1- Kanunlar ve sebepler, birer vasıta ve perde olup, yukarıdan gelen emir ve talimat, bu vasıtaların perdedarlığı arkasında taalluk noktalarına ulaşır
Cenâb-ı Hak, madde âlemini yaratırken, tabiatın ayrılmaz zatî bir vasfı ve özelliği olarak, tabiat kanunlarıyla sebepleri de beraber yaratmıştır. İlk yaratılışa verilen “Ol” emriyle varlık sahasına girenler, aynı zamanda bu hususiyetle de mücehhez olarak bu sahaya girerler. “Ve ona her şeyden bir sebep verdik.” (Kehf sûresi, 18/84) âyeti de, bu hakikati ifade etmektedir.
Ancak bütün bu sebep ve kanunlar, Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametine birer perde olup, onların ardında hakikî icraatta bulunan ve varlığı -sebepler dahil- yaratan, yine Allah’tır (celle celâluhu). Kanun ve sebepler, o Kudret’ten gelen hakikî tasarruf ve tesirleri neşr ve ilân etmekle vazifeli, O’nun izzetini aklın zâhirî değerlendirmelerine karşı muhafaza eden tenteneli birer perde hükmündedir.
İnsanlar arasında bulunan makam sahiplerinin bile bir izzet, azamet ve haysiyetleri vardır ve bundan dolayıdır ki, birtakım vasıtalarla ve perde arkasından icraatta bulunurlar. Her dairede yapılan işlere bizzat müdahale edip, ortada görünmezler ve izzet ve azametleri adına işleri başkalarına gördürüp, başkalarını kullanırlar. Sözgelimi, bir devlet başkanı, belediye zabıtası gibi elinde makbuz çarşı-pazarı bizzat denetlemez; zira makam ve mevkii, buna müsaade etmez. Bir general, koğuşların temizliği, karavana taşınması ve silah bakımı gibi vazifeleri erlere gördürür ve kendisi, rütbe ve makamı adına o vazifelerde bizzat görünmez. -Teşbihte hata olmasın- aynen bunun gibi, kâinatın ve bütün mevcudatın tek sahip ve hâkimi olan Allah (celle celâluhu) da, kâinatta cereyan eden bütün hâdiseleri, kanun ve sebepleri perde yaparak sevk ve idare etmektedir. Zira izzet ve azamet, bunu gerektirir. Bir farkla ki, Allah’ın (celle celâluhu) izzet ve azametine perde yaptığı şeyler için hakikî tesir bahis mevzuu değildir.
Demek oluyor ki, kanun ve sebepler, hükümetin bir kalem dairesi hükmünde olup, yukarıdan gelen emir ve talimatın tatbiki o daireden, o vasıta ve sebeplerle irtibatlandırılmaktadır. Gerçekte bütün işleri gören ve gördüren ise, Allah’tır (celle celâluhu).
2- Tabiat kanunları ve sebepler, haksız şikâyetlere ilk hedef olsunlar diye yaratılmıştır
Eşya ve hâdiselerin iki yönü vardır: Mülk ve melekût. Diğer bir ifadeyle, iç ve dış.. tıpkı ayna gibi. Onun bir yüzü şeffaf, berrak, kirsiz, temiz, güzel ve kusursuz; diğer yüzü ise kesif, kirli, çirkin ve kusurludur. Bunun gibi, eşya ve hâdiselerin de melekût yönü dediğimiz iç yüzünde kanun ve sebepler bulunmadığı için, o yüzde kir, çirkinlik ve kusur yoktur. Burada her şey berrak, pırıl-pırıl ve tertemizdir. Hayat, nur ve rahmet, bu yüze sadece üç misaldir.. mülk yönü dediğimiz dış yüzünde ise, Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametine, kemal ve cemaline muhalif, göze, kulağa ve buruna, hatta hayal ve düşünceye hoş gelmeyen birtakım hâller bulunur ki, işte kanun ve sebepler, bu gibi durumlarda perde, bazen de hedef olsunlar diye yaratılmışlardır. Cenâb-ı Hak, icraatını bu sebep ve perdelerin verâsında sürdürmektedir. Ayrıca, haksız ve yersiz şikâyetlerin doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’a karşı yapılmamasını temin hikmeti de, sebep ve kanunların yaratılmasını iktiza etmiştir. Zira, gafil ve cahil kimseler, çok defa eşya ve hâdiselerdeki ince ve derin hikmetleri, neticede saklı nice güzellikleri göremediklerinden, şikâyetlerini bizzat Cenâb-ı Hakk’a tevcih eder ve O’ndan şikâyette bulunurlar. Hâlbuki böyle bir şikâyet, şikâyet edilen husustan daha büyük bir felâkettir. Evet, çok defa şikâyete sebep olan felâket, kendinden daha büyük yeni bir felâket getirir. İşte, Rahmân ve Rahîm olan Yüce Zât (celle celâluhu), sonsuz bir rahmet eseri olarak, icraatını esbap ve perdelere sarıp sarmalamakla kullarının hakikî felâketten kurtulmalarını dilemiş ve onlara mazeretler bahşetmiştir.
Bunun içindir ki, gönül meyvesini kaybetmiş bağrı yanık ananın feryadında gizli olan şikâyet, hastalık ve musibet perdesine sarılmış ve böylece o ana, evlâdını kaybetmekten daha büyük bir felâket olan Cenâb-ı Hakk’a karşı küstahlıktan kurtarılmıştır. Kullarına karşı bu kadar şefkatli davranan Rabbimiz ne büyük ve büyüklük ifadesi, O’nun gerçek büyüklüğü yanında ne kadar küçüktür!..
3- Tabiat kanunları ve sebepler, sonsuz ilâhî sanatı nazara vermek için yaratılmıştır
Sanatkârın büyüklüğü, eserinin kıymetiyle takdir edilir. Cıvıl cıvıl kuşlar, rengârenk çiçekler ve en küçük varlıkta müşâhede edilen harika sanat incelikleri ve daha neler neler!. Evet, bütün bunlarda Allah (celle celâluhu), tabiat diliyle isim ve sıfatlarını terennüm ettiriyor ve bu isim ve sıfatların tecellîlerini sebepler adı altında teşhir ederek, şuurlu varlıklarına seyrettiriyor.. Kendisi de, onların hayret ve hayranlıklarını seyrediyor.
Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. Dünyada, beşerin pür-kusur sanatkârlarında dahi görülen böyle bir hazza meftuniyet, galeri ve sergiler adı altında teşhir ediliyor ve bu galeri ve sergilerden her gün biri kapanıp, diğeri açılıyor. Hâlbuki beşerdeki cemal ve kemal, Mutlak Cemal ve Kemal Sahibi’ni anlamada bir ölçü birimi olarak, hem de en asgari seviyede bulunmaktadır. Bununla beraber, böyle bir ölçü adesesiyle dahi olsa, Mutlak Cemal ve Kemal sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini görme ve gösterme isteğiyle tabiatı bir teşhir salonu hâline getirmesindeki yüce irade ve meşîetini idrak edip anlamak, her zaman mümkündür. Bu idrak ve anlayıştır ki, insanı O’nun tesbih ve takdisine sevk eder. Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve takdis etmek, ibadet ve kulluk şuurundan kaynaklanır. Böyle bir kulluk ise, insanın, hatta bütün varlığın yaratılış gayesidir. İşte sebepler merdiveni, bizi böyle bir gayeye doğru yol aldırıp ufka yaklaştırması bakımından da önemlidir…
4- Tabiat kanunu ve sebeplerde tedrîcîlik
Tabiat kanunu ve sebeplerde tedrîcîlik esastır. Bu da, ilâhî sanatın büyüklüğünü ispat eden en sırlı delillerdendir. Çünkü, her kademe ve her safhada ayrı ayrı isimlerin tecellîlerini göstermesi ve bütünde var olan sanat harikalığının bir organizmanın değişik teşekkül safhalarını meydana getiren bütün bölümlerinde de bulunması, sadece Cenâb-ı Hakk’ın sanatına has ve O yüce sanatkâra mahsus bir özelliktir. Böyle bir hususiyeti başka hiçbir sanat eserinde görmek ve göstermek mümkün değildir.
5- Tabiat kanunları ve sebepler, hikmet yurdunda bulunmamızın muktezası ve neticesidir
Ahiret dârü’l-kudret, dünya ise dârü’l-hikmettir. Yani, ahirette daha çok kudret hâkimken, dünyada ise hikmet hâkimdir. Dolayısıyla, ahirette kanun ve sebepler devre dışı bırakılacaktır; fakat dünyada, hikmetin gereği olarak kanunlar ve sebepler devrede bulunmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın Hâlık, Rezzak, Şâfî, Mukaddir, Musavvir… gibi isimlerinin yanında bir de Hakîm ismi vardır. Bu mübarek isimle O, hikmetle iş yapar; hikmetle yaratır, hikmetle sebep ve kanunları icraatına vesile kılar; hikmetle, illet-malûl, sebep-netice arasında kurduğu münasebetler çerçevesinde varlık dantelâsını örer…
Ahirette ise kudret hâkim olduğundan, Cenâb-ı Hak kudretiyle muamele edecek; fâni ve geçici olan dünyayı, içinde cereyan etmekte olan kanun ve sebepleriyle beraber yıkıp, yeni ve tamamen başka mânâların esas olduğu bambaşka bir mesken yapacaktır. Ve o âlemde, dünyaya mahsus ne kadar değer ölçüsü varsa hepsi silinecek ve varlık değişik bir hüviyete bürünerek kudret tezgâhına sevk edilecektir.
Kudretin hâkim olduğu bu ebedî âlemde, Cennet meyvelerini yemek için toprağın sürülmesine, tohumun ekilmesine ihtiyaç yoktur. Cennet elbiseleri de, terzinin iğnesiyle makasına ihtiyaç duyulmadan dikilmiş bir hâlde sahibini bürüyecektir. Orada eskime, pörsüme, ihtiyarlama ve ölme de olmayacağından, bu neticeye götürücü sebepler de bulunmayacaktır. Dünya hizmet yeri, ukbâ ise ücret evidir. Dolayısıyla, oradaki nimetlere nâil olmak için burada çalışmak ve sebeplere sarılmak gerekir. Fakat ahirette bu sebep de diğer sebeplerin maruz kaldığı akıbete uğrayarak ortadan kalkacak, evet, orada çalışma da olmayacaktır…
6- Tabiat kanunu ve sebepler, sırr-ı teklif ve imtihan için yaratılmıştır
Sebepler ve kanunlar birer perdedir. Gayba iman edenlerle etmeyenleri birbirinden tefrik için, gözlerimizle gayb arasına çekilmiş olan bu perdeler, mü’minin kâfirden ayrılmasına yardım eder. Gayba iman, mü’minin en mümeyyiz vasfıdır. Burada şu hususa da dikkat etmek gerekir:
Cenâb-ı Hak, dileseydi kanunları yaratmayabilirdi. Söz gelimi, dünyayı bizim de görebileceğimiz bir meleğin sırtına yükler ve bize yerçekimi kanunundan bahsettirmezdi. Veya çocuğun teşekkülü için sadece bir gece yapılacak duayı şart koşardı da, insan, çocuğu kapısının önünde hazır bulurdu. Yine Allah dileseydi, gökyüzündeki yıldızları birer harf gibi kullanır ve herkesin okuyacağı şekilde bu yıldızdan harflerle adını yazar ve Zât’ını bizlere duyururdu. Veya Cenâb-ı Hak, her insanla bizzat konuşur ve ta baştan insanı o kabiliyetle donatılmış olarak yaratırdı… Bütün bu saydıklarımız ve saymadıklarımızın hepsi mümkündü. Ancak bu takdirde, esas gayeden sapılmış olurdu. Çünkü insanın yaratılış gayesi imtihandır. Eğer bu dediklerimiz olsaydı, ne aklın varlığının bir hikmeti kalırdı, ne de kulluk teklifinin bir mânâsı olurdu. Bu, aynı zamanda insan iradesinin zorla elinden alınıp, insanların ister istemez inanmaya mecbur edilmesi demek olurdu ki, sorumluluk ve mükellefiyet ruhuyla telif edilmesi mümkün değildir. Evet, eğer öyle olsaydı, elmas ruhlu Ebû Bekir’lerle kömür ruhlu Ebû Cehil’ler birbirinden ayrılmazdı. İmtihan sırrı kalmadığından dolayı da, melekleri geride bırakmaya namzet insanın makamı sabit kalır ve insanın yaratılmasının bir mânâsı olmazdı. Zira insan yaratılmadan önce de, makamı sabit melekler mevcuttu.
7- Tabiat kanunları ve sebepler, fikirlerin gelişmesi, ilim ve medeniyetlerin teşekkülü için yaratılmıştır
İnsanoğlu, var olduğu günden beri merak ve tecessüsünü Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı madde üzerine teksif etmiş ve bunun neticesi olarak da, üstü kapalı yaratılan eşya ve hâdiseleri keşfederek gün yüzüne çıkarmış.. medeniyet ve teknoloji de, onun bu gayretiyle günümüzdeki seviyesine ulaşmıştır. Hâlbuki işin başından beri her şey apaçık vaz’edilmiş olsaydı, merak ve tecessüs kalmayacağından araştırma, inceleme de olmayacak ve insanlar ilk buldukları ortamda sadece her şeyi malum olma zemininde hayret ve hayranlık hislerinden uzak bir şekilde, dünyadan gelip geçme sıralarını savmaya çalışacaklardı. Doğduğu gün öleceği günü beklemekten başka işi olmayan böyle bir zavallının hazin hâli, hepimizin değişmeyen kaderi olurdu ki, herhâlde bunun adı da şimdikinden başka olacaktı. Öyle olmadığı için, olmayana isim de veremiyoruz…
8- Tabiat kanunları ve sebepler, belli bir ülfet, ünsiyet ve alışkanlık hâsıl ederek, hayatı sevimli hâle getirirler
İfrat ve tefritten arınmış ülfet ve alışkanlıklar, hayatı zevkle yaşanır hâle getirmenin ayrılmaz vasıflarıdır. Bu vasıflardan mahrum bir hayatın hiç de istenecek ve sevilecek bir durumu yoktur. Zira yarın nasıl bir gün ile karşılaşacağını bilmeyen bir insanın, hayatını belli bir plân ve programla disipline etmesinden söz edilemez.. ve harikalar cümbüşü ortasında hayatını her an yeni bir harikayla koyun koyuna geçiren insanın şaşkınlığı ve bu şaşkınlığın bitmek bilmemesi de, hiç arzu edilecek bir şey değildir. Bir de, insanın bizzat kendisinin dünyaya geliş keyfiyeti değişseydi.. ve bugünün keyfiyetiyle dün ve yarın arasında hiçbir münasebet olmasaydı, sonra buna ölümün keyfiyeti de katılsaydı, bir düşünün insan ne hâle gelirdi? Evet, dünyada sebep ve kanunlarla tasarruf yapılmamış olsaydı, denge ve düzen gibi hayatı hayat yapan bütün sabit değerler de ortadan kalkardı ve onlarsız bir hayat da hayat olmaktan çıkardı…
Ülfet ve alışkanlığın orta yolu, düşünerek ve tefekkür ederek yaşamak; ifratı, tefekkürü öldürmek ve tefriti de hayatı zehir etmektir. Mü’min ise, her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da orta yolu seçendir.
Kaynak: İnancın Gölgesinde I.