Kur’ân-ı Kerim’i okuduğumuzda Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem), diğer peygamberlerin, peygamberlerin ümmetlerinin, şeytanın, cinlerin, insanın nefsinin, münafıkların, inançsızların, müşriklerin, gerek söyledikleri gerekse içlerinden geçirdikleri düşüncelerin, insan benliğinin içinde bulunan duyguların dile geldiğini, konuştuğunu, dolayısıyla Kur’ân’ın da bunları naklettiğini görürüz.
Ancak bu sözler, o kimselerden Kur’ân’da aktarıldığı gibi illa da Arapça bir dille, harfi harfine aynısı değildir. Cenâb-ı Hakk o sözü, kim, hangi zamanda söylemişse söylesin, onu en mükemmel bir şekilde, tam söylenilenin bütün duygu, düşünce ve hislerini de içine katarak kendi sözüyle beyan etmiştir. Burada sözdeki mucizelik, o kimsenin sözü olması değil de, o sözün Cenâb-ı Hakk tarafından yepyeni bir malzemeyle eşsiz bir şekilde ifade edilmesidir.
Bu âdeta şuna benzemektedir. Ortada yemek yapacak çeşitli malzemeler vardır. Ancak her aşçı aynı malzemeden kendi mahareti ölçüsünde iyi bir yemek yapabilecektir. Usta olan o malzemeden öyle lezzetli ve güzel bir yemek yapar ki, herkes büyük bir zevkle yer. Ancak diğer aşçılar aynı ölçüde aynı malzemeden aynı güzellikteki yemeği yapamayabilirler. Hâlbuki yemeğin yapıldığı malzeme aynı malzemedir. Hatta içine konulduğu tabaklar da aynı tabaklardır. İşte Kur’ân-ı Kerim de bunun gibidir. Mesela Kur’ân’da aktarılan ve şeytanın bir konuşması olan bir söz, sadece konuştuğu değil, aynı zamanda gizleyip dışa vurmadığı duygularını da Allah Teâlâ âdeta söylenmiş bir söz hâline getirir ve tam olarak beyan eder.
Kur’ân, topyekûn beşeri ve cinleri muhatap alır; onlara emirler verir, bazı yasaklar ortaya koyar; onların ve şeytanların sözlerini nakleder. Bunların hepsinde Kur’ân, her zaman mucizevîdir. Ancak bu mucizevîlik, Kur’ân’ın bunları nakletmesi değil, naklediş keyfiyeti, kullandığı malzeme ve seçtiği motifler itibariyledir. Ayrıca, verdiği haberlerin gaybî olması yönüyle de diğer bir mucizevî durumun mevcudiyeti söz konusudur.
Evet, herseyde evvel, Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan malzemenin seçilişi de harikuladedir. Kur’ân, ele aldığı konuları, öyle bir malzeme ile ve öyle farklı bir üslupla ifade eder ki, daha ötesinde ifade olamaz. Ve böyle bir ifadeye ne cin, ne insan ne de melek güç yetirebilir. Ancak bu mucizevî keyfiyeti görmek için mutlaka Kur’ân âyetlerine ihatalı bir gözle bakmak icap eder.
Bu hususu daha da müşahhaslaştırmak için konuyu biraz açabiliriz:
Bizler, bazen ruhumuzda öyle şeyler duyarız ki, bunları ifade etmeye kesinlikle güç yetiremeyiz; yetiremeyiz de böyle durumlarda çok defa Akif’in dediği gibi:
“Ağlarım, ağlatamam; hissederim söyleyemem;
Dili bağlı kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!”
der ve çaresizlikle inleriz.
Evet, konuşurken, yazarken kendini ve iç derinliklerini dinleyebilen pek çok kimse, hep hissettiği şeyleri ifade edememenin çaresizliğini yaşar. İşte bu, bir yönüyle âcizlik demektir. Her şeyi çok kolaylıkla ifade edebilene kıyasla, böyle bir âcizlik, mutlak veya nisbi diğerinin mucizeliğini netice verir. Mutlak planda, bu seviyede tek bir ifadeler mecmuası varsa, o da hiç şüphesiz, Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Şimdi, Kur’ân’ın âyetleri bu zâviyeden ele alındığında, diyebiliriz ki; Kur’ân’ın konuşturduğu, şeytan olsun, cin olsun, melek olsun ya da Fir’avn, Nemrut, Şeddat olsun, maksadı ifadede kullanılan üslup tamamen Kur’ân’a aittir. Bu üslup öylesine harikuladedir ki, bütün işârî, remzî manalara açık olduğu gibi, çok geniş yorumlara, tefsirlere de müsaittir. Ve onun dışında hiçbir beyan, hiçbir kimse böyle bir maksadı, o türlü malzeme ve motiflerle ifade edememiştir ve edemez de.
İsterseniz şimdi konuyu, daha farklı bir zaviyeden ele alalım: Her kelamın, kalb, sır, hafî, ahfâ gibi rabbanî latifelere bakan yönleri vardır ve genel ifade içinde bu latifelerin de hedeflenmesi söz konusudur. Eğer kelam, bu mertebeler arasında mânâ yönüyle herhangi bir çelişkiye, farklılığa, sebebiyet veriyorsa, bu, o kelamın eksikliğini gösterir. Hemen hemen bütün beşerî beyanlarda böyle bir eksiklik -nisbet farkı mahfuz- vardır. Kur’ân ise böyle bir eksiklikten uzaktır. Burada şöyle bir husus da söz konusudur: Kalbe gelen mânâlar tahayyül, tasavvur, taakkul gibi süzgeçlerden geçip de ayniyetini koruyarak telaffuz seviyesine ulaşabilmişse, konuyla alâkalı mükemmel bir beyan yakalanmış sayılır. Bazen de bir kelam, bu kademeleri ayniyeti içinde aşamaz; nefsî kelam seviyesinde kalır ve telaffuz edilme şansını elde edemez. İşin içini bilenin onları alıp seslendirmesi ayrı bir konu, bu seviyedeki beyan türü idrakimizi aşkındır ve konumuz dışında kalır. Bu itibarla biz burada, sırf telaffuz edilebilen kelâm üzerinde durmak istiyoruz:
Eğer kelâm, tahayyüldeki şekliyle ifade edilebilmişse, yani niyet ve ifade azmi, ifadeyle uyum içinde ise böyle bir kelâm tamdır. Aksine, tasavvur, tahayyülü tam kucaklayamamışsa bu, bir evvelkine göre kusurlu bir ifadedir ve eksik bir beyandır. Taakkul, kendine yüklenenleri ifadeye taşıyamamışsa, tasarıdaki bir kısım derinlikler de orada elenmiş demektir. İşte bütün bu süzgeçlerden süzüle süzüle tahayyül mertebesine göre pek çok şey kaybeden kelâm eksik, tahayyüldeki derinlikleriyle ifade edilebilen mana, mefhûm ve niyet ise tamdır ve bu mükemmeliyetin biricik şaheseri de sadece ve sadece Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ondaki bu mükemmeliyet, sözü kimden naklederse etsin, bir manada onun, tahayyül ve tasavvur ötesi derinlikleri korumasında aranmalıdır. Bu yönüyle de, bir başkasının böyle bir kelâm ve beyana muvaffak olması imkânsızdır. Evet, beşer veya başka varlıkların -ki bunların başında cinler ve melekler gelir- kelâmlarında niyet ve tahayyül mertebesinden, mana ve mazmunun yakalanıp ifade edilmesi mümkün değildir. Yani, bizim söylenilen ölçüler içinde bir beyan ve bir kelâma muvaffak olabilmemiz katiyen söz konusu değildir. Öyleyse bu mükemmeliyeti gösteren Kur’ân mucizedir ve O’nun beyanı, başkalarının bir şeyi ifadede ilk harekete geçirdikleri tahayyül ve niyetlerinin ifadesi olması itibariyle de bir taraftan vakıa mutabık, diğer taraftan da mucizevî ve ilahîdir.
Kaynak: Kur’ân İklimine Seyahat, Muhittin Akgül