“İkrâ = Oku” (Alak sûresi, 96/1) ilâhi emri, O en şerefli varlığın zâtında tecellî ile beşere emanet edilen sonsuz kemâlata muhatap ve mükellef olmak için bir vazife verme ve bir dâvettir.
Müşâhede edilecek, mânâ ve muhtevası anlaşılacak, anlaşıldıkça da, Hâlık’ın nizam ve kudretinin büyüklüğüne ihtişâm ve güzelliğine vukûf kazanılacak olan bu kâinat, Levh-i Mahfûz’un bir tecellîsi ve yansımasıdır.
Allah, insan hâricindeki canlı ve cansız her varlığı “kalem” olarak vazifeli kılmış, böylece de, her varlık kendisine tevdî edilen, kendisinde tecelli eden vak’aları kaydetmiş ve kaydetmektedir.
Canlı ve cansız her varlık bir kitaptır. Bu îtibar iledir ki, “Gör, müşâhede eyle” suretinde değil de “Oku” şeklinde bir emir vâki’ olmuştur. Zîrâ, kitap ancak okunur. Her biri birer kitap olan varlıklar ile dolu ve pırıl pırıl bu kâinat, elbette ve muhakkak ki, ilâhî bir kütüphânedir. İnsandan gayri bütün varlıklar sadece “yazmak” ile mükellef tutuldukları hâlde, insan, hem yazmak ama ve hele mutlaka “okumak” vazifesi ile şereflendirilmiştir.
İlim, kâinatta tecellî ede gelen nizâm ve değişik şekilde tecellî eden şeylerin birbiriyle olan münâsebetlerini idrakten ve bu idrakların tasnîfi ve bir araya getirilmesinden ibarettir. Kâinattaki bu nizam, nizamdaki ehemmiyetli hassasiyet ve muvâzene, kat’iyyen rastlantılara verilemez. Binâenaleyh, böyle, bir nizamın elbette bir kurucusu ve vazedicisi vardır hem de, varlığı her şeyden daha ayân bir kurucu.
Her nizam, ortaya konmadan önce tasavvur edilir. Tıpkı, kâğıda dökülüp çizilmeden önce bir mimarî plânın, mimar dimağında tasavvur edilmiş olacağı gibi… Beşerin kesâfetli yapısı ve düşüncesi, bu tasavvur ve var olmaya nasıl bir şekil verir, o bir tarafa; Kâinat çapındaki bu nizâm, Levh-i Mahfûz ise, Mukayyet nizâm da, Kurân-ı Kerim’dir ve Levh-i Mahfûz’un âyinesidir.
Buna göre insan okuyacaktır. Okudukça anlamaya çalışacak, zaman zaman yanlış anlayacak, hatalar yapacak; tecrübelere girişecek; hatâ-sevap potasından geçirdiği ilim cevherini itimat ve güvenirliğe, emniyet ve sağlamlığa ulaştıracaktır. Bakmak başka, görmek başka; anlamak başka, anladığını kabullenip şuur ve gönlüne mâl etmek başka; bütün bunlardan sonra tatbik etmek başka ve tatbik ettiğini de gayra teslim ve tevdî etmek tamamen başkadır.
Evet, idrakla ilgili bütün bu başkalıklar dâima olup durmaktadır. Zîrâ, kâinatta birçok kanunlar vardır ve bunlar, kanun Vâzı’ı tarafından fevkalâde bir âhenk içinde cereyan ettirilmektedir. Bunların birkaçı şunlardan ibarettir:
- Tek’den çok’a gidiş,
- Çoklar arasında benzerler, farklılar ve zıtların bulunuşu,
- Zıtlar arasında faâl bir denge ve âhenk,
- Münâvebe (peşipeşine vazife devir teslimi),
- Öğrenme, unutma ve yeniden öğrenme,
- Cehd ve gayret,
- Tahlil ve terkib, (çözülüp-sentezlenme)
- İlham ve inkişaf, (içe doğma ve açıklığa kavuşma)
İnsan, bu kanunların bütününe tâbidir. Bu îtibar iledir ki, elbette çok insan olacaktır ve insanlar arasında benzerler, farklılar ve zıtlar bulunacaktır. Kezâ; insanlar arasında benzer, farklı fikir, görüş, inanış, davranış ve hareketler de olacaktır. Ancak bütün bu fıtrî zıtlıklar durgun, boş değil, canlı ve faâl bir muvâzene içinde olacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki, sadece imanı hedef alan bir gidişin ilmi kaybetmesi ve sadece ilmi hedef alan bir gidişin de imânı ihmâl ve kaybetmesi vukû bulacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki, ilim ve cehil, ikrâr ve inkâr, fazilet ve redâet, zulüm ve adâlet. muhabbet ve nefret, mücâdele ve barış içinde olma. gevşeklik ve atâlet muhtevâlı bir tevekküle dayalı yaşayış temposu ve davranış tarzına mukâbil: her şeyi insanın yapabileceği inancına dayalı sabırsız bir sürat, haşin bir “bozup-yapma, yıkıp-kurma” ihtirâs ve cinneti gibi esasların ve hâllerin peşi peşine gelmesi, münâvebesi de vukû bulacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki; hattâ o Müstesnâ varlık, beşerin Medâr-ı iftihârının öğrettikleri dahi unutulabilecek; ama mutlakâ yeniden hatırlanıp yeniden öğrenilecektir. Kezâ; böyle bir cüzlere ayrılma, bir tahlil, bir çeşitlenme, bir çoklaşma sonunda, elbette bunda da bir yeniden ele alma bir terkip cereyan edecek ve elbette bir ilhâm, bir zuhûr da olacaktır.
