İçindekiler
Peygamberimizin Kur’ân-ı Kerim’i yazması mümkün değildir. Şayet Kur’ân’ı Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yazmış olsaydı, başta kendi dönemindeki insanlar bunu sen kendin yazdın derlerdi. Zaten o nasıl yazsın ki, Kur’ân’ın açık beyanlarında Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) okuma yazması olmayan bir özelliğe sahipti. “Sen Kur’ân’dan önce ne bir kitap okuyor, ne de elinle yazıyordun. Öyle olsaydı bâtıla uyanlar şüpheye düşerlerdi.” (Ankebût Sûresi, 29/48.) âyeti açıkça bunu göstermektedir. Yani Ey Muhammed! Kur’ân’dan önce hiçbir kitap okumuyordun. Zaten buna muktedir de değildin. Zira sen, ümmî olup okuma-yazma bilmiyordun. Bu âyet, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmî olup, okuma-yazma bilmediğine açık bir delildir.
Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) aynı zamanda eski kitaplardaki bir sıfatı da O’nun ümmî olmasıdır. Zira geçmiş kitaplardaki özellikleri anlatılırken, bunlardan birisinin de onun ümmîliği yani okuma-yazma bilmemesi olduğu belirtilmiştir:
“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları, okuyup-yazması olmayan, Allah’ın elçisi Peygamber’e tâbi olurlar…” (A’râf Sûresi, 7/157.)
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine vahiy gelmeden önce kırk yıl gibi uzun denebilecek bir zaman dilimini, Mekkelilerin içerisinde geçirmişti. Mekkeliler, onun hayatının nasıl geçtiğini, ne ile meşgul olduğunu çok iyi biliyorlardı. Hatta Mekke dışına çıktığı seyahatlerde bile yalnız başına değildi. Hayatının onlar için gizli kalan bir tarafı da yoktu. Ancak bütün bunlara rağmen onlar, inkârda direniyorlardı.
“De ki: Eğer Allah dileseydi, Kur’ân’ı size okumazdım. Size de onu bildirmezdi. Ben, bundan önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım. Siz hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (Yunus Sûresi, 10/16.)
İşte bu âyet, onlara şunu demek istiyordu: Kur’ân vahyolunup peygamberlik verilmeden önce bütünüyle bir ömür denecek uzunca bir süre, sizin içinizde, sizinle birlikte yaşadım. Pekâlâ bilirsiniz ki, ben bütün o süre içinde bir şey okuyor muydum? Kur’ân’ın gerek i’cazkâr nazmına gerek için deki mana ve hakikatlere ait size bir şey söylüyor muydum? Nazım veya nesir olarak hiç edebiyatla meşgul olduğum var mıydı? Size şairlik, hatiplik, müelliflik taslıyor muydum? Oku ma-yazma bilmeyen, fakat şiir ve inşâ ile uğraşan câhiliyye şairleri kadar olsun şiirle uğraşıyor muydum? Bir gün gelip âleme meydan okumak ve müsâbakaya davet etmek için hazırlanıyor muydum? Kimseye tahakküm etmek, didişmek, saldırmak gibi huylarımı hiç gördünüz mü? Evet, onlar bunların hiçbirisine şâhit olmamışlardı. Onun yazı yazdığını, herhangi bir kitap okuduğunu görmemişlerdi. Çünkü o, okuma yazma bilmeyen bir ümmî idi.
Resûlullâh’a (sallallahu aleyhi ve sellem) iftirada bulunanlar: “O yazdı.” diye miyor, ancak “Başkasına yazdırdı.” diyorlardı. Çünkü çok iyi biliyorlardı ki iftira ettikleri Zat ümmîdir. Ümmî olan birisine kendisi yazdı iddiasında bulunmaları, onları ilk esnada haksız bir konuma getirecekti. Bu açıdan da, Hz. Peygam ber’i ümmîliğinin, düşmanları tarafından bile kabul edildiğini söylememiz mümkündür.
Bu türlü iddiaları yapanların başında, müsteşrikler gelmektedir. Onlar, asıl hedeflerine varmak için, ümmîliğin nefyini ispata çalışmaktadırlar. Çünkü bunu ispat ettikleri zaman, -hâşâ- “vahyin Hz. Peygamber’in kendi mahsulü olduğu” ve “Kur’ân-ı Kerîm’i, Tevrat ve İncil’den özetleyerek Arapça’ya uyarladığı” iddialarını güçlendirmiş olacaklardır.
Haddizatında Resûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşadığı dönem Mekke’sine ve onun hayatına baktığımızda, bir medrese veya bir kitaba rast lamamamıza rağmen, getirdiği dinin mükemmel ve evrensel olduğunu görürüz. Böyle bir dinin, sonradan kazanılan bir kül türle kurulması mümkün değildir. Zaten Mekke’de de o gün için okuma-yazma bilenlerin sayısı da son derece sınırlıdır. Âdeta parmakla gösterilecek kadar azdır. Bilenler ise herkesin malumudur. Şayet Hz. Peygamber, küçüklüğünde veya daha sonraki dönemlerde, bir öğretmenden ders almış olsaydı, bunun bilinmemesi ve duyulmaması imkânsızdı. Aynı zamanda vahyi yazan kâtiplerin isimleri ve kimlikleri tarihçe sâbittir. Ancak bunların içinde Resûlullâh’ın isminin varlığını kimse iddia etmemiştir. Şayet o, ümmî olmasaydı, gelen vahyi başta kendisi yazar; dolayısıyla ismi vahiy kâtipleri arasında zikredilir ve bu da herkes tarafından bilinirdi
Ashâbın, Hz. Peygamber’e olan sevgileriyle ilgili pek çok örneği, siyer kitaplarında bulmamız mümkündür. Ondan ar kaya kalan en küçük hatıralara dahi gayet ihtimam gösterilmiş ve asırlarca saklanmıştır. Şayet onun yazmış olduğu bir yazı olsaydı, saklanır ve günümüze kadar gelirdi.
Kendisine gelen vahiy karşısında Hz. Peygamber’in durumunu gerek Kur’ân’dan gerekse onu gören ve inişi esnasında yanında bulunanlar tarafından aktarılan rivayetlerden öğreniyoruz. Bu bilgiler, vahiy karşısında Resûlullâh’ın, herhangi bir müdahale hakkının olmadığını, âdeta bir memur durumunda bulunduğunu, hatta vahyin onun üzerinde hâkim rol oynadığını göstermektedir:
وَاِنَّكَ لَتُلَقَّى الْقُرْاٰنَ مِنْ لَدُنْ حَكٖيمٍ عَلٖيمٍ “Ey Muhammed! Şüphesiz bu Kur’ân, sana yegâne hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah tarafından verilmektedir.” (Neml Sûresi, 27/6.)
âyeti, Kur’ân’ın herhangi bir kimsenin değil de, yalnızca Allah’ın sözü olduğunu, Peygamber’e ait bir payın olmadığını ortaya koymaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy karşısındaki durumunu şu şekillerde görmekteyiz:
1. Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) sadece kendisine vahyedilene uymaktadır.
Şu âyetler açık bir şekilde göstermektedir ki, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), sadece kendisine gelen vahye tâbi olmaktadır:
“Ey Muhammed! De ki: “Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana tâbi oluyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (En’âm, 6/50),
“Onlara bir âyet getirmediğin zaman: “Bunu da derleyip toparlasaydın ya!” derler. De ki: “Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum…” (A’raf, 7/203),
“..Onlara şöyle de: “Onu kendiliğimden değiştirme yetkisine sahip değilim. Ben de ancak bana vahyolunana tâbi oluyorum…” (Yûnus, 10/15).
Peygamberlik, Allah’tan vahiy almak ve gereğince amel etmekten ibarettir. Peygamber, vahiy ile Hakk’ın âyetlerini görür ve haber verir. Allah Resûlü dönemindeki bazı kimseler, onun kendi isteğiyle Kur’ân âyetlerini söylediğine inanıyorlardı. Ondan, bir âyet istemişlerdi de, istedikleri anda âyet, Allah’ın elçisine inmeyince: “Uydursana!” demişlerdi. Yüce Allah da elçisine, kendisinin ancak vahyedilene tâbi olduğunu söylemesini emretmişti.
Âyet getirmek, peygamberin elinde değildir. Çünkü âyetler, onun kendi sözü değildir. Allah, istediği zaman âyetlerini ona vahyeder. O da kendisine vahyedilene uyar. O, sadece bir elçidir. Zaten istenilen anda Peygamberin bir âyet getirememesi, vahyi beklemesi, bu sözleri kendi iradesiyle değil, ancak Allah’ın izniyle söylediğinin kanıtıdır.
Yukarıda ele aldığımız âyetlerin hepsinde, emir ifadesi olan, “De ki” fiili kullanılmakla, doğrudan peygamber muhatap alınmış ve ondan, söylemesi gerekli olan bildirmesi istenmiştir. Zaten o, hevasından konuşmayıp kendisine vahyolunana uymaktadır. “De ki” ifadesi Kur’ân-ı Kerîm’de üç yüzden fazla tekrar edilmiştir. Böylelikle vahiy konusunda peygamberin hiçbir müdahalesinin söz konusu olmadığı, lafzının kendisine ait olmayıp Allah tarafından bildirildiği, bu durumda onun bizzat konuşan değil, muhatap olup işittiğini anlatan bir elçi sıfatı taşıdığı anlaşılmaktadır.
Vahiy konusunda, peygamberin iradesinin söz konusu olmadığını, sadece kendisine gelen vahye uyduğunu, dolayısıyla onun bu noktada görevinin yalnızca bir nakilcilikten ibaret kaldığını söylememiz, bu konudaki âyetlerin vurguladığı bir vâkıadır.
2. Vahiy, kesinlikle Hz. Peygamber’in kendi bilgisi değildir.
Vahiy gelmeden önce Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine bildirilen bu bilgilerden tamamen habersizdi. Onlar üzerinde hiç kafa yormamıştı. Kur’ân-ı Kerîm, vahiyden önce onun, peygamberlerin kıssalarıyla ilgili hiçbir şey bilmediğini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Zaten Hz. Peygamber’e inanmayanlar da, O’nun değil sadece Allah’a, insanlardan herhangi birisine karşı dahi olsa yalan söylemediği hususunda bizimle hemfikirdirler.
Bununla ilgili olarak şu âyetler gayet açık birer delildir:
“Mûsâ’ya emrimizi vahyettiğimiz sırada sen batı yönünde bulunmuyordun ve o hadiseyi görenlerden değildin. Bilakis biz o zamandan beri nice nesiller var ettik de, onların üzerlerinden uzun zamanlar geçti. Sen onlara âyetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; aksine biz başka peygamber göndermiştik. Mûsâ’ya seslendiğimiz zaman da, Tûr’un yanında değildin. Bilakis senden önce kendilerine uyarıcı peygamber gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak, sana orada geçenleri bildirdik, ola ki; onlar düşünüp öğüt alırlar.” (Kasas, 28/44-46)
“İşte bunlar gayb haberlerindendir. Bunları sana vahiyle bildiriyoruz. Bundan önce bunları ne sen bilirdin, ne de kavmin. O halde sabret, akıbet muhakkak muttakilerindir.” (Hûd, 11/49)
Şu nokta da unutulmamalıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm çeşitli yerlerde çeşitli peygamberlerden söz ederken, Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bilgi kaynağının sadece ve sadece ilâhi vahiy olduğunu belirtmiştir. Şu âyetler bunun açık bir göstergesidir:
“İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa “Meryem’i hangisi himayesine alacak diye?” diye kur’a için kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Birbirleriyle tartışırlarken de yanlarında değildin.” (Âl-i İmrân, 3/44)
“İşte bu, sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip oyun yaparlarken sen yanlarında değildin.” (Yûsuf, 12/102)
Bu olaylarla kıssaların Kur’ân’da tekrar tekrar anlatılması, binlerce yıl önce meydana gelen târihî olayları bütün ayrıntılarıyla anlatan ümmî bir peygamberin bilgi kaynağının vahiyden başka bir şey olmadığını göstermektir.
Hz. Peygambere vahiy parça parça geliyor, böylece onun şuurunda, ne şahsî bilgilerinin ne de içinde yaşadığı dönemin düşünce sahalarının arasında olan, tarihî, kozmolojik ve sosyolojik bilgiler birikiyordu. Hem bu bilgiler, mücerred bir kısım genel ve müphem şeyler olmayıp aksine tevhîd inancının tarihiyle ilgili gayet açık ve ince ayrıntılarla dolu bilgilerdi. Bunlar da gösteriyor ki, vahiy onun şahsî malı değildir.
Kur’ân-ı Kerîm’in, önceki milletler ve peygamberlerle ilgili verdiği bilgilere baktığımızda, bunların zaman zaman gayet ayrıntılı olduğunu görürüz. Verilen bu bilgilerin bazısı, o günkü toplum tarafından bilinmediği gibi, bir kısmı da bilinenin tam tersidir. Özellikle peygamberlerle ilgili malumatların pek çoğu, Tevrat ve İncil’deki verilerle taban tabana zıttır. Buna rağmen Hz. Peygamberin hiç tereddüt göstermeden, bu bilgileri açıklaması, Kur’ân’ın da, bunları gayb bilgisi olarak özellikle belirtmesi göstermektedir ki, vahiy, Hz. Peygamberin kendi bilgisi değil, bilakis Allah’ın bildirdiği bir bilgidir.
3. Vahiy karşısında Hz. Peygamber acele etmektedir.
Vahyin başlangıcında Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Kur’ân nazil olduğunda, unuturum endişesiyle, vahyedilen metni, kendi kendisine acele acele tekrarlar, dudaklarını depretirdi. Halbuki sözü hatırında tutma işinde, gerek nübüvvetini ilandan önce gerek sonra böyle bir âdeti yoktu. Keza Araplar arasında da bu âdet mevcut değildi. Onlar, sözlerini içlerinden geçirerek hazırlıyorlardı. Kur’ân, onun kendi varlığından kaynaklansaydı, onu söyleme tekniğinin de şahsî ve kavmî âdete uyması, görüşünü olgunlaştırmak ve fikrini açık ve seçik hâle getirmek üzere uzun uzadıya düşünmekle dolu sükût seansları geçirmesi gerekirdi. Ama iş böyle değildi. Şu âyetler Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy esnasındaki bu durumunu tasvir etmektedir:
“Gerçek Hükümdar olan Allah yücedir. Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur’ân’ı okumada acele etme…” (Tâhâ, 20/114),
“Onu tekrarlamak için (vahiy henüz bitmeden) dilini depretme. Onu toplamak ve okutmak bize aittir. Sana Kur’ân’ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak bize aittir.” (Kıyame, 75/16-19)
Anlaşılıyor ki Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), bu sûre inerken özellikle bu noktada dilini kıpırdatmış, acele okumak istemişti. Bu âyet de bunun üzerine inmiş ve iyi zapt etmesi için her şeyden önce hareketsiz dinlemesi emredilmiştir. Yani Kur’ân: “Kalbine, inerken, sadece dinle, acele okumak için dilini oynatma. Çünkü onun toplanması ve okunması bize aittir. Yani tamamını toplayıp Kur’ân halinde tespit ederek okutmak bizim üstlendiğimiz bir iştir. Onu sana indiren okutacaktır.” demektedir.
