İçindekiler
Istılahta, bir yerde bekleme, durma ve kendini bir şeye adama, vakfetme mânâsına gelen itikâf; akıl, bâliğ veya temyiz kudretine sahip bir Müslüman’ın namaz kılınan yahut ibadet yapılan bir mekânda ibadet niyetiyle bir süre bulunması demektir. İtikâf için belli bir süre (zaman) sınırlaması yoktur. Bu, kısa süreli olabileceği gibi, günleri, ayları hattâ yılları ve bütün bir ömrü kapsayacak hüviyette de olabilir.
Şu hâlde Ramazan ayından başka zamanlarda da itikâf maksadıyla ibadet ve tâat ile meşgul olmanın genişliğini bilmekte fayda vardır. Nitekim bazı tarihî camilerimizin giriş kapısının üzerinde Arapça güzel bir hat ile نَوَيْتُ الْإِعْتِكَافَ لِلهِ تَعَالَى şeklinde hatırlatıcı ifadeler vardır. Bunun mânâsı, “Allah rızası için itikâfa niyet ettim.” demektir. Esasen bununla, kişinin mescide namaz ve ibadet için girerken içeride bulunacağı süre zarfında itikâfa niyet etmesi, itikâf sevabına da nail olması hatırlatılmaktadır.
İtikâfa giren kimseye “mu’tekif” veya “âkif” denir. İtikâf, Kur’an ve sünnetle sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’de mealen: “Mescitlerde itikâfta bulunduğunuz sırada eşlerinize yaklaşmayın.” (Bakara, 2/187) buyrulur. Diğer bazı âyetlerde itikâf ibadetinin daha önceki ümmetlerde de yapıldığına işaret edilmektedir:
“Biz Beytullâh’ı insanlara sevap kazanmaları için toplanma ve güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim’i namazgâh edininiz! İbrahim ile İsmail’e de: ‘Tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için bu Evimi (Kabe’yi) tertemiz bulundurun!’ diye emretmiştik.” (Bakara, 2/125).
Hz. Zekeriya ve Hz. Meryem’in anlatıldığı Âl-i İmran Sûresi’nin 35. ve devamındaki âyetlerde itikâfın geçmiş Peygamberler ve ümmetlerde de cari olduğu kaydedilmektedir.
İtikâf; vacip, sünnet ve nafile olmak üzere üçe ayrılır. Vacip olan itikâf, adakta bulunan kimse için geçerlidir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Bu konudaki bir hadîste Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ömer’in kendisine “Cahiliye devrinde Mescid-i Haram’da bir gece itikâfta bulunmayı adamıştım; ne yapayım?” diye sorması üzerine “Adağını yerine getir.” buyurmuştur (Buharî, İ’tikâf, 16).
Sünnet olan itikâfa gelince; Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Ramazan’ın son on gününü mescitte itikâfta geçirmiş ve bunu her sene yapmıştır. Mescidin bir köşesini hasır veya örtüyle bölmüş ve burada gecelerini ve gündüzlerini ihyâ etmiştir. Esasen sünnet olan bu itikâfta hem Ramazan’ın son on gününü ve gecesini en güzel kıvamda ihya etmek hem de bu geceler arasında gizlenmiş olan Kadir gecesini idrak etmek vardır. (Buhârî, Leyletu’l-kadr 5; Müslim, İ’tikâf 7)
Ramazan ayının son on günündeki sünnet-i kifâye olan bu itikâfı, sahabeden birçok kimsenin yanı sıra Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hanımları da kendi hânelerinde namazgâh olarak tanzim ettikleri yerlerde gerçekleştirmişlerdir. Hattâ bu sünneti Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra da devam ettirmişlerdir. (Müslim, İ’tikâf 5)
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) gerek hayatında gerekse vefatından sonra kimi sahabilerin ve ezvâc-ı tâhirâtın itikâf uygulamasını sürdürmeleri sebebiyle âlimlerimiz, Ramazan’ın son on günündeki itikâfın sünnet-i kifâye olduğunu söylemişlerdir. Bu meyanda her bir beldeden bir kişinin itikâfa girmesiyle bu sorumluluk diğerlerinin üzerinden kalkmış olur.
Hz. Âişe’den rivâyete göre; Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Hicret’in ikinci yılında orucun farz kılınmasından vefatına kadar Ramazan’da itikâf yapmıştır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129). İtikâfta bulunduğunda zaruri bir ihtiyaç olmaksızın mescitten dışarı çıkmamıştır. Hattâ bir defasında saçlarını yıkamak istediğinde mescitle bitişikteki hücresi arasına bir leğen koydurtmuş ve Hz. Âişe de O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) saçlarını yıkayıp taramıştır (Buhârî, İtikâf 2). Bu itibarla Hz. Âişe Validemiz demiştir ki:
“Aslında mu’tekif için sünnet olan şey, hasta ziyaretine gitmemesi, cenaze merasimine katılmaması, kadına temas etmemesi, kadının tenine tenini değdirmemesidir.” (Ebû Dâvûd, Sıyâm 80).
Müstehab yahut mendub olan itikâf ise, vacip ve sünnet olan itikâfların dışında herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde itikâfa niyet etmektir ki, bunun belirli bir vakti ve mekânı yoktur. Bazı müçtehitlere göre nafile itikâfın süresi, birkaç dakika da olabilir. Hattâ mescide giren kimse, çıkıncaya kadar itikâfa niyet etse, orada kaldığı süre zarfında itikâfta sayılır. Nafile itikâfta oruç tutmak da şart değildir.
Mescitteki itikâf, genellikle erkeklere mahsus bir uygulamadır. Kadınlar ise evde, şahsî veya toplu olarak ibadet edebilecekleri bir yerde yahut namazgâhta itikâfta bulunabilirler. Şâyet mescitte kadınlar için tahsis edilen uygun bir mekân varsa, orada kısa veya uzun süreli itikâfa niyet edebilirler.
Ramazan Ayında İtikâf
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hicret’in ikinci senesinde orucun farz kılınmasından itibaren Ramazan aylarının son on gününü itikâfta geçirmiştir. Mescitte bir bölme yaptırmış ve özellikle orada geceleyin çok az uykuyla iktifa ederek ekser vakitlerini ibadetle ihyâ etmiştir. Gündüzlerinde ise ibadet, tâat, dua, Kur’an kıraati, namaz kılıp kıldırmak ve kısmen istirahat ile meşgul olmuşlardır. (Buhârî, İtikâf 1-8; Müslim, İ’tikâf 1-12).
Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ramazan ayında, diğer aylardan daha fazla ibadet yapmaya çalışırdı. Ramazan’ın son on gecesini sair gecelere nispetle daha ciddi ihya ederdi. Bu geceleri ihyâ etmeleri için hususiyle aile fertlerini de uyandırırdı. Ciddiyetle ibadete yönelir ve eşleriyle ilişkiyi keserdi.” (Buhârî, Leyletu’l-kadr 5; Müslim, İ’tikaf 7).
Ebû Hureyre (r.a.) demiştir ki:
“Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ramazan’ın son on gününü itikâfta geçirirdi. Ancak vefat ettiği sene yirmi gün itikâf yaptı.” (Buhârî, İ’tikâf 17). Enes b. Mâlik’in (r.a.) rivâyetine göre bunun bir hikmeti, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) önceki yılın Ramazan ayını seferde geçirmesi, dolayısıyla ertesi yıl yirmi gün itikâf yapmak suretiyle geçmişin kazasını da yapması sebebiyledir. (Tirmizî, Savm 79)
Hz. Peygamber’in İtikâf Hayatı
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’de, henüz kendisine peygamberlik vazifesi verilmeden önce Hira Nur Dağındaki bir mağaraya çekilir, şehir hayatından uzaklaşır, aile fertlerinden ve insanlardan ayrı kalır, kendisini günlerce ve gecelerce ibadet ve tâate verir, itikâf ve inziva yapardı. Hz. Âişe’nin naklettiği hadîste ifade edildiği üzere, Hira’da tehannüs ve tehannüf (kulluk ve ibadet) yapardı. O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) kalbine insanlardan âzâde kalma, Rabbiyle beraber olma muhabbeti verilmişti. (Buharî, Bed’ü’l-vahy, 2)
En meşhur ve makbul hadîs kaynağının müellifi İmam Buharî, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberlik vazifesiyle ilk defa muhatap olmasına dâir hadîsleri, kitabının ilk bölümü olan Bed’ü’l-vahy (Vahyin Başlangıcı) bahsinde kaydeder. Bu sayede Buharî, kâinatta en yüksek hakikat olan Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberliği ve vahyin başlangıcı meselesine bir mukaddime olarak O’nun itikâf ve inziva hayatını anlatmakla kitabına başlar. Ardından O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) vahye mazhar olması ve neticede Peygamberlik vazifesiyle teşrif buyrulmasıyla ilgili hadîsleri kaydeder. (Buharî, Bed’ü’l-vahy, 2-6)
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamberliğinin ilk yıllarında Mekke’de gerek kendi hanesinde gerekse İbnü’l-Erkam’ın evi gibi muhtelif mekânlarda insanları dine davet eder. Müminlere rehberlik yapar, Kur’ân âyetlerini okur, dua ve niyazla Allah’a yönelirdi. Şüphesiz ki O, hem Mekke’nin hem de dünyanın en mukaddes mekânı olan Kâbe’de de ibadet ve itikâf yapardı. İlerleyen yıllarda müşrikler, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) gündüz veya gece Kâbe’de ibadet ve tâatle meşgul olmasını istemeyip engellemeye çalışmışlardı. Gerek kendisine gerekse inananlara yönelik baskı ve tehditler iyice artınca Mekke’den Medine’ye hicret etmeye maruz bırakılmıştı. Kâbe’yi son kez ziyaret eden Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), gözyaşları içinde kalbinin sesini şöyle dile getirmişti:
“Ey Mekke, vallahi sen, Allah’ın yeryüzünde yarattığı en sevimli beldesin. Şâyet müşrikler beni buradan çıkmaya zorlamasalardı asla burayı terk etmezdim.” (Tirmizî, Menâkıb 68).
Esasen Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’deki ibadet ve tâatleri itikâf kapsamında tahlil edilebilir. Mânevî âlemlerin gizli hazineleri ve anahtarları, bu türden manevi yönelişlerle irtibatlandırılabilir.
Medine döneminde ise Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), her şeyden önce bir mescit inşâ etmiştir. Mescide ait faaliyetleri çok yönlü ve çok fonksiyonlu olarak hayata geçirmiştir. Mescit, bir ibadet ve tâat yeri olmasının yanı sıra gerek Medine’deki gerekse dışarıdan gelen kimselerin irşadı, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin tatbiki, heyetlerin kabulü, dinî ve dünyevî işlerin görüşülüp istişare edilmesi… vs. gibi pek çok icraatın merkeziydi. Bu kutlu mekân, yerine göre bir mektep, yerine göre bir medrese, yerine göre bir tekke, yerine göre de bir ibadethane vazifesi görüyordu. Dolayısıyla mescidin pek çok fonksiyonları arasında itikâf mahalli olduğunu vurgulamakta yarar var.
Asr-ı Saadet’te mescit, vakit namazlarının cemaatle edâ edilmesinde erkeklerin yanısıra kadınlara da hitap ediyordu. Zîrâ kadınlar da Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kıldırdığı namazlara, erkeklerin arkasında saf tutarak iştirak ediyorlardı. (Müslim, Ezân 132) Kimi zaman kadınlar, Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem), kendilerine vaaz ve nasihatte bulunmasını talep ediyorlardı.
Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), mescide iştirak eden erkek ve kadınlar topluluğuna sabah namazını uzun kıraatle kıldırır, namazın akabinde yerlerinden ayrılmaksızın kıbleye yönelir, evrâd, ezkâr, tevbe ve istiğfar, istiâze ve dua ile meşgul olurlardı. Aynı şekilde mescidde saf tutmuş vaziyette ashab-ı kirâm da dua, evrad ve ezkâr ile Allah’a yönelirlerdi. Mescitte adeta arı uğultusu gibi ses yükselirdi. Gönüller coşar, gözler yaşarır, eller yüce dergâha kalkar, dillerde ve dudaklarda dua, tazarru, niyaz, tevbe ve istiğfar cümleleri dökülürdü. Güneşin doğmasına kadar hattâ bazen yükselmesine kadar devam ederdi bu yönelişler. Mescitte ibadetle dopdolu geçirilen bu kutlu vakitler, Hz. Peygamber ve ashabı için itikâf mahiyetinde ihyâ edilen en güzel zaman dilimleri idi.
