, dupduruydu, Allah’ın inayet ve hikmetiyle fıtrat üzere, tertemiz olarak korunmuştu.
Resûlullah’ın, “Biz ümmi bir ümmetiz…” sözünü de bu zaviyeden değerlendirmek mümkündür. Bu hadis-i şerif de, okuma-yazma bilmemeyi değil, başka dünyalara ait bilgi kırıntılarıyla zihnin kirletilmemiş olmasını nazara vermektedir. Evet, sahabe efendilerimiz de ümmi idiler. Fakat, onların ümmiyeti, yabancı kültürlerin tesirinde kalmama anlamındaydı. Onlar, Roma ve Fars medeniyetlerinin o gün için çok baskın kültürlerine karşı korunmuşlardı; dolayısıyla zihinleri temiz ve duruydu. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama hususunda başka kaynaklara müracaat etme ihtiyacı duymuyorlardı. Nitekim sonraki nesillerin zihninde meydana gelen bulanıklıkta diğer kültürlerin tesirinde yetişmiş insanların etkisi çok büyük olmuştur.
Bir diğer açıdan da Allah Resûlü’nün gerçek muallimi bizzat Yüce Allah’tı. Öğrenme, bir ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, öğreneceği her şeyi O’ndan öğrenecekti. Âlemlerin muallimi olan bir Zat’ın başkasından öğrenmesine de zaten ihtiyacı yoktu. Yoksa O’nun ümmi olması, okuma-yazmaya önem vermemesinden gelmiyordu. Öyle olsaydı, getirdiği mesajın ilk emri “oku!” olur muydu? Yüce Kitap’ta kaleme ve yazdıklarına yemin edilir miydi? Okuma yazmaya insanları bu kadar önemle teşvik eder miydi? “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” mesajını insanlara aktarır mıydı? Bedir gibi önemli bir savaşın arkasından esirlerin kurtarılması için, okuma yazma bilmeyen müslümanlara öğretme şartıyla hürriyet yolunu gösterir miydi?
Kaynak: Muhittin Akgül, 99 Soruda Efendimiz