İçindekiler
Hazreti Pîr, Risale-i Nur’un değişik yerlerinde iştirak-i a’mâl-i uhreviye meselesini net bir şekilde ortaya koymuş; hizmet-i imaniye ve Kur’âniyedairesi içinde yer alan kişilerin her birinin, umumun kazandığı sevaplara ortak olacağını da ifade etmiştir.[1]Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.206 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur); Kastamonu Lâhikası, s.67. Hazreti Üstad’dan önce bu meselenin ne tasavvuf, ne tefsir ne de diğer İslâmî eserlerde bu ölçüde açık ve sarih şekilde ele alındığını hatırlamıyorum. Her ne kadar geçmişten bugüne bazı büyük zatlar bu hususa değişik ima ve işaretlerde bulunmuş olsalar da Üstad’ın konuyla ilgili yaklaşımları çok açık ve nettir.
Esasında onun bu yaklaşımı nuranî olan metafizik âlemin letafetine de çok uygun düşmektedir. Çünkü nuranî şeyler, aynıyla akseder. Mesela, dört duvarında ayna olan bir odada bulunan lambanın sureti, aynı anda hepsinde aynıyla tezahür eder. Aynen onun gibi uhrevî ve nuranî işlerdeki sevaplar da bölünmeksizin o işe iştirak eden her bir şahsın amel defterine fazl-ı ilâhî olarak kaydedilir.
Kur’ân ve Sünnet Temelli Bakış Açısı
Hazreti Pîr’in bu yaklaşımının Kur’ân ve Sünnet’in temel düsturlarından süzülmüş bir tespit olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ve Sünnet-i Sahiha’ya bakıldığı zaman pek çok yerde Cenab-ı Hakk’ın muvaffakiyet lütfetmesinin vifak ve ittifaka vâbeste olduğu; birlik ve beraberlik ruhu içinde gerçekleştirilen amellere apayrı bir bereket ve mükâfat vaat edildiği görülecektir. Mesela Kur’ân-ı Kerim’de yer alan,
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنْتُمْ أَعْدَۤاءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ۤ إِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَأَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, (yapışın, sonra da) ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/103.)
kavl-i kerimiyle;
وَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَۤا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلٰكِنَّ اللهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ إِنَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Ve onların kalblerini birbiriyle te’lif edip uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine de onların kalblerinin arasını uzlaştıramazdın; ancak Allah’tır ki, onların arasını buldu ve uzlaştırdı. Çünkü O, daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl sûresi, 8/63.)
âyet-i kerimesi bu hususa işaret etmekte; bir yönüyle umumun menfaatine bakan zafer, hâkimiyet ve muvaffakiyetlerin Müslümanların vifak ve ittifakına bağlandığını göstermektedir.
Bir işte ortak hareket etme, dünyevî işlerde büyük başarılara vesile olmaktadır. Hazreti Üstad’ın verdiği misalle meseleye bakılacak olursa, on kişi ayrı ayrı dikiş iğnesi üretimi yapmaya çalıştıklarında günde ancak üç iğne yapabilirken, teşrik-i mesai ve taksim-i a’mâl (birlikte işbölümü yapma) düsturuyla hareket edip her birisi iğnenin imalatı adına gerekli olan ocak yakma, demir getirme, delik açma ve uç sivriltme gibi bir işi yaptığında her birine günlük üç yüz iğne düştüğü görülür.[2]Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.206-207 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur). Yine Üstad Hazretleri’nin verdiği bir misalle, dört beş kişiden birisi lamba, birisi gazyağı, birisi fitil, birisi şişe, bir diğeri de kibrit getirip lambayı yaksalar, onlardan her birisi ondan çıkan ışıktan tamamıyla istifade ederler.[3]Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.206 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur). İştirak-i a’mâlin maddî olan dünyevî işleri bu ölçüde kolaylaştırdığını ve ona bereket kazandırdığını gören bir insan, zannederim ortaklık düsturunun şeffaf ve nuranî olan uhrevî işlerde nasıl bir feyiz ve bereket kazandıracağını daha iyi anlar.
Bu açıdan meseleye bakıldığında şunu söyleyebiliriz: Günümüzde Cenab-ı Hakk’ın inayet ve lütfuyla dünyanın dört bir yanında ve hayatın değişik katmanlarında gerçekleştirilen güzel hizmetlerden hâsıl olan sevabın bütünü, iştirak-i a’mâl-i uhreviye sırrıyla bu uğurda koşturan her bir ferdin amel defterine eksiksiz bir şekilde aksedecektir. Yani bu geniş daire içinde bulunan her bir fert, milyonların sa’y u gayretinin neticesinden istifade edecektir. Her birinin amel defterine yazılan sevaplar, diğerlerine de yazılacaktır. Durum böyleyken bir insanın böyle küllî bir mükâfatı bırakarak, ferdî mülâhazalara takılıp kalması, bencilliğinin altında ezilip “Ben, kendi kendime bir şeyler yapabilirim.” demesi o engin mükâfattan mahrum kalması demektir. Çünkü insan ne kadar kabiliyetli ve istidatlı olursa olsun, isterse elli tane deha çapında kabiliyete sahip bulunsun, yine de tek başına ne dünyada insanlığa faydalı ve kalıcı bir hizmet ortaya koyabilir ne de ahirete müteveccih böyle büyük bir mükâfata nail olabilir.
Amelin Özü: İhlâs
Hazreti Pîr’in konuyla ilgili açıklamalarına bir bütün hâlinde baktığımızda böylesine büyük ve küllî bir semereye mazhariyetin kendine göre bir kısım şartlarının bulunduğunu görmekteyiz. O hâlde kendimize sormamız gereken soru şudur: Biz, sahip çıkmaya çalıştığımız bir hareket içerisinde nasıl bir duruş ortaya koymalıyız, birlikte nasıl yol yürümeliyiz ve nasıl kaynaşıp bütünleşmeliyiz ki söz konusu mazhariyetleri elde edebilelim? İşte böyle bir mazhariyeti elde etme adına Hazreti Pîr ilk şart olarak “sırr-ı ihlâs ile iştirak” esasını zikrediyor.
İhlâs, bir ameli sırf Allah (celle celâluhu) emrettiği için yapmak, neticesini rıza-i ilâhîye bağlamak, semerelerini de ahirete bırakmak demektir. Bu açıdan ahirete müteveccih her türlü iş ve amelde ihlâsı esas alan bir kimseye göre önemli olan, bir kısım hayırlı hizmetlerin yerine getirilmesidir; bunları falan veya filanın yapması değildir. Farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, asıl olan, kimi zaman toplu çarpan dertli yüreklerle bir ney sesi gibi inleyip insanları mest etmek; kimi zaman da koro hâlinde gür bir sesle insanlara hak ve hakikati duyurmak, onlara Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki ifadesiyle, hayret, kalak ve heymân yaşatmak ve böylece onları huzur-u kibriyaya ulaştırmaktır. Hedef ve maksat bu ise, böyle bir gayeyi kim gerçekleştirirse gerçekleştirsin, insan, kendisi yapmış gibi bundan memnuniyet duymalıdır. Üstad Hazretleri, bu konuya misal verirken, talebelerinden birisine, “Falanın hattı senin hattından daha güzel.” dediğini, o talebesinin bu sözden memnun olduğunu ifade ediyor. Hatta Üstad Hazretleri o talebesinin kalbine baktığını, kalbinin de aynı duygularla çarptığını belirtiyor.[4]Bkz.: Bediüzzaman, Barla Lâhikası, s.119. İşte bu, sırr-ı ihlâs ile iştirake çok çarpıcı ve güzel bir misaldir.
Aynı şekilde Hazreti Pîr, bu meseleyi ağır bir defineyi taşıma ve muhâfaza etmeye benzetmiş, defineyi omuzunda taşıyanların kendilerine yardıma koşan kuvvetli ellerin iştirakinden sevinmesi ve memnun olması gerektiğini ifade etmiştir.[5]Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.197-198 (Yirmi Lem’a, Birinci Nokta). Evet, bu taşınan definenin bir ucundan ben tutacağım, bir ucundan sen tutacaksın, bir ucundan da öbürü tutacak ve hiç kimse kendisine hangi ucun rast geldiğine bakmayacak. Madem götürülen definede, ona iştirak eden herkese ait bir hisse vardır; herkesin kendi payına düşen işi hakkıyla yerine getirmesi ve bunu yaparken de kimseyle rekabet ve münakaşaya girmemesi gerekir.
Bir insanın bu ölçüde ihlâs sırrına muvaffak olabilmesi ise, kendi renginden sıyrılıp heyetin rengini alabilmesi ve kardeşlerinin meziyetleriyle iftihar etmesiyle mümkündür. Zaten hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’ye gönül vermiş bir insanın, değişik nam u nişanları, ad ve unvanları geride bırakacak şekilde çok önemli bir vazife ve sorumluluğa talip olduğunu asla unutmaması gerekir. Bu açıdan yürüdüğü yolun şuurunda olan bir insana, “Sen, şunu yaptın, bunu yaptın.” dense onun vereceği cevap şu şekilde olacaktır: “Hatırlamıyorum, çok ihtimal de vermiyorum. Arkadaşlar çalıştı, gayret ettiler. Belki o esnada ben de aralarında bulunmuş olabilirim.” İşte Üstad Hazretleri’nin ifade ettiği sırr-ı ihlâs ile iştirakin ölçüsü budur.