Nitekim onlar, güneşin doğmasına hattâ kimi zaman bir müddet yükselmesine kadar seher vakitlerini itikâf neşvesi içinde ibadetle geçirirlerdi. Dua, ezkâr ve istiâze olarak Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) dilinden nakledilen nice inci ve mercan sözler vardır ki, bunlar hadîs kaynaklarında kaydedilmiştir. İmam Nevevî’nin el-Ezkâr adlı eserinde derlediği türden pek çok eser telif edilmiştir. Bu meyanda günümüzde de M.F. Gülen Hocaefendi, hadîs kaynaklarından derlediği Dua Mecmuası (Mecmuatu’l-Ed’ıyeti’l-Me’sure) adlı eserinde, özellikle baş kısmındaki Sabah ve Akşam Dualarına büyük önem atfetmekte; sabah ve akşam vakitlerinde bu duaların ister ferdî isterse topluca okunmasını önemsemekte, Sünnet’e uymanın bir gereği olduğunu ifade ederek teşvik etmektedir.
Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) muazzez ve müberra zevceleri, oturdukları hânelerinin bir köşesini namazgâh olarak tanzim etmişlerdi. Orada ibadet ve tâatlerini sürdürürlerdi. Hanelerinde geçirdikleri zamanın önemli kısmını itikâf nevinden ibadetle ihya ederlerdi. Hücresinde Efendiler Efendisi’ni (sallallahu aleyhi ve sellem) misafir etme nöbeti hangi hanımına gelmiş ise, onun hanesi şereflenirdi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), misafir olduğu hücrede gecenin bir kısmında istirahat buyurur, bir kısmında namazgâh olarak tanzim edilen mevkide gece namazını (teheccüd) uzun uzadıya ifa ederdi. Vaktin sünnetlerini ve özellikle Kuşluk namazı gibi nafileleri de hanımlarının hanesindeki bu namazgâhlarda kılardı. Daha sonra mescide çıkarak farz namazı kıldırırdı.
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ibadet hayatını birebir gören hanımları da aynı şekilde bunları kendi hayatlarına katarak tatbik ederlerdi. Nitekim Hz. Âişe (r.anha), Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) kuşluk namazını her daim kıldığını gördükten sonra hayatı boyunca bunu sürdürmeye azami gayret gösterirdi. Ayrıca kendisinden ilim öğrenmeye gelen erkek ve kadınlara da bu tür nafile ibadetleri tavsiye ederdi. (İbn Hanbel, el-Müsned, VI, 106).
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir defasında Cüveyriye Validemiz’in (r.anhâ) hânesine uğradığında onu namazgâhta ibadet ve itikâf üzere bulur. Tekrar ona uğradığında aynı vaziyette görür ve ona şu faziletli duayı öğretir:
“Sübhanallahi adede halkıhî, Sübhanallahi ridâ nefsihî, Sübhanallahi zinete arşihî, Sübhanallahi midâde kelimâtih” (Müslim, Zikr 79)
Enes b. Mâlik’in annesi Ümmü Süleym (r.anha), henüz on yaşındaki oğlu Enes’in elinden tutup huzur-u saadete gelir ve onu Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hizmetine adamak istediğini söyler; lütfedip kabul buyurmasını talep eder. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bir anne olarak onun bütün içtenlik ve samimiyetiyle yaptığı bu talebini kabul eder ve muhatabını memnun eder. Nitekim Enes b. Mâlik, on yaşından yirmi yaşına kadar yaklaşık on yıl Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hizmetinde bulunur.
Gecelerini annesinin oturduğu hânede, gündüzlerini ise Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında ve hizmetinde geçirir. Bir defasında Ümmü Süleym, namazgâh olarak tanzim ettiği yerde teberrüken namaz kılması için Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) hânesine davet eder. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Enes’i yanına alarak haneye teşrif buyururlar. Namazgâha geçerek imam olur, arkasında Enes ve küçük kardeşi, daha beride ise kadınlar saf tutar. Bundan sonrasında Ümmü Süleym, ibadet ve itikâfını Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) o hanede namaz kıldığı bu namazgâhta sürdürür. (Müsned, III, 136; VI, 376)
Netice
Geçmiş peygamberlerde ve ümmetlerde cârî olan itikâf, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile en güzel kıvamda ihyâ edilmiş, Sahabe-i Kirâm ve sonraki nesillerle temsil edilmiş, asırlarca tatbik edilerek sürdürülmüştür. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) söz, fiil ve uygulamalarında itikâfın önemli bir yeri olduğu âşikârdır.
