Bir adam sorusunu şöyle sordu:
Ya Resulallah, bana öyle bir şey haber ver ki onu yapınca cennete gideyim! Şöyle cevap verdi Allah Resulü, cennete gitmek isteyen adama:
Allah’ın senin hakkındaki kaza ve kaderine razı ol, şikâyet etme, istediğine kavuştun gitti!
Neden böyle? Çünkü insanın hayatında hep iyi şeyler yaşanmaz. Bazen yokluk, hastalık, çeşitli sıkıntılar hayatı sıkar, zorlaştırır. Dayanma gücünü azaltabilir..
İşte böyle zor anlarda Allah’ın takdirine rıza göstermek, Müslüman’ın temel vasfıdır. Şayet bu temel vasfını koruyabilirse tabi. Bu vasfın imanlı insana kazandırdığı misilsiz sevabı Efendimiz (sav) bir hadislerinde şöyle ifade buyurmuşlardır:
Hayret edilir müminin Allah’ın takdiri karşısındaki teslimiyetine. Allah (cc) O’na üzücü bir musibet verse sabreder kazanır. Sevindirici bir nimet lütfetse şükreder kazanır! Daha doğrusu kadere razı olan mümin, başına gelen her hali teslimiyetle karşıladığından rahatlık gelse de kazanır, sıkıntı gelse de kazanır. Kadere razı olma hali onu her halde kazanma durumuna yükseltir.
Şurası bir gerçektir ki; insan, hayatı boyunca maruz kaldığı sıkıntı ve musibetlere ne kadar dayanır, sabır ve teslimiyetle mukabele ederse o nispette olgunlaşır, Allah yanında makamı yükselir.
Bu konuda bir hadislerinde Efendimiz (sav) Hazretleri şöyle buyuruyor:
Sıkıntı ve musibetlere sabreden insanlar Allah yanında öyle yüce makamlara mazhar olurlar ki, ibadetleriyle o makamlara çıkamazlar!
Nitekim bu konuyu bir misalle izah eden Lokman Hekim de şöyle der:
Nasıl madenin kıymetlisi ateşe verilince üzerindeki pası dökülüp altından öz cevheri meydana çıkarsa, Allah’ın sevdiği kulları da maruz kaldıkları musibetleri teslimiyet ve sabırla karşılayarak olgunlaşır, Allah’ın saf, temiz kulları olduklarını meydana çıkarmış olurlar.
Başa gelen musibet ve sıkıntıları ikiye ayıran alimlerimiz derler ki:
Kulun maruz kaldığı musibetler bazen makamının yükselmesi için olur. Bazen de işlemiş olduğu günahın cezasının ahirete tehir edilmeyip burada verilmesinden dolayı olur. Her iki hal de kulun lehinedir. Kul bu inceliği bilirse tabii.
Bu konuda yaşanmış şu olay fevkalade çarpıcı bir belge mahiyetindedir. Sahabeden bir zat, cahiliye devrinde tanıdığı bir kadınla karşılaşır yolda. Sohbetten sonra ayrılıp da giderken kadına doğru bakarak yürüdüğünden ayağı çukura girip yere düşer, kolu kırılır. Doğruca Resulüllah’ın huzuruna gelen sahabi, durumu aynen anlatınca Efendimiz (sav) şöyle açıklamada bulunur:
Allah, bir kulunu severse onun işlemiş olduğu günahının cezasını burada takdir eder, ahirete tehir etmez! Böylece kul, burada cezasını çektiğinden ahirette kurtulur. Anlaşılan kolun kırılması, geriye doğru ısrarla bakmanın dünyevi bir cezası olarak yorumlanmıştır.
Başa gelen sıkıntı ve üzücü o olaylar ister makamın yükselmesi için gelsin, isterse günahın cezası olarak musallat olsun sonuçta sabreden kazanır. Hatta kaybediyor gibi görünürken kazanır. Allah’ın takdirine rıza inancı insanı böylesine teslimiyetli hale getirir. Bu inanç sıkıntılara dayanma gücü verir, imanlı insanlar kolay kolay yıkılmaz, hep ayakta dururlar. Başkalarının boğulduğu yerlerde onların ayakları bile ıslanmaz.
Aslında korkulacak musibet dine gelen musibettir. Dinin emrini yaşama imkanından mahrum kalma musibetidir. Bu musibetin insana kazandıracak bir şeyi yoktur. Ama dünyevi musibetler zahmetini burada bırakır rahmetini ahirete seninle gönderir. Onun kazancı kesindir. Bundan dolayıdır ki, büyük alim Sehl’e şikâyette bulunan bir adam:
Evime hırsız girmiş ne var ne yok hepsini de çalıp gitmiş, dedi.
Sehl ise şöyle cevap verdi:
Üzülme bunlar (dinî değil) dünyevî musibetler. Ya kafana şeytan girse de kalbindeki imanını çalsa ne yapardın? Ahirete, imanını çaldırmış olarak gitmekten daha büyük musibet var mı?
Kaynak: Ahmet Şahin