Sorunuzda iki üç konu var.
Birincisi, İbn Sina’nın görüşü. İbn Sina gibi bazı filozoflara isnat edilen -haşa- “Allah cüziyatı bilmez” şeklinde bir görüş var ama İbn Sina hakikaten bu görüşte miydi, sözleri yanlış mı anlaşıldı orası çok net değil. Gerek bu düşünce gerekse bundan biraz farklı ama onunla ilgili denebilecek olan -haşa- “Allah cüziyatla uğraşmaz” düşüncesi ise Allah’ı bizim gibi değerlendirmenin, O’nu, O’nun sıfatlarını tam anlayamamanın bir neticesi. Bunu da ifade eden filozoflar olmuş, Allah kâinatı yaratmış, kurmuş, sonra artık karışmaz gibi bir düşünce.
Kur’an pek çok ayetiyle Allah’ın her şeyi gördüğünü, bildiğini ifade ettiği gibi, en büyükten en küçük meseleye kadar her şeyin Allah’ın hakimiyeti, gözetimi altında işlediğini de nazara verir.
“Her şeyi görüp bilen, her şey kendi kabza-i tasarrufunda olan Allah (celle celalüh) neden kötülüklerin olmasına mâni olmaz, onların olmasına neden izin verir?” düşüncesine gelince bu da felsefede “kötülük problemi” adı altında çokça konuşulmuş bir konu. Bu mevzuda, Dr. Yüksel Çayıroğlu’nun aşağıda linkini vereceğim yazılarını okuyabilirsiniz. Burada çok kısa olarak şunu söyleyelim:
Cenab-ı Hak, kâinatı yaratmış, ona çok muhkem bir sistem koymuş. İnsanı da bu kâinatın içinde akıl ve irade sahibi varlık olarak yaratmış. Onu dünyaya gönderirken çok farklı donanımlarla göndermiş. Eşyaya müdahale edebilecek istidatlar vermiş, bu istidatları sayesinde zaman içerisinde kendisini geliştirerek farklı şeyler de üretebilecek bir kabiliyette yaratmış. Onun mahiyetine hem kötülüğe hem iyiliğe kullanılabilecek istidatlar, duyular-duygular yerleştirmiş. Onu imtihana tabi tutmuş. Sahip olduğu kabiliyetlerinin semere vermesini de onun kendisine bağlamış. Yani insan eşyaya hükmedebilecek donanımda yaratılmış ama nüve halindeki bu donanımları nemalandırıp geliştirmek ona bırakılmıştır.
Bunları sağlamak için de aynı zamanda insana hür bir irade verilmiştir. İrade hürriyetinin gereği ise, iyilikte kullanılabildiği gibi kötülükte de kullanılabilmesidir. Böyle olmasaydı, iradenin hür olmasından bahsetmek mümkün olmazdı. Hür irade, insana verilmiş en önemli nimetlerden, insanın en önemli hususiyetlerinden biridir.
İşte imtihan dünyasına gönderilmiş, hür irade sahibi insanın yapacağı iyilikler de kötülükler de bu donanımın bir sonucudur. Rabbimiz, insanın kötü duygularının önünü, gönderdiği peygamber, kitap ve dinlerle kesmiştir. Ama bu ön kesiş, kural-kanun koyma manasına bir kesiştir. Eğer oluşum olarak da kesseydi yani insan istese bile kötülük işleyemiyor olsaydı o zaman hür iradeden bahsetmek mümkün olmazdı ve insanın en önemli hususiyeti ortadan kalkardı.
Burada şundan da bahsetmek gerekir: Dediğimiz gibi Cenab-ı Hak bizim kötülük yapmamızı yasaklamıştır. Bu yasağın müeyyidesi olarak da hem dünyada hem de ahirette cezalar belirlemiş ve bunu bize bildirmiştir. Bunun yanında, “emr-i bilmaruf, nehy-i anilmünker” (iyiliği yayma, kötülüklere mâni olma) prensibini de dinin temel esaslarından biri olarak vazetmiştir. Yani kötülük yapana mâni olmak da yine insanların bir insanlık görevidir. Dolayısıyla insana “kötülük yapma!” denirken, diğer insanlara da “eğer o yine de kötülük yapacak olursa ona mani olun!” denmektedir.
İşte burada konuyu şöyle düşünmek gerekir: Allah, insana, iyiye de kötüye de açık bir kabiliyet vermiş.. onun kötülük yapmaması için kötülük yapmayı yasaklamış.. yine de kötülük yapmayı düşünen olursa, diğer insanlara, yapılması planlanan kötülükleri önleme, bununla ilgili sistemler geliştirme vazifesi vermiş.. buna rağmen kötülük yapana ve yapabileceği halde ona mani olmayana da dünyevi ve uhrevi cezalar belirlemiştir.
Görüldüğü gibi, Allah, kötülüğün önünü arkasını, koyduğu hükümlerle kapatmıştır. Ancak Allah eğer bunu doğrudan kendi fiilleriyle yapsaydı, o zaman hem imtihan sırrı ortadan kalkardı hem de insanın irade hürriyeti. Zira insan, yapmayı irade ettiği şeyleri yapamadığını görseydi o zaman kendini hür hissetmeyecek, bunun neticesi olarak da donanımını kullanmayacak, geliştirmeyecekti. Dolayısıyla insanın yaratıldığı istidatları inkişaf etmeyecek, insaniyet gerçeği tam olarak ortaya çıkmayacaktı. Yani bir manada insanın yaratılış hikmeti gerçekleşmeyecekti.
Sorunuza gelecek olursak: Kime olursa olsun kötülük yapmak yasaktır. Özelde de bir masuma kıymak, onun canını yakmak, onun iffetiyle oynamak, onu incitmek kesinlikle yasaklanmıştır ve bu yasağın cezası çok ağırdır. Bununla birlikte, birisi hayvanca hislerle ona zarar vermek isterse, bu durumda onu korumak, annesine, babasına ve diğer insanlara düşmektedir. Onlar, bu tür bir şeyin yaşanmaması için bütün insani donanımlarını kullanacak, bir araya getirecek, bununla ilgili sistemler vs. geliştireceklerdir. Eğer Cenab-ı Hak bu tür hadiseleri bilfiil kendisi önleyecek olsaydı, insanlar bu hususta bir çaba sarf etmeyeceklerdi. Zira bileceklerdi ki kâinatta kötü hiçbir şey olmaz, olma meyli olduğunda Allah ona mâni olur. Bu ise her şeyin oluşumunu, bizim hiçbir çabamız olmadan doğrudan Allah’tan beklemeyi netice verecekti. Böyle olunca da insanın insani mahiyeti ortaya çıkmayacak, insan, aynı hayvan ve bitkiler gibi, hadiseleri sadece seyretmekle yetinecekti.
Sorunun net cevabı olarak şunu söyleyebiliriz: O masumu korumak, hem yapabiliyorsa kendisinin ama daha çok da ebeveyninin, yakınlarının, diğer insanların, devletin, kolluk kuvvetlerinin vazifesiydi. Kötülüğü yapan gibi bunlar da sorumluluk alanlarına göre sorumludurlar. Kötülük olduktan sonra, yapanı yakalayıp cezalandırmak, ihmalleri olanları cezalandırmak ve bu tür şeylerin bir daha vuku bulmaması adına çalışmak, bu sorumluluğun gereğidir.
Peki bütün bu genel perspektif içerisinde, zarar gören o masumun incinmesinin telafisi yok mu?
Mutlak adalet sahibi olan Allah celle celâlüh tabii ki kimsenin hakkını zayi etmez. Dolayısıyla, o masum, dünyada çektiği ve dünyada telafisi olmayan o sıkıntının telafisini en güzel şekilde ahirette bulacaktır. Bu da dinin ortaya koyduğu dünya-ahiret dengesidir. Problemlere sadece dünya perspektifinden bakanlar, pek çok meselenin eksik kaldığını düşünürler. Hakikaten de öyledir, yani dünya her şeyin tamamiyete erdiği yer değildir. Cenab-ı Hak, -tabiri caizse- dünya ve ahirete roller biçmiş, onları, birbirini tamamlayıcı kılmıştır. Bazı şeyler dünyada başlar dünyada biter, ahirette de kemalini bulur. Bazı şeyler ise dünyada tamama ermez. Sadece dünyaya bakan, onu eksik görür. Halbuki bu dünyanın arkasında ahiret vardır, biz buna iman ederiz. Dolayısıyla hiçbir şey eksik ve akim kalmaz. Burada tamamlanmayan bir hesap mutlaka ahirette tamamlanır. Kimsenin kimsede hakkı kalmaz. Dolayısıyla, zahirde kötü ve çirkin görünen her şey aslı ve sonucu itibariyle güzelliğe dönüşür; bir güzelliğin parçasıdır.
Bazen kötü bir şey iyi bir şeyi de netice verebilir. Dolayısıyla o kötü ve çirkin şey, bir güzelliğe giden/götüren bir yola dönüşür, güzelliğe inkılap eder.
Bununla beraber, insana, iradesini unutturmayacak kadar, bazı durumlarda Cenab-ı Hakk’ın, “esbab”ı (kâinata koyduğu kanunları, sebep-sonuç ilişkisini) devre dışı bıraktığı, doğrudan icraatta bulunduğu, kendi iradesinin hakimiyetini -bir manada- perdesiz gösterdiğini de biliyoruz. Bunları, mucize, keramet, ikram-ı ilahi gibi isimlerle isimlendiriyoruz. Ama şurası bilinmelidir ki bunlar arızidir, istisna kabilindendir. Dolayısıyla onlara hüküm bağlanmaz. İnsani işlerde hüküm, insanın iradesine bağlanır. Tabir caizse kâinattaki genel işleyiş bu merkezdedir ve insanın sorumluluğu da bunun üzerindendir.
Bütün bu söylediklerimizi, Cenab-ı Hakk’ın şu isim ve sıfatlarıyla da anlayabiliriz: Allah “Adil”dir; mutlak adalet sahibidir, kimsenin kimsede hakkını bırakmaz. “Rahman u Rahim”dir; mutlak merhamet sahibidir, adaletinin üzerinde, her kuluna merhametiyle muamele buyurur, onları merhametiyle sarıp sarmalar, zahirde bize görünen kötü şeyleri bile neticede hep iyilik ve güzelliğe bağlar. “Hakîm”dir; her yaptığı şeyde hikmeti vardır.
Kötülük Problemi (1) Kesin Çözüm Mümkün mü?