Kur’ân’ın bize isimlerini ve vasıflarını bildirdiği nice peygamber vardır ki, Allah yolunda kendilerini yüce hakikate adamış olarak vazifelerini bihakkın edâ etmişlerdir. Onlar bu ağır peygamberlik vazifesini yerine getirirlerken bir taraftan Rablerine en güzel kıvamda yönelerek itikâf neşvesi içinde kullukta bulunmuşlar, diğer taraftan da halkla beraber olarak onları hak ve hakikate davet etmişlerdir.
Sözlerin en güzeli “Kitâbullah“, yolların en güzeli “Peygamber Efendimiz’in Yolu“dur. “Peygamber Yolu” ise O’nun Sünnet’ine tâbi olmaktan geçer. Sünnet’e sarılmak ve onu hayata hayat kılmak, özellikle şartların ağırlaştığı günümüzde daha ziyade önem taşımaktadır. Bilhassa unutulan yahut unutulmaya maruz kalan Sünnetlerin ihyâsı, dün olduğu gibi bugün de Müslümanların en hayatî sorumluluklarındadır.
Unutulmaya maruz kalan sünnetlerden birisi de itikâftır. İtikâfın Ramazan ayına mahsus bir sünnet olarak bilinmesinin yanında sair zamanlardaki müstehab (mendub) olan yönü de vardır ki, bunu hayatın bütününe teşmil etmek gerekmektedir.
İtikâf, kişiyi beşerî ve nefsanî bir kısım arzu ve isteklerden alıkoymakta, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükseltmektedir. Bilhassa günümüzde insanları mâlâyâni şeylerden ve özellikle günah bataklığına sürükleyen her türlü eraciften, maddî ihtiras ve pürüzlerden koruyup arındıracak bu türlü maneviyat menfezlerine ihtiyaç vardır. Ferdî yahut topluluklar hâlinde itikâf neşvesiyle ifâ edilerek bunlar gerçekleştirilebilir.
Nice mâneviyat büyüğü, zamanlarının belli bir kısmını halkla beraber geçirirken önemli bir kısmını Hakk’la beraber olmaya adamışlardır. Onlar, mâneviyat koylarına dalarak gün ve gecelerinin belirli bir kısmını itikâf hüviyetinde geçirmeyi kollamışlardır. Zaten mâneviyat âleminde yol almak, Hakk davasına hizmette muvaffak olmak, Allah’la irtibatın kavi olmasıyla mümkündür.
Tasavvuf ehli arasında kemâle ermek için az konuşma, az yeme, az uyuma ve uzlete çekilip Rabbine yönelme şeklinde ifade edilen “kıllet-i taâm, kıllet-i kelâm, kıllet-i menâm ve uzlet anil’enâm” prensibi vardır. Kişi, bütün bunları en güzel kıvamda itikâf, inziva yahut uzlet diyebileceğimiz adanmışlık ruhuyla gerçekleştirebilir. Bunların yanı sıra itikâfın insana kazandıracağı kemâlâtı ve güzel hasletleri şöylece sıralayabiliriz:
- Allah’a en yakın ve makbul bir kul olmanın yolu, itikâf ve inzivadan geçer.
- Allah’ın en sevdiği kul olan Habibullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) benzemenin yolu itikâftan geçer.
- Meleklerin duasına mazhar olmanın yolu itikâftan geçer.
- Âhirete hazırlanmanın en kestirme yolu itikâftan geçer.
- Kulluk şuuruna ermenin yolu itikâftan geçer.
- Nefis muhasebesi yapmanın en selâmetli yolu itikâftan geçer.
- Kalb ve ruhun derece-i hayatına girmenin yolu itikâftan geçer.
- Ahlakî erdeme ermenin ve güzel hasletlere ulaşmanın yolu itikâftan geçer.
- Günahlardan uzak durmanın ve günahlardan arınmanın yolu itikâftan geçer.
- Kötü hasletleri terk etmenin yolu itikâftan geçer.
- Şeytandan ve yoldaşlarından korunmanın yolu itikâftan geçer.
Ne mutlu itikâfı hayatına hayat kılan ve kendilerini Hakk’ın yolana adayan ruhlara!
Kaynak: Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 105, Dr. Kadir Paksoy
Şu yazılarımıza da bakabilirsiniz.