Kur’an’a itimat etmeniz, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna inanmanız ve ona güvenmeniz; yani, sizin davranışlarınıza, hareketlerinize bağlı olarak ortaya koyduğunuz eserlerin sizin teşebbüslerinizle sadır olmasından daha kat’î bir yakinle, “O Allah’ın kelamıdır ve onun içinde her şey vardır. O ezelden gelmiştir, ebede gitmektedir.” mülahazasıyla Kur’an’a teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, O’nu başkalarından çok farklı görür, çok farklı duyarsınız. Siz şu karşıdaki şemâile şöyle bakarsanız, bakışınızı onun üzerine yoğunlaştırırsanız, gözünüzü teksif ettiğinizde şu dış yüzünün arkasında, hemen yarım metre arkada bir tablo daha görebilirsiniz. Onun üçüncü buudunu görürsünüz. Daha bir im’anı nazar eder, bir arka görmeye sıçrarsanız bir buud daha yakalayabilirsiniz. Biraz daha kendinizi zorlarsanız, gözlerinizi teksif ederseniz, bir buud daha görebilirsiniz. Ve gördüğünüz buud, bir önceki buuda nisbeten biraz daha genişler, büyür, daha bir açılır hatta bu buudda okuduğunuz yazıları o perdede daha rahat okuyabilirsiniz.
İşte, Kur’anı Kerim’e de, onda bir şeyler bulacağınız itimadı ve böyle ciddi bir inanmışlık içinde baktığınız zaman, başkalarının filozofça ve mütefekkirane bakmalarının çok ötesinde şeyler müşahade edebilirsiniz. Ümmî de olsanız ki biz hepimiz bir açıdan ümmî kategorisine dahiliz çok daha derin şeyler görebilirsiniz. Çok engin şeylere şahit olabilirsiniz.
Kur’an, bir bahri bîpâyândır, uçsuz bucaksız bir denizdir. Fakat, O kendisine itimat etmeyen, ona güvenmeyenlere karşı cimri ve kıskanç davranır. Kendi kıt akılları ve eksik idraklerinden dolayı Kur’an’ı anlamayan, onun lafızlarına takılan, i’rabında hatalar arayan, ona hâşâ Efendimiz’in (sav) sözü nazarıyla bakan ve Mütekellimi Ezelî’den gaflet eden insanlara karşı Kur’anı Kerim cimrice davranır, hazinelerini kıskanır onlardan.
Evet, Kur’an bazılarına cimri davranır; çünkü, onların hakkı yoktur cömertliğe ve semâhete. Onlar, semîh bir gönülle Kur’an’a teveccüh etmiyorlar ki, Kur’an’ın semâhat sağanağına mazhar olsunlar. İçinde bir hazine var, diye bakmıyorlar ki, onun mücevherlerini bulsunlar. Bir şeyler bulacağına inanmayan birisi altın damar içerisinde yürüse dahi altına rastlayamaz. Fakat, hassas bir insan, bir tanecik emâre görse, ne yapar eder damara yol vurup gider ve altına ulaşır.
İşte, burada da karşılıklı bir takip etme vardır. Yani, siz Kur’an’da bir şeyler bulacağınıza inanır, onun ayetlerini hazineyi gösteren işaret taşları gibi bir bir takip ederseniz, O da sizi yakın takibe alır, hazine dairesinin kapısını açık bırakır. Neticede, O’nun aydınlatıcı tayfları arkasında, filozofların duymadığı şeyleri duyarsınız. Onun için, bazen bir ümmî, tekkedeki bir postnişin, İbni Sina gibi bir dâhînin duyduğunun çok üstünde duymuştur Kur’an’ı. Farabi sizin köyün çobanı kadar duymamıştır onu. İbni Rüşd, bir fevkalâdeliği olmayan bir mümin kadar iman hakikatlerine muttali olamamıştır. Üstad Hazretleri de onlar için “âdi bir mümin mertebesini ancak kazanmışlardır.” diyor.
Onlar ilmî ve filozofça bakışlarını bir mercek gibi gözleri önüne koyuyor ve Kur’an’a öyle bakıyorlar. Dolayısıyla, Kur’an’a ait meânî, onların o bakışına göre şekilleniyor. Oysa ki, Kur’an’a bakış; ulûhiyete ait yanı açısından, ulûhiyete ait tayfları görme mülahazasıyla olmalıdır. Cenâbı Allah Kur’an’ı, Efendimiz’in (sav) kalbini, ruhunu ve his dünyasını tecrid ederek O’na indirmiştir ki; Efendimiz’in (sav) malumâtı sâbıkası Kitab’a, yeni renkler katmasın, onu bulandırmasın. Bu açıdan, bazı şeyler bilen ve bildiklerine güvenen, kendi malumâtına itimat eden insanların, nazarî planda inansalar da, gerçekte inanmaları biraz zordur. Öğrenegeldikleri bilgi kırıntıları, kendi rengini karıştırır Kitabullah’a.. karıştırır da hep o kıstas ve kriterlerle bakarlar, değerlendirirler ve tabiî ki hep yanlış sonuç elde ederler.