Münafık kelimesi “en-nefekü” kelimesinden türeyip köstebek deliği anlamına gelmektedir. Buna göre köstebeğin yuvasına bir taraftan girip öbür taraftan çıktığı gibi, münafık da İslâm’a bir taraftan girip öbür taraftan çıkmaktadır. Yani, küfrünü gizleyip inandığını izhâr etmektedir.
Bir düşünce, dava, ideoloji, siyasî veya fikrî hareket başarıya ulaştığı zaman nifâk ortaya çıkmaya başlar. Hz. Peygamber döneminde de nifâk, müslümanların çok sıkıntı çektikleri ve güçsüz oldukları Mekke’de değil, Medine’de görünmeye ve etkili olmaya başlamıştır. Bu hareketin Medine’de ortaya çıkışının sebebi açıktır. Allah Resûlü ve ilk müslümanlar, Mekke’de bir kuvvet ve otoriteye sahip değillerdi ki, insanlardan bir grup, münafıkların yaptığı gibi, müslümanlardan korksun ya da onlardan menfaat beklesin, görünürde onlarla yakınlık kurmaya gayret etsin ve gizlice de onlara karşı komplolar hazırlasın, tuzaklar kursun… Mekkeliler ve özellikle de önde gelenleri Resûlullah’a karşı açıkça tavır koyuyor, gücü yetenler müslümanlara acımasız işkenceler yapıyor, çekinmeden İslâm davetine karşı koyuyorlardı. Öyle ki bazıları tehdit, zorlama, kandırma veya oyunlarla dinlerinden döndürülmek isteniyor, onlardan bazısı bu işkencelere dayanamayarak müşriklere karşı imanlarını gizlemek zorunda kalıyorlardı.
Ancak Medine’de ise durum tamamen farklıydı. Hz. Peygamber oraya hicret etmeden evvel orada kendisine Evs ve Hazreç gibi güçlü destekler bulmuş, İslâm orada yayılmadan ve onlardan tam emin olmadan hicret etmemişti. Bu arada inanmayanlar, ya cehâlet ve ahmaklıklarından, ya da kin, öfke ve inatlarından dolayı inanmıyorlardı. Şüphesiz onlar, Resûlullah’ın Medine’ye gelmesiyle, otorite ve iktidarlarının önüne geçildiğini gördüler. Ancak onların, Hz. Peygamber’e, Muhâcir ve Ensâr’dan olan müslümanlara düşmanlıklarını ve inkârlarını göstermeleri kolay değildi. İslâm’ın gün geçtikçe yayıldığını ve güçlendiğini gören ve her gün kendilerinden olan kimselerin azaldığına şahit olan bu kötü kalpli insanlar, sinsi sinsi düşmanlığa başladılar. Ancak bu düşmanlıkları da, gizliden gizliye yapıyor, dış görünüşleri itibariyle inanmış gözüküyorlardı. İşte bu insanlar, müslümanlara hep kötülük düşünmüş ve Resûlullah’ı en büyük düşman görmüşlerdir.
Münafıklar, müslümanların ibadetlerine görünüşte ve daima iştirak ederler ve el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Bunlar, dıştan küfrü gerektiren bir şeyi göstermemeye çalışırlar ve yalnız görüntüyü muhafaza ettiklerinden dolayı -İlahî hikmet gereği- İslâm toplumundan çıkarılmazlardı.
Münafıklar, müminlerle yüz yüze geldiklerinde, ya menfaat icabı veya korkularından dolayı inançsızlıklarını gizleyerek mümin olduklarını söyler; ancak kendileri gibi kimselerle baş başa kaldıklarında, asıl hüviyetlerini ortaya koyarlardı:
“Onlar, iman edenlere rastladıkları zaman: “İnandık!” derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman: “Biz, sizinle beraberiz. Biz sadece alay ediyoruz.” derler.” (Bakara, 2/14)
“Üstelik iman edenlere rastladıklarında inandık derler, birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman, “Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi tutup Allah’ın size açıkladığı gerçekleri onlara da söylüyorsunuz? Hiç aklınız yok mu be?” derlerdi.” (Bakara, 2/76)
Münafıklar, bu iki yüzlülüklerini hiçbir zaman elden bırakmıyorlardı. Resûlullah’ın yüzüne karşı öyle tatlı dilli konuşuyorlardı ki, görenler onların gerçekten Peygambere âşık olduklarını zannederdi. Ancak onun yanından ayrılır ayrılmaz, hemen asıl hüviyetlerini açığa vuruyor, yeryüzünde fitne fesat çıkarmaya devam ediyorlardı. Kur’ân, onların durumlarını şu şekilde anlatmaktadır:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider. Ve o, kalbindekine Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, İslâm düşmanlarının en yamanıdır. İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helâk etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez. Ve Ona “Allah’tan kork!” denilince kendisini onuru işlemeye sevkeder. Cehennem de onun hakkından gelir. O, ne kötü bir yataktır.” (Bakara, 2/204-206)
Kur’ân-ı Kerim’de, münafıkların inananlara verecekleri zararın büyüklüğünden olacak ki, onlarla ilgili birçok bilgi verilmiş, ayrıca onlar hakkında 63. sûre olan el-Münâfikûn Sûresi nâzil olmuştur.
Münafıkların Hz. Peygamber ve inananlara kurmaya çalıştıkları komplolardan biri, Resûlullah’ın hicreti esnasında yapmış olduğu mescidin yanında bir mescit daha yapmalarıydı. Onlar bununla, müslümanları parçalamayı hedefliyorlardı. Münafıklar bu mesciti tamamladıktan sonra, Resûlullah’ın gelip orada namaz kılmasını talep ettiler. Bununla onlar o binaya, bir şer’îlik kazandırmış olacaklardı. Ancak Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bu taleplerini erteledi, daha sonra da vahiy inerek bu mescidin yapılmasındaki asıl amacın küfür ve inananları bölmek olduğunu ve oradan müminleri gözetleyeceklerini bildirdi. Bunun üzerine Resûlullah, ashaptan bazı kimseleri göndererek bu fesat yuvasının yıkılmasını emretti.
Münafıkların Resûlullah’a ve müminlere yaptıkları en büyük komplolardan biri de Hz. Âişe validemize çirkin iftirada bunmalarıydı. Hz. Peygamber, savaşa çıktıkları zaman, yanına eşlerinden birisini de alırdı. Ve bunu da kur’a ile belirlerdi. Benî Müstalik gazvesine çıkıldığında ise kur’a Hz. Âişe’ye çıkmıştı. Sefer dönüşünde ordu bir yerde konaklamış ve gece yarısından sonra yola koyulmuştu. İhtiyacından dolayı karargâhtan biraz uzaklaşan Hz. Âişe, döndüğünde boynundaki gerdanlığı unuttuğunu gördü. Tekrar geldiği yere giderek gerdanlığını buldu ve hemen ordunun bulunduğu yere geldi. Ancak o geldiğinde ordu yerinden hareket etmişti. Nasıl olsa gelir, beni alırlar düşüncesiyle oturup beklemeye koyuldu. Ordunun içerisinde, karargâhın terkinden sonra, geriye kalanları toplamakla vazifeli kimseler vardı. Bu gazvedeki görevli ise Saffan İbn Muattal adındaki sahabî idi. Bu şahıs bu görevle eski yerine dönünce orada oturan birini gördü. Yanına gelerek onu deveye bindirmiş ve öğle vaktine doğru orduya arkadan yetişmişlerdi.
Ancak böylesine basit bir olayı fırsat bilen münafıklar, bunu kendi emelleri doğrultusunda kullanmak istediler. Hz. Âişe’nin ordudan geri kalmasını, sonra da Saffan ile beraber arkadan gelmesini kötüye yorumlayarak bunu her tarafta yaymaya başladılar. Toplum bu olayla çalkalanıp durdu. Hatta bazı müslümanları da buna inandırmada başarılı oldular. Hz. Peygamber son derece üzgündü. İş, içinden çıkamaz bir duruma gelmişti. Ve sonunda Cenâb-ı Hakk, vahiyle bu olayın gerçek yüzünü ortaya koyarak münafıkların bu konudaki planlarını açığa çıkardı.
Münafıklar, Hz. Peygamberin yanına geldiklerinde, kendilerinin onunla beraber savaşa çıkmaya hazır olduklarını söylerler, ancak cihâd emri gelince hemen sözlerini unutmuş gibi davranır ve kaçarlardı.
Münafıklar, kendileri savaşa katılmadıkları gibi, katılanları da engellemeye ve korkutmaya çalışıyorlardı. müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında cereyan eden Uhud Savaşı’nda münafıklar, müslümanları terk ederek kaçmışlardı. Onlar, savaşa katılmaya çağrıldıkları hâlde, savaşın yapılacağını sanmadıklarını söylemişlerdi.
Yine müslümanların çok zor durumda kaldıkları, içten yahudilerin, dışarıdan da müşriklerin tehdidiyle yüz yüze geldikleri Hendek Savaşı’nda da münafıklar, aslî hüviyetlerini ortaya koyarak, müslümanların yalnız kalmasına, onların morallerinin yıkılmasına çalışmışlar ve mazeretler beyan ederek ordudan ayrılıp gitmişlerdi.
Kur’ân-ı Kerim, münafıklardan bazılarını ifşâ etmiş ve onların küfrüne hükmetmiştir. Ne var ki Allah Resûlü onlara, dinden dönen mürtedlerin hükmünü uygulamamış, aksine kendilerine o ve ashâbı tarafından müslüman muamelesi yapılmaya devam edilmiştir. Yüce Allah’ın, münafıklarla ilgili beyan ettiği şeyler, umumî hususlar olup belli birtakım şahısları tayin edici değildir. Bu ifadelerle hedeflenen, onları caydırmak ve uyarmak, bu şekilde kötü akıbetlerini görerek aralarında tevbe etmeye hazır olanların tevbe etmelerini sağlamaktır. Nitekim, Kur’ân’ın ifşâlarından sonra birçokları tevbe etmiştir. Çünkü onlar, söz konusu durumlara Allah’tan başkasının muttalî olamayacağını bilmekteydiler.
Kısaca münafıklara ait vermiş olduğumuz bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Medine’de ortaya çıkan nifak hareketi müslümanların baş belası olmuştur. İki yüzlü, hilekâr, yalancı vb. bütün kötü vasıfları hâiz bu insanlar, inandıklarını söyledikleri hâlde, her durumda müslümanları arkadan vurmuş, onların aleyhlerine olacak her olayın içinde yer almış ve İslâm’ın en büyük düşmanı olmuşlardır. Ancak Resûlullah, onların nifaklarını yüzlerine vurmamış, yumuşak davranmış ve belki de inanacaklarını temenni etmiştir.
Kaynak: Muhittin Akgül, 99 Soruda Efendimiz