Yukarıdaki âyetler, Resûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyedilenleri okumakta acele etmesini ya da vahyin inişi henüz tamamlanmadan, dilini, onu tekrar ederek oynatmasını yasaklayan bir uyarıdır. Bu, Resûlullâh’ın, Kur’ân olarak kendisine indirilen vahyin bilincinde olduğunu gösteren güçlü bir delildir. Çünkü Resûlullah, vahiyden en küçük bir şeyi kaçırmaktan ya da unutmaktan korkarak onu aceleyle tekrar etmekte, unutmamak için dilini oynatmaktadır.
4. Vahiy ansızın gelmektedir.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamberlikten önce, kendisine vahiy geleceğine dair hiçbir şey söylememiştir. Böyle bir hadiseyle karşılaşacağını da asla beklememektedir. Vahiy, ona ansızın gelmiş, daha sonraki gelişlerde de aynı usul devam etmiştir. Şu âyet, onun, önceden vahiyle ilgili bir beklentisinin olmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını ummuyordun. Bu ancak Rabbinden bir rahmettir…” (Kasas, 28/86)
O, ansızın, kendisini bir öğretimle karşı karşıya buluyor; bu rehber, birden gelip süratle kayboluyordu. Öyle ki -peşine düşse bile- tefekkür, kaçırdığı bilgiyi hatırlama konusunda işe yaramıyordu.
Vahyin ilk gelişini anlatan rivâyetlere baktığımızda, şunları görürüz: “Resûlullâh’a (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy, ilkin uykuda gördüğü sadık rüyalar ile vâki olmuştur; o sırada gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra uzlet ve yalnızlık kendisine sevdirildi. Hira’da inzivaya çekilip birkaç gece boyunca ibadet ediyor, sonra ailesine dönüyor, birkaç günlük azığını alarak tekrar gidiyor, böylece aynı işi tekrarlıyordu. Nihayet Hak, ona beklemediği bir anda geliverdi. Hira mağarasında iken ansızın melek kendisine gelerek “Oku!” dedi. “Ben okuma bilmem.” diye cevap verdi. Resûlullah diyor ki: Beni tutup canımı acıtacak derecede sıktı, sonra serbest bırakıp “Oku!” dedi. “Okuma bilmem.” dedim. Beni tutup canımı acıtacak derecede sıktı, sonra bırakıp “Oku!” dedi. “Okuma bilmem.” diye cevap verdim. Tekrar tutup üçüncü defa sıktı ve bırakıp: “Yaratan Rabbinin adıyla oku, İnsanı bir alaktan yaratan. Oku, Rabbin o en keremkârdır ki, insana kalemle (yazıyı) öğretti. İnsana bilmediklerini öğretti.” (Alak, 96/1-5)
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kalbi ürperti içinde evine döndü. Eşi Hz. Hadîce’nin yanına gelip “Beni örtün, beni örtün.” dedi. Örttüler; derken korkusu zail oldu. Sonra Hadîce’ye: “Kendimden endişe ediyorum” deyince; o: “Hayır, hayır! Endişe etme; vallahi Allah seni hiç utandırmaz, zira sen yakınlarını gözetir, darda kalanlara yardımcı olursun, muhtacı giydirirsin, misâfiri sevip ikram edersin ve kötü gün dostu olarak musibetzedelere, düşkünlere yardım edersin.” diye cevap verip teselli etti. (Buhârî, Bed’ül-vahy 7; Müslim, Îmân 252-254; Ahmed b. Hanbel, 6/153, 232)
Kureyş, bu haberi duyunca Dârunnedve’de toplanmış, “Şu adama bir isim takın da halk ona göre hareket etsin.” demişti. Kimisi “kâhin” dedi. “Kâhin değil.” dediler. Kimi “mecnun” dedi. “Mecnun değildir.” dediler. Kimi “sihirbaz” dedi. “Sihirbaz değildir.” dediler. “Sevgiliyi sevgilisinden ayırır.” dediler. Böylece müşrikler toplantı yerlerinden dağıldılar. Bu haber, Hz. Peygambere ulaştı. Bunun üzerine elbisesini örtünüp kaftanına büründü. Derken Cebrâil (a.s.) gelip: “Ey örtünen!” (Müzzemmil, 73/1), “Ey örtüsüne bürünen! Kalk artık uyar!” (Müddessir, 74/1-2) dedi.
Hz. Peygambere vahyin, gerek ilk geldiği esnada gerekse daha sonraki devrelerinde, beklenmedik anlarda geldiğini görmekteyiz. Başlangıçta Allah Resûlü vahyin nasıl geldiğini hatırından geçirmemişti, daha sonraları da bu durum aynen devam etmiştir. Yani vahyin belirli bir zamanı ve zemini yoktur. Geceleyin ansızın gelebileceği gibi, gündüzleyin, yolculuk esnasında, insanlar arasında sohbet ederken vs. gelmesi de mümkündür.
5. Vahiy, tamamen Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) iradesinin dışındadır.
Vahyin kaynağı Allah olduğu için, onun ne zaman ve nasıl geleceğini de yine O takdir etmektedir. Peygamberin, istediği zaman, dilediği konuda vahiy adına konuşması mümkün değildir. Çünkü, O’na vahyi getiren melek dahi, ancak bir izinle gelmektedir. Hatta zaman zaman Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Cebrâil’den kendisine daha sık gelmesini istediğinde, şu âyet nazil olmuştur. Bu, O’na bu konuda bir cevap mahiyeti taşımaktadır:
“(Ey Muhammed!) Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz. Önümüzdeki ve ardımızdaki (bütün geçmiş ve gelecek şeyler) ve bunların arasındakiler hep O’nundur. Rabbin de (Seni) unutmuş değildir.” (Meryem, 19/64)
Acil bir durum karşısında bile olsa, bazen vahyin geciktiğini, Allah Resûlü’nün, gerek hukûki bir prensip koyması gerekse kendisine arzedilen bir konuyla ilgili karar vermesi için, vahyi beklediğini görmekteyiz. Daha vahyin ilk başlangıç devresinde, Cebrâil, vahyi getirdikten sonra, uzun bir süre gelmemiştir. Bu devre içerisinde, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) çok üzülmüştür. Hatta bir ara vahyin kesildiğini öğrenen düşmanları, onunla alay etmeye başlamışlardır. Bu durum karşısında Allah, elçisi Hz. Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) terk edip yalnız bırakmadığı- nı bildirerek O’nu teselli etmiş, peygamber düşmanlarının ortaya attıkları düşüncenin bir vehim olduğunu belirtmiştir:
“Andolsun kuşluk vaktine. Ve sakinleştiği zaman geceye ki, Rabbin seni bırakmadı ve darılmadı.” (Duhâ, 93/1-3)
Duhâ sûresi ilk dönemde inen sûrelerdendir. Bu da gösteriyor ki, fetret dönemi, vahyin başlangıç devrelerindeydi. Aynı zamanda bu, Hz. Peygamber’in, vahiyle çok sıkı bir ünsiyet bağı kurduğunu gösteriyor ki, kesildiğinin farkına varınca üzüntüsünü gizleyemedi. Bu durum etrafta duyuldu. Hatta düşmanlarına kadar ulaştı. Bu olayın, Peygamber’in, Allah’ın vahyi ile ilişkisinin sağlamlığını ve Resûlullâh’ın, vahyin kendi şahsından tamamen ayrı -O’nun isteğine bağlı olmaksızın, devam eden veya kesilebilen- bir vâkıa olduğunun bilincinde olduğunu gösterdiğine inanıyoruz.
