Kur’ân’ın başka bir kitabın kopyası ya da alıntısı olduğu modern müsteşriklerin Kur’ân’a karşı ileri sürdüğü bir itirazdır. Fakat tuhaftır ki, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hiçbir çağdaşı, kendisine karşı böyle bir itirazda bulunmamıştır. Söz gelimi, hiç kimse Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) çocukken Rahip Bahira ile karşılaşıp ondan dinî bilgiler aldığını söylememiş, seyahatlerinde Hristiyan ve Yahudi rahiplerinden bilgiler edindiğini iddia etmemiştir. Zira onlar; böyle bir iddiada bulunacak olurlarsa -Hz. Peygamber’in yalnız başına olmayıp kervanlarla seyahat ettiğini bildikleri için- şehirdeki yüzlerce kişi tarafından reddedileceklerini çok iyi biliyorlardı.
Diğer taraftan O (sallallahu aleyhi ve sellem) tüm bilgiyi henüz 25 yaşında iken yaptığı seyahatlerde Bahira’dan veya başkalarından almışsa, neden o zaman değil de 40 yaşında iken peygamberlik iddiasında bulunduğu rahatlıkla sorulabilir? O, hiçbir zaman memleketinden ayrılıp gitmemiş ve yıllarca aynı şehirde halkının içinde yaşamıştı. Bu yüzden, Mekkeliler ona böylesine saçma ve asılsız bir ithamda bulunamıyorlar ve itirazlarını peygamberlik öncesiyle değil, peygamberlik zamanıyla ilgili olarak yapıyorlardı.
Diğer taraftan O (sallallahu aleyhi ve sellem) tüm bilgiyi henüz 25 yaşında iken yaptığı seyahatlerde Bahira’dan veya başkalarından almışsa, neden o zaman değil de 40 yaşında iken peygamberlik iddiasında bulunduğu rahatlıkla sorulabilir? O, hiçbir zaman memleketinden ayrılıp gitmemiş ve yıllarca aynı şehirde halkının içinde yaşamıştı. Bu yüzden, Mekkeliler ona böylesine saçma ve asılsız bir ithamda bulunamıyorlar ve itirazlarını peygamberlik öncesiyle değil, peygamberlik zamanıyla ilgili olarak yapıyorlardı.
Kur’ân’ın müşriklerin iddiasını cevaplandırmayıp doğrudan “Onu (Kur’ân’ı), göklerdeki ve yerdeki bütün sırları bilen Yüce Allah indirdi.” (Furkan, 25/6) diyerek reddetmesi, şu durumlar göz önüne alındığında kolayca anlaşılabilir:
- Mekke kâfirleri, ithamlarını kanıtlayacak hiçbir harekette bulunmamışlardır. Eğer ithamlarında herhangi bir gerçeklik olsaydı, bunu yaparlardı. Söz gelimi, yardım ettiklerini ileri sürdükleri kişilerin evlerine ve Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) evine sık sık baskınlar yapıp bu “aldatma”da kullanılan bütün “malzeme”yi ele geçirir ve peygamberlik iddiasının “yalan” olduğunu böylece açığa çıkarabilirlerdi. Kendileri için bunu yapmak zor da değildi. Çünkü kendilerini hiçbir ahlâkî bağla bağlı hissetmediklerinden Hz. Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem) yenmek için işkence dahil, her türlü çareye başvurmaktan çekinmiyorlardı.
- Yardım ettiği söylenen kişiler yabancı değildi. Mekke’de oturduklarından, onların bilgilerinin derecesi herkesçe malumdu. Bizzat kâfirler, onların en üst düzeyde edebî meziyet ve olağanüstü özelliklere sahip Kur’ân gibi yüce bir kitabın meydana getirilmesinde yardımcı olamayacaklarını biliyorlardı. Bu yüzden, onları tanımayanlar bile, bu ithamın anlamsızlığının farkın da idiler. Sonra sözde yardımcılar bu kadar deha sahibiydiler de, neden kendileri peygamberlik iddiasında bulunmuyorlardı?
- Yine sözde yardımcılarının tümü, Arabistan âdetlerine göre hürriyetlerine kavuştuktan sonra bile, efendilerine bağlı azatlı kölelerdi. Dolayısıyla, efendileri, yaptıklarını açığa çıkarmak için kendilerini zorlayacağından peygamberlik iddiasında Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) yardım etmek istemezlerdi. Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) yardımlarının tek nedeni, o zamanki şartlarda hayal bile edilemeyecek bir istek veya çıkar olabilirdi. Koruyup gözetmelerine muhtaç oldukları kişilerin namına bu “aldatmaca”da suç ortaklığı yapmaları için ortada hiçbir neden yoktu.
- Hepsinden öte, tüm bu sözde yardımcılar İslâm’ı kabul etmişlerdi. Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) “aldatmaca”sında başarılı olması için yardım eden kişilerin ona bağlanmaları hiç düşünülebilir mi? Üstelik tartışma olsun diye, haydi Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) yardım ettiklerini söyleyelim. O zaman, içlerinden hiç olmazsa birisi yaptığı yardım karşılığında neden büyük bir mertebeye yükseltilmedi? Neden Addas, Yesar ve Cebr, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde’nin statüsüne yükseltilmediler?