Bütün bunlar olmuştur, olmaktadır ve aralıksız olmaya devam edecektir. Hazret-i Mûsa’ya içtimâî ilimleri ve içtimâiyâtın sıhhatle devamını mümkün kılacak olan emirler “On emir”, Hazret-i İsâ’ya beşerî münâsebetlerde yumuşaklık, şefkat, muhabbet ve müsâmahâ, sabr u tahammül; Hazret-i Peygambere (sav) bütün bu hususlara ilâve olarak ilim, irâde, hikmet, muvâzene, telif, terkip, özlü anlatma (icmâl) ve eksiksiz ifade (tekmîl) bahşedilmiş idi.
Bu îtibar iledir ki; Müslüman olmak diğerlerinden bir bakıma daha külfetli, daha mesûliyetli, ama bir o kadar da lâtif ve yüksektir. Zirâ, içtimâî esaslar yanında, muhabbet ve müsâmahâ, hilm-ü şefkat; sabr-u tahammül yanında. ilim, irâde, hikmet, denge, te’lifci ve terkipçi olmak gibi daha yüksek hususiyetleri de gerektirmektedir.
Bundan ötürüdür ki; Fizik, Kimya, Astronomi, Biyoloji gibi ilimler sahasında yapılan keşifler, temin edilen terakkiyât, sonunda Levh-i Mahfûzda tasavvur edilip, Kurân-ı Kerim’de kayda tâbî tutulan ve kâinatta yer yer ve peşi peşine tezâhür eden esaslardan bazılarının anlaşılmasına ve genişçe idrâk edilmesine hizmet ettiğinden dolayı, bütün ehl-i keşif ve himmeti tebrik ve takdir gerektir. Ancak, böyle bir hizmetin, kazanç ve muvaffakiyetine mukâbil, Hâlık ve Nâzım’ı inkâr, ilâhî ilhâm ve irşâdı ret, insanı ilâhlaştırma, insan irâdesini mutlâk hâkim kılmak gibi bir kayba ve dalâlete düşmekten, insanlığı korumak da icap edecektir.
Fizik ve Kimya laboratuarlarında yapılan tecrübelere, öğrenilmiş kanunlara uyularak, fizik, kimya ve biyoloji vakıalarına yeni istikâmetler verilmezse, ibdâ ve ihtirâda bulunmak muvaffakiyetine istinâden, gittikçe sabırsızlaşan, gittikçe hızlanan, gittikçe küstahlaşıp mesûliyetsizleşen, bir cüret ve keyfîlik üzere, insanı ve insan cemiyetini dahi, bütün bütün kaybetme ihtimâli var. Evet, değişik tecrübelere tâbi tutulma sata-ı mâilinde yuvarlanmakta olan bugünün beşer ölçülerine karşı, insanın bir “laboratuar hayvanı”, insan cemiyetinin de bir “laboratuar” olmadığını lâyıkiyle hatırlamak lâzımdır.
Mevcut ilimleri donukluk ve durgunluktan, kuruluk ve abesiyetten kurtarmak; evvelâ ilimlere esas teşkil eden meselelerin lâyıkiyle anlaşılmasına yardım edecek; sâniyen insan irâde ve zihninin payına düşeni edâ, his ve kalbî sezişlerini, bir iç müşâhede ile müşâhede ettirmiş olacaktır.
O zaman işleyen aydın bir enfüs fasîh bir lisân kesilecek ve karşısına konulmuş kâinatı kelime – kelime, satır satır okuyacak, tıpkı bir kitap gibi. Zâten kâinatı bir kitaptan farklı görmek de âdeta imkânsızdır. Hele hele tekvînî emirlerde ilk yaratılan ” kalem” (el-Hâkim, el-Müstedrek 2/492) olarak anlatılıp da, tenzîlî fermanda da ilk emir “oku” (Alak sûresi, 96/1.) olursa…
Ne var ki, bu mesele, zannedildiği kadar kolay da değildir. Zâhirî ve Bâtınî hassaların faâl ve vak’alar karşısında titiz oldukları nisbette bir duyuş, bir görüş olsa bile, bu hassalardan bir tanesindeki ârıza büyük ölçüde diğerlerini de tesirsiz kılar.
Onun için Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân’da körlük, sağırlık ve dilsizlik beraber zikredilir. (Bkz.: Bakara sûresi, 2/18, 171) Zirâ tekvînî emirler gözle okunduğu gibi, tenzîlî emirlerin ilk ma’kes bulacakları esrarlı perde de kulaktır. Ve bu müşâhede ve duyuşa tercüman ise lisândır.
Binâenaleyh, âfâk ve enfüsü göremeyen, kulağına geleni de duymayacak, duysa da anlamayacaktır. Kezâ; kulağına çarpan ilâhî emirlerle uyanmamış bir gönül, Şeriât-ı Fıtriye ile abes olarak iştigalden kendini kurtaramayacaktır.
Demek ki “oku”, bir bütünleşmenin ve bütünleştirmenin; bir müşâhede ve değerlendirmenin; bir görme ve onun yanında sezmenin, sonra da bu iç irfâna dili tercüman kılmanın ifâdesi oluyor ki, bizim için bir ilk emir olması, ne kadar mânidardır.
Ehemmiyetine binâen uzun anlatıldı ve yer yer sadet harici mevzûlar kurcalandı.Tekrâren mütalâası bizi ma’zur gösterir ve affettirir ümidini beslemekteyiz.
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler 1