İlk vahiy geldikten sonra, bir fetret dönemine girildiğini yukarıda belirtmiştik. Bir süre sonra yeniden gelmeye başlayan vahiy, peygambere teselli kaynağı olmuştur. Bununla O, kesin bir şekilde anlamıştır ki vahiy, kendi beşerî benlik ve iradesinden kaynaklanan bir şey değildir. Tam aksine başka birisinin fikri ve sözü gibi, peygamberin tamamen dışındadır. Kur’ân ile peygamber arasında bir ilişki araştırılırken, buna dikkat etmek gerekir. Zîra şayet iddia edildiği gibi, Kur’ân, peygamberin benliğine bağlı bir nesne olsaydı, ikinci vahyin bu kadar gecikmesi karşısında, Peygamberin bu vahyi kendi benliğinin içinde araması, benliğinin üzerine kapanması gerekmez miydi? Halbuki tam aksine O, bütün iradesiyle, bütün varlığıyla, kendi içine değil, bir sevgiliyi bekler gibi, vahyin yeniden gelmesini beklemiştir.
O’nun başına bazen öyle olaylar geliyordu ki bunlar, O’nu bir şeyler söylemeye zorluyordu. İş kendisinin elinde olsaydı, bir şeyler söylemeye olan şiddetli ihtiyacı sebebiyle, söyleyecek söz bulabilirdi. Fakat günler geceleri kovalıyor, yine de o konuda insanlara okuyacağı birkaç Kur’ân âyeti bulamıyordu. Bununla ilgili olarak pek çok örnek vermek mümkündür. Bunlardan, detaylarına girmeden birkaçını belirtecek olursak şunları zikredebiliriz:
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), kıblenin Ka’be olmasıyla ilgili vahyin gelmesini bekliyordu. Âdeta semadan Cebrâil’in yolunu gözlüyor ve atası İbrâhim’in (a.s.) kıblesi olan Ka’be’ye yönelmek için Allah’a dua ediyordu. Nihayet şu âyetler nazil oldu:
“Doğrusu, Biz, yüzünün semaya yöneldiğini, orada şekilden şekile geçerek, aranıp durduğunu görüyorduk. Artık Seni hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Haydi bakalım, yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Siz de ey mü’minler, nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru çevirin! Kendilerine kitap verilmiş olanlar da kesinlikle bilirler ki, Rablerinden gelen o emir haktır. Ve Allah, onların yaptıklarından ve yapmakta olduklarından gafil değildir.” (Bakara, 2/144)
Peygamber Efendimiz, kıblenin Ka’be olmasını içinden gele gele istiyor ve kulağı, gelecek olan vahyi şiddetle bekliyor olmasına rağmen, bir türlü Ka’be’ye yönelip de namaz kılamıyordu. Çünkü böyle bir şeyi ancak vahiyle yapabilirdi. Şayet vahiy, onun içinden gelen, kendi benliğinden doğan bir gerçek olsaydı, bu kadar bekleme sıkıntısına katlanır mıydı? O’nun bu beklemesi de göstermektedir ki vahiy gerçeği, peygamberin iradesinden tamamen ayrı, geliş şekli, zamanı ve içeriğiyle tamamen Allah’a aittir.
Yine bu meseleyle ilgili olarak “İfk” hadisesine bakabiliriz. Münafıklar, Hz. Peygamber’in hanımı Hz. Âişe’ye kötü bir iftirada bulunmuşlardı. Bu haber sağa sola hemen yayılmış ve ortalık bununla çalkalanmıştı. Bu durum karşısında Resûlullah ve Müslümanlar çok üzülmüş, ancak yapacak bir şeyleri kalmamıştı. Hatta Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bile: “Ben, O’nun hakkında iyi halden başka bir duruma tanık olmadım.” sözünden başka bir şey diyememişti. Bu konuda ashaptan pek çok kimseyle istişârede bulundu, ancak onlar da: “O’nun, şüphe uyandıracak uygunsuz bir durumunu duymadık.” demeden öteye gidemediler. Hâdise, bütün çözümsüzlüğüyle ortada duruyordu. Bu sırada Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da Hz. Âişe’ye şu teklifi yapmıştı: “Bak Âişe, senin hakkında şöyle şöyle bir söz işittim. Eğer suçsuz isen, Allah seni temize çıkaracaktır. Yok eğer günaha teşebbüs ettiysen, Allah’tan af dile.”