Peygamberlik “aldatmacası”, sözde yardımcılarının yardımıyla sahneye konmuşsa, yine sorarız ki, nasıl oldu da bu Hz. Ali b. Ebi Talip, Hz. Ebu Bekir, Zeyd bin Harise ve benzeri Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) en yakın ve en bağlı sahabilerinden gizli kalabildi? O halde, bu itham yalnız saçma ve sahte olmakla kalmamakta, ayrıca Kur’ân’ın cevaplandırma onurununda altına düşmektedir.
Kur’ân’da onların iddialarıyla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:
“Kâfirler: ‘Şu Kur’ân, Muhammed’in uydurduğu bir yalandır. Bu uydurma işinde kendisine yardım eden başkaları da vardır.’ dediler. Onlar gerçekten zulüm işlemişler ve yalan söylemişlerdir. Yine onlar ‘Bu Kur’ân, eski milletlerin masallarıdır. Muhammed onu adamlarına kopya ettirmiştir ve bu kopyalar sabahları ve akşamları kendisine okunmaktadır.’ dediler.” (Furkan, 25/4-5)
Kureyşli kâfirlerin bu sözleri söylemelerinden daha büyük bir yalan düşünülemez. Çünkü; onlar bu sözlerin birtakım asılsız yakıştırmalardan ibaret olduğunu herkesten iyi biliyorlardı. Bu asılsız yakıştırmaları halk arasında yayan kabile şefleri, Peygamberimiz tarafından okunan Kur’ân’ın “insan sözü” olmadığını bilmiyor olamazlardı. Onların dil ve ifade zevkleri bu gerçeği görmelerini sağlayacak düzeyde idi. Böyle olduğu içindir ki, Kur’ân’ın etkisine kapılmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Üstelik onlar Peygamberimizi, peygamber olmadan önce yalan söylemez, hiç kimseyi aldatmaya kalkışmaz, özü-sözü doğru, “güvenilir” bir kişi olarak tanıyorlardı. Böyle bir adam Allah hakkında nasıl yalan söyleyebilir, nasıl O’na söylemediği bir sözü yakıştırabilirdi? Fakat onlar kör inatları ve din önderi sayılmalarına dayanan sosyal mevkilerini yitirme korkuları yüzünden bu düzenbazlıklara başvuruyorlar ve halk arasında böyle uluorta iddialar yayıyorlardı. Çünkü cahil halk, edebi değeri olan sözle böyle olmayan sözü birbirinden ayıramaz, edebi sözün de edebilik derecesini belirleyemezdi. İşte halkın bu bilgisizliğinden güç alan mevki düşkünü kabile şefleri şöyle diyorlardı:
“Şu Kur’ân, Muhammed’in uydurduğu bir yalandır. Bu uydurma işinde kendisine yardım eden başkaları da vardır.” (Furkan, 25/4)
Müfessirlerimizin belirttiğine göre Kureyşli şefler “başkaları” derken Arap asıllı olmayan üç köleyi kastediyorlardı. Onlara göre Peygamberimiz bu yabancı kölelerin yardımı ile Kur’ân’ı uyduruyordu(!) Bu tartışma konusu edilmeye değmez, tutarsız ve boş bir sözdür. Çünkü bir insan, başkalarının yardımı ile bu Kur’ân’ın benzerini düzebiliyordu. O halde onun bir benzerini ortaya koymalarına ne engel vardı? Niçin kendilerine bu yolda yardım edecek kimselerin yardımı ile bu Kitabın bir başka benzerini düzerek Peygamberimizin bu en büyük kozunu elinden almıyorlardı. Oysa Peygamberimiz bu konuda onlara meydan okuyor, onlar ise bu meydan okumaya karşılık veremiyorlardı.
Daha sonra yine Peygamberimize ve Kur’ân’a ilişkin saçma iddialarının aktarılmasına devam ediliyor:
“Yine onlar: ‘Bu Kur’ân, eski milletlerin masallarıdır. Muhammed onu adamlarına kopya ettirmiştir ve bu kopyalar sabahları ve akşamları kendisine okunmaktadır.’ dediler.” (Furkan, 25/5)
Bu sözleri söylerken Kur’ân’da rastladıkları eski milletlerle ilgili kıssalara dayanıyorlardı. Kur’ân, eskilerle ilgili kıssaları, okuyanların ders almalarını, geçmişten ibret almalarını sağlamak için, insanları eğitmek ve yönlendirmek amacı ile anlatıyordu. İşte onlar bu doğru kıssalara “eski milletlerin masalları” diyorlardı. İddialarına göre; Peygamberimiz bu kıssaların derlenip yazıya geçirilmesini sağlamış, arkasından da sabahları ve akşamları onların kendisine okunmasını istemişti.
Kaynak: Kur’an İklimine Seyahat, Muhittin Akgül