Taklit; benzemeye çalışmak, birinin hareketlerini tekrarlamak; bir şeyin “kalp”ını yapmak demektir. Tahkik ise; bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak ve o hususta hakikata ulamak için cehd ve gayret göstermekten ibarettir.
Kelam ilminde büyük bir yer işgal eden bu mesele, asırlarca en dâhî imamların münazaralarına medar olmuş, oldukça nazik bir mevzudur. Böyle ciddi mevzuun, ulu orta ele alınması gayr-ı tabiî sayılsa bile, günümüzdün getirdiği bir kısım meseleler karşısında biz bunu zarurî görmekteyiz.
Evet, günümüzde taklit ve tahkik meseleleri, eski ehemmiyetlerine ilaveten daha da kıymetlenmiş ve nezaket kazanmışlardır. Zira bir taraftan tahkikte usul ve metot değişirken, beri tarafta da, bilgiyle beraber taşınan şüphe ve tereddüt, en ücra yerlere kadar sokularak taklîde ait her şeyi tarumar etmiştir. Artık yeni nesiller, eskilerin inandığı gibi “niçin”siz ve “neden”siz inanamıyorlar. Taklit, onların ruhlarına yabancı ve düşüncelerine ters geliyor. Bir bakıma haklı da sayılabilirler. Çünkü başkalarının hareketini tekrardan ibaret olan taklit, düşüncede şahsiyetsizliğin, anlayışta bağnazlığın, ferdî mükellefiyet ve muamelâtta müsamahasızlığın beslenip gelişmesine en müsait bir atmosfer sayılmaktadır.
Nice kavim ve cemaatler vardır ki; en sağlam itikadî prensipleri, sırf alışageldikleri şeylere uygun bulmadıklarından ötürü: “Biz babalarımızı üzerinde bulunduğumuz yola uyarız.” (Kur’an-ı Kerim) diyerek, reddedilmişlerdir. Bu katı görüşün indirdiği balyozlarla kim bilir, nice elmas gibi hakikatler paramparça oldu; saadet ve fazilete giden yollar tıkandı. Ve, kim bilir, üç beş beyinsiz yüzünden ne kadar zaman ve nice milletler dünya ve ukbâ hüsranına uğradılar…
Vâkıa, insanın taklit etmesi gerekli olan şahıslar da yok değildir. Ne var ki, insanoğlunun öteden beri taklit edegeldiği bu zevatı, alelâde insanlar içinde mütalaa etmeye iman yoktur. Bunların herbirerleri, belli devirlerin ay’ı, güneşi; asırların nûru, ziyası; cin ve insin reis ve efendisi olmuşlardır. Zâten, daima Hak’la münasebetten olan, Hak’tan te’yid gören ve hep aydınlıkta yürüyen bu kimseler, imam ve rehber olsunlar ve kitleler tarafından taklit edilsinler diye gönderilmiştir.
Bu, özleri, sâfi, düşünceleri duru; kafaları Hak’la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanlar, hiçbir zaman hasîs işlerle yaralanmamış, maddeye serfürû etmemiş; doğruluktan ayrılmamış; alabildiğine hasbî; alabildiğine diğergâm ve alabildiğine incelerden ince yaşamışlardı. Üstelik bütün bir hayat boyu da, bu fevkaledeliği devam ettirmişlerdir.
Kaç insan gösterebilirsiniz ki, girdiği bir yol ve başlattığı bir işi sonuna kadar, aynı saflık, aynı duruluk içinde devam ettirmiştir. Halbuki bu zatlar, üç beş insanla hizmete başladıkları devrede, nasıl bir düşünce ve davranış içinde iseler, cihana hükmettikleri zaman da aynı davranış ve düşünce içinde olmuşlardır. Makamlar, mansıplar, hırslar, tama’lar onların ayaklarına zincir vuramamış; zaferler ve muvaffakiyetler bakışlarını bulandıramamıştır. Enbiyâdan asfiyâya, ondan müceddit ve müctehidlere kadar, tarihin kaydettiği bütün hakikat erleri, insanlığın büyük bir kısmı tarafından daima taklit etmişler ve kıyamete kadar da taklit edileceklerdir.
Taklidin bu türlüsü, yönlendirici, yüceltici ve maddî ma’nevî huzura erdiricidir. Bu taklitte, hürriyet ve iradeyi nefy ve inkâr yoktur. Bilakis hürriyet ve iradeyi müdafaa; ama, su-i istimal edilmelerine meydan vermeme vardır.
İnsanoğlu için ışık ve rehber sayılan ve düşüncede, tasavvurda, yaşamada, ona hep öteleri gösteren bu semavî taklit, daima mübeccel (muhterem, büyük saygı gösterilmiş) kalacaktır.
Mezmum ve zararlı taklid ise, akl-i selim kâle alınmadan; müspet fenlerin ortaya koyduğu sâbit neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânasına hakâret ve insanı, kendi gibi aciz, zayıf varlıklara kul ve köle eylemektir.
Taklidin böylesine bin nefrîn ve bunu tavsiye edenlere de yazıklar olsun!..
Şimdi bir parça da, sualle izahı istenen (taklit) üzerinde duralım:
Bir insanın, herhangi bir araştırma lüzumunu duymadan, görüp bildiği gibi, inanması ve netice itibariyle de davranışlarını ona göre ayarlaması bir taklittir. Bu türlü davranışta muhakeme ve dolayısıyla de “ilm-i yakîn”bulunmadığından, kitlelerin akışına, hârîscî müessirlerin ağır basmalarına göre, sık sık yer ve yön değiştirmeler olabilir. Vâkıa, taklîd etmede takip edilen zatların, cazibe ve kuvve-i kudsiyesi ve bazı kere de, onlara karşı olan hüsnü zan mukallitlerin sebat ve devamlarının netice verebilir. Ama bu durum, hem çok nâdir, hem de “objektif” değildir.
Meselenin gerçeğe aykırı, bu yönünden olsa gerektir ki; ehl-i sünnet imamlarından bazıları, taklide bir kıymet atfederken, diğer bir kısmı bu görüşün aleyhinde olmuşlardır.
Kanaat-i acizanemce, araştırma ve tahkik imkanını bulamayan bir kısım ümmî kimselerin –inanılan şeylere ta’zimin gereği olarak- imamlarını kabul etme mecburiyetine binâen (taklit)in geçerli olduğunu tercihte ihtiyat ve tedbir vardı. Ancak fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfran karşısında taklidin mukavemet edemeyeceği de muhakkaktır. Bu bakımdan da –bilhassa günümüzde- tahkik yolunun işlettirilip, umûmî bir şehrâh (büyük ve işlek yol, cadde) haline getirilmesinde zaruret vardır.
Evet, kalbi ve rûhu itibariyle, kâfî derecede doyurulup tatmin edilemeyen gençliğin, hâli hazırdaki çılgınlığı, taklidin sâlim ve sıhhatlı bir yol olmadığını göstermektedir. Kaldı ki, ilâhî kelâmın büyük bir kısmı, yer yer, duygu, düşünce ve bakışlarımızı yakalayarak, bizi hep yeni yeni şeyler göstermekte ve daima cedid ve ceyyid bakış açıları kazandırmaktadır. Bizzat, o Kelam-ı Kadim’in şanlı tebliğcisine “De’ki; işte benim yolum budur: Allah’a basiretle da’vet ederim, ben ve bana uyanlar…”dedirterek, büyük da’va ve da’vetin esasının (basiret) olduğuna dikkat çekilmektedir. Hele, İlâhî beyanın takriben beşte birinin insanı araştırmaya âfakî ve enfüsî (kainat içindeki hadiselere ve nefse, dâhile ait) tetkîk ve tefekküre teşvik buyurduğu düşünülecek olursa, (tahkîk)in ağırlığı kendi kendine ortaya çıkar.
Bu büyük hakikatin, çoklarınca vaktinde kavranılmış olmaması, neslin büyük bir kesiminin maddî, manevi perişaniyet ve sefaletine sebebiyet vermiştir. Eğer bu gerçeği biraz daha önceden karayarak, kalb ve rûhu aç olan insanımızı (tahkik)le doyurabilseydik, bugün çeşitli sarsıntılarla kaybettiğimiz kurbanların sayısı üzücü ve utandırıcı bir seviyeye ulaşmayacaktı. Heyhat! Göremedik ve bilemedik. Nihayet dünkü felâketzedelerin zakkum olan yemişleri bütün bir cihanı dolduracak hale geldi. Müntesiplerinin cehaleti, hasımlarının amansız düşmanlığı karşısında “Esmezse, bir ezelî nefha yakında”daha nice civanlar eriyip gidecek bir yakıcı atmosfer içinde.
Ümit ediyoruz ki, son felaketlerle iyice, ırgalanan insanımızın aklı başına gelmiş olsun da, bir kere daha tarihî tekerrürlere girilmesin.
Günümüzde, araştırma ve tahkik en ehemmiyetli bir mevzu haline gelmiştir. Baştan başa milletin, bu istikamette uyarılmasında zaruret vardır. Tahkike götürücü eserlerin mütalaa edilmeleri üzerinde ısrarla durmak şarttır. Keza, bu istikamette tertip edilecek konferans ve seminerlerin, yurt sathında yaygınlaştırılması da mübrem bir ihtiyaçtır.
Kitaplar, bu mevzu etrafında tahşidat yapmalı. Mecmua ve gazetelerde bu hususa geniş yer verilmeli ve her mahfîl bu istikamette değerlendirilmelidir.
Bağrı yaralı vatanımın, düşününe ve araştıran insanlara iyiye ve fazilete ereceği ümidiyle.