Bu durum, bir ay kadar, bu şekilde devam etti. Ancak daha sonra gelen vahiy, bu konuyu açık bir şekilde ortaya koyarak meseleyi çözüme kavuşturdu ve bunun bir iftiradan ibaret olduğunu, bu suça iştirak edenlerin cezalandırılacaklarını bildirdi:
“O iftirayı çıkaranlar, içinizden sayılı bir zümredir. Onu sizin için bir şer saymayın. Aksine o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese günahtan ne kazanıyorsa o vardır. Onlardan işin büyüğünü deruhte edene ise en büyük azap vardır.” (Nûr, 24/11).
Şimdi böyle bir durum karşısında şayet iş, Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) elinde olsaydı, bu kesin hükmü işin başında söyleyip semâvi vahye izâfe ederek şerefini korumasına ve namusunu müdafaa etmesine, böylece rastgele atıp tutan ahalinin dedikodularını kesip atmasına hangi mani vardı ki? Lakin O, insanlar hakkında bile yalan söylemezken, hiç Allah hakkında yalan uydurur muydu? Bakın yüce Allah ne buyuruyor:
“Eğer O, (Hz. Muhammed) bazı laflar uydurup Bize iftira etseydi, elbette ondan sağ elini (yani gücünü kuvvetini) alırdık, sonra O’nun can damarını keserdik, sizden hiç kimse de buna engel olamazdı.” (Hâkka, 69/44-47)
Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem), en zor durumda, özellikle de namus gibi hassas bir konuda susmak mecburiyetinde kalıp vahyi beklemesi ve kendisinden bir şey söylememesi de göstermektedir ki vahiy, O’nun benliğini aşan bir irade tarafından gönderilmektedir.
Kur’ân’ın değişik âyetlerinde, müşrikler, ehl-i kitap, münafıklar ve inananlar tarafından Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) zaman zaman değişik soruların sorulduğunu görüyoruz. Bunlardan bazıları şunlardır: Ehille (Bakara, 2/189) (ayın değişik hâlleri), neyi infak edecekleri (Bakara, 2/215-219), haram aylar (Bakara, 2/217), içki ve kumar (Bakara, 2/219), yetimler (Bakara, 2/220), hayız (Bakara, 2/222), kıyametin kopma zamanı (A’raf, 7/187), ruh (İsra, 17/85), Zülkarneyn (Kehf, 18/83) vs. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bunların hepsindeki ortak unsur, sorulan sorular karşısında Allah Elçisinin kendisinin cevap vermeyip hatta bazısında belli bir süre beklemek zorunda kalarak verilmesi gereken cevabın, bizzat vahiy vasıtasıyla Allah tarafından verilmesidir.
Şayet vahiy, Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) iradesinden kaynaklanan bir şey olsaydı, sorulan bu sorular karşısında Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) beklemez, hatta zaman zaman vahyin gecikmesiyle zor durumda kalmaz, onlara hemen gerekli olan cevapları verirdi. Demek ki vahiy, onun iradesinden ayrı gerçekliği bulunan bir gerçektir.
Bütün bunlar göstermektedir ki Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), vahiy karşısında bir memur gibidir ve kendisinin oldukça muhtaç olduğu durumlarda bile vahiy gelmemektedir. Şayet kendisi yazmış olsaydı, yukarıdaki durumların hiçbirisinin meydana gelmemesi gerekirdi.
Kaynak: Kur’ân İklimine Seyahat, Muhittin Akgül