Tam Bir Kardeşlik ve Dayanışma Ruhu
Üstad Hazretleri, iştirak-i a’mâl-i uhreviyeden istifade edebilmenin ikinci şartı olarak ise “sırr-ı uhuvvet ile tesanüd”ü nazara vermiştir.[6]Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.201-202 (Yirmi Birinci Lem’a, İkinci Düstur). Uhuvvet, kardeşlik demektir. Bir yerde kardeşlik varsa, orada birbirine dayanma ve dayanışma da olur. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mü’minler arasındaki kardeşliği anlatırken, bir vücudun uzuvları arasındaki münasebete dikkat çekmiştir.[7]Bkz.: Buhârî, edeb 27; Müslim, birr 66. Nasıl ki bu uzuvların birinde rahatsızlık hâsıl olduğunda, diğer uzuvlar da ateş ve uykusuzluk ile buna ortak olurlar. Aynen öyle de mü’minler kendi aralarında öyle samimi ve ciddi bir uhuvvet bağı tesis etmelidirler ki, heyet-iİslâmiye’de bir arıza olduğu zaman her biri bundan üzüntü duyup ızdırabınıçekmelidir. Evet, kendini hakka adamış inanan gönüller kubbedeki taşlar gibi düşmemek için baş başa vermeli, birbirlerine destek olmalı ve yol boyu hiçbir arkadaşının yolda takılıp kalmasına meydan vermemelidir. Eğer hizmet erleri bu anlayış çerçevesinde yekvücut olur, böyle bir ruh hâletini paylaşır, hakiki birlik ve beraberliğe ererlerse, milyonların hasenatı ayrı ayrı her birinin defterine noksansız bir şekilde akacaktır.
Ortak Akılla Uyum İçinde Hareket Etme
Bu konuda ileri sürülen üçüncü şart ise “sırr-ı ittihat ile teşrikü’l-mesai”dir.[8]Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.206-207 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur). Yani birlik ve beraberlik ruhuyla mesailerin, yapılacak işlerin, vazife ve sorumlulukların taksim edilmesidir. Başka bir ifadeyle münferit hareket etmekten sakınarak müşterek mesai yapma ve birlikte hareket etme alışkanlığının kazanılmasıdır. Bunun için de herhangi bir işe başlarken öncelikle vazife taksimi yapılmalıdır. Herkes elinden ne geliyorsa, neyi güzel yapıyorsa onu yapma gayreti içinde olmalıdır.
İfade ve izah etmeye çalıştığımız bu üç şart yerine getirildikten sonra, hizmet erleri kafa kafaya vererek meseleleri müşterek akla emanet ederlerse –Allah’ın izni ve inayetiyle– ferdî aklın düştüğü hatalara düşmeyeceklerdir. Çünkü ihtimal hesapları içinde bir araya gelmiş on tane aklın bir meselede yanlış bir neticeye varması belki milyonda bir ihtimaldir. Baş başa vermiş akıl sayısı yirmi olduğu takdirde ise ihtimal oranı o ölçüde düşecektir.
Bu açıdan meselelerin kolektif şuura bağlı götürülmesi çok önemlidir. Öyle ki, bir insan dâhiyane fikirlere, tedbirlere sahip olsa bile, umum heyetle alâkalı meselelerde tek başına asla karar vermemelidir. Şimdiye kadar insanlık tarihi boyunca tek başına hareket edip, tek başına karar verip de kalıcı bir muvaffakiyet ortaya koyan tek bir kişi dahi bilmiyorum. Evet, ne Sezar’ın, ne Napolyon’un, ne Hitler’in, ne Mussolini’nin ne de ondan sonra gelen diğer tiranların muvaffakiyetleri kalıcı olmamış, başta saman alevi gibi parlamış ama kısa bir zaman sonra sönmüş ve hazin bir enkaz yığını hâlinde orta yerde kalakalmıştır. Kolektif şuura müracaat eden gerçek liderler ise, meseleleri meşverete bağladıkları ölçüde muvaffak olmuş, ortaya koydukları hizmetlerle içinde bulundukları toplumun geleceğini inşa etmişlerdir.
Hâsılı, hem dünya hem de ukbada iştirak-i a’mâl-i uhreviyenin vaat ettiklerine nail olabilmek için dupduru bir niyet ve samimiyete, kardeşlik ve dayanışma ruhuyla ortak akıl ve kolektif şuura ihtiyaç vardır.
Kaynak: Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız, “Heyetin Sevabına Nail Olmanın Şartları“
*
Konu ile ilgili şu yazımıza da bakılabilir:
Şahs-ı mânevi sözü şahs-ı mâneviyi oluşturan zatların değerini yükseltir mi alçaltır mı?
Dipnotlar
⇡1 | Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.206 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur); Kastamonu Lâhikası, s.67. |
---|---|
⇡2 | Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.206-207 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur). |
⇡3 | Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.206 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur). |
⇡4 | Bkz.: Bediüzzaman, Barla Lâhikası, s.119. |
⇡5 | Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.197-198 (Yirmi Lem’a, Birinci Nokta). |
⇡6 | Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.201-202 (Yirmi Birinci Lem’a, İkinci Düstur). |
⇡7 | Bkz.: Buhârî, edeb 27; Müslim, birr 66. |
⇡8 | Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.206-207 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur). |