İçindekiler
Soru Detayı: Allah, insanları neden bir ve eşit yaratmamıştır? Neden insanların bir kısmı zenginken, diğer kısmı fakirdir? Ve yine, bir kısım insanların hiçbir fizyolojik problemi yokken, neden bir kısmı kör, topal ya da daha başka yönleriyle malûldür? Öte yandan, bazı insanlar musibet ve belâlara maruz kalırken, daha başkalarının rahat ve rehavet içinde ömür sürdükleri görülmektedir. Bütün bunlardaki hikmet ve sebep ne olabilir?
Günümüz insanının zihnini her devirden daha çok meşgul eden bu uzun soruya maddeler hâlinde, fakat kısaca cevap vermeye çalışalım:
İnsan, Sevdiğini Onu Tanıdığı Nispette Sever
Evet insan, sevdiğini onu tanıdığı nispette sever; tanımadığının ise hep düşmanı olmuştur o. Esasen, itiraz işmam eden bütün soruların altında da böyle bir tanımamazlık yatmaktadır. Eğer insan, kendi yaratıcısını tanıma mevzuunda herhangi bir şöhreti tanımaya duyduğu iştiyak kadar arzulu olsaydı.. Rabb’ini tanıtıp tarif eden muarrif üstadların tedrisinden nasiplenerek, kâinat kitabını Kitabullah’ın ölçü ve kıstaslarıyla tetkike tâbi tutabilseydi.. Allah Rasûlü’nden sudûr ile hayata hayat olan hakikatları bir nebze dinleyip, neticede vicdanında hasıl olan nur hüzmelerinin maviliğiyle eşya ve hadiselerin lâhut âlemine ait yönünü seyredebilseydi, zihnini kurcalayan birçok mesele ve istifhama/soruya daha işin başında çare bulmuş olacaktı. Gel gör ki, ilmin ve tefekkürün katledildiği bir devrede bunların hiçbirinin varolduğunu söylememiz mümkün değildir.
İnsan Dahil Bütün Varlık ve Bütün Mükevvenat, Cenâb-ı Hakk’ın Mülküdür
İnsanın kendini mâlik zannettiği ve bundan dolayı sahiplendiği nice şeyler vardır ki, az bir düşünce ile onların da hakiki sahip ve mâlikinin Allah olduğu idrâk edilir ve mâlikiyet davâsından vazgeçilir.
Evet, ağzımıza götürdüğümüz tek lokmanın dahi mâliki biz olamayız. Zirâ o tek lokmanın hazırlanıp soframıza gelmesi için koca kâinatın vücudu gerekmektedir. Demek oluyor ki, bize o tek lokmayı bahşeden, ancak bütün kâinatı yaratmaya muktedir olan Zât olabilir. Madem ki her şeyin sahibi O’dur, öyleyse sahip olduğu mülkte tasarruf etme hakkına da yalnız O sahiptir. Zira, mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf edebilir ve mülkünde yalnız mülk sahibi tasarrufta bulunabilir…
Beşerin zulmüne ve cür’etinin derecesine bakın ki, terzinin, model olarak kullandığı insan üzerinde elbiseyi biçip kesmesine ve uzatıp kısaltmasına hakkı olduğunu kabûl eder de, aynı hakkı Cenâb-ı Hakk’a çok görür!..
Allah’ın Sonsuz İsimleri Vardır
Her isim, kendi tecellisine ma’kes olacak âyinelerin vücudunu gerektirir. Meselâ, Rezzâk ismi, rızka muhtaç olanların varlığını iktiza ettiği gibi, Şâfî ismi de hastalıkların ve o hastalıklara giriftar olanların mevcudiyetlerini ve var olmalarını ister. Bu tecelli keyfiyetini biz, bize bakan yönüyle te’vil ederken, buna “isimlerin imdada koşması”deriz. Allah (cc), Mucîb ismiyle darda kalanların, Kâbız ismiyle gaflete dalanların, Basit ismiyle de sıkıntıda boğulanların imdadına koşar. Eğer bütün isimler teker teker ele alınıp, tecelli keyfiyetlerinin gerektirdiği âyinedarlık ve o âyınedarlıkla alâkalı hâl, durum ve zemin tetkik edilebilse, işte o zaman içtimâî hayatta farklılık gibi sanılan manzaraların hikmet yüzü görülmüş olacaktır.
Demek oluyor ki Cenâb-ı Hakk, Kendini bize bu sonsuz isimleriyle tanıtmakta ve bizlere Celâlî ve Cemâlî tecellilerini göstermektedir. Bir gülün dikenine Celâlî isimleriyle tecelli edip bize Celâlini tattırdığı gibi, gülün nazik yapraklarına da Cemâlî isimleriyle tecelli eder ve bize Cemâlini tanıttırır. Nasıl ki bir ressam, tablosunda en az bahar mevsimi kadar kışa da yer verir ve bir güzellik buudu olarak kışın o beyaz örtüsü üzerinde de durur; aynı şekilde, bir orman manzarasında renkli çiçeklerin yanısıra ağaçlardan birine de bir yılan konduruverir ve ırmakların, yeşilliklerin yanında kayaları da ihmal etmez.. öyle de, Cenâb-ı Hakk, içtimâî tabloyu çeşitli isimlerinin tecelli kalemiyle çizmekte ve ona ayrı bir buut ve ayrı bir derinlik kazandırmaktadır. Zaten, bunu O’ndan daha güzel kim yapabilir ki..?
Kâinatta Zıtlıklar Hâkimdir
Biz, partiküllerden galaksilere kadar her şeyde artı ve eksi kutup zıtlığını görmekteyiz. Zaten, kâinattaki mükemmel vahdet ve şaşmaz nizam da bu zıtlıktan doğmaktadır. Bu fıtrat kanununa insan da uymalıdır ki, cemiyette vahdet korunmuş olsun. O halde insanlar, birbirine zıd durumları paylaşmalıdır. Bu da, bir kısmının zengin, diğer kısmının fakir; bir bölümünün tok, diğer bölümünün aç; bir gurubun hasta ve sakat, diğer grubun ise sağlam ve sıhhatli olması gibi zıt durumların vücudunu gerektirir. Nasıl kâinatı tamamen aynı kutuplarda toplamak mümkün değilse, aynı şekilde insanları da aynı durum ve seviyede tutmak mümkün değildir. Dıştan yapılacak her müdahale, bu hâkim dengeyi ve vahdetin sağladığı âhengi bozar. Yılanları ve fareleri bile ortadan kaldırmak, tabiat kitabında çıkarılan bir cümleyle değişiklik yapıp manâyı bozmak olacağından, nizama menfi tesir yapar. Herkesi fakir veya zengin yapmaya kalkışmakla, herkesi erkek veya kadın yapmaya çalışmak arasında neticeye tesir yönüyle pek fark yoktur. Ah zavallı gayret ve boşa giden onca emek!..
Arzu Edilen Neticeye Ulaşma Yolunda her bir Meslek İçin Yapılan İmtihan ve Test Sorularının Şekil ve Mahiyetlerinin Yanısıra Sayıları, Zorluk ve Kolaylıkları da Farklı Farklıdır
Cehennem’den kurtulma ve Cennet’e nail olma, netice bakımından az bir mazhariyet midir ki, oraya girmek için belli bir imtihan ve derecesine göre hesaba çekilme mevzûbahis olmasın? Şu dünyada ölmeyecek kadar ve ancak yetecek ölçüde verilen bir maaş için gece gündüz çalışıp didinen, yorulup çile çeken insan, mahrumiyeti ölümden daha beter bir Cennet hayatına erme karşılığında, elbette en azından o maaşa hak kazanma uğrunda maruz kaldığı şeyler kadar olsun bazı mahrumiyetlere maruz kalacaktır. Bundan da anlaşılıyor ki, cemiyet hayatında gördüğümüz birbirine zıd durumlar, herkesin kendi imtihanını verme keyfiyetinin en normal bir tezahürüdür. İmtihan ise, herkesedir ve istisnası da yoktur.
Dünya Mağrem, Ahiret İse Mağnemdir
Meşakkat burdadır, nimetlere konmaksa orada. Ahirette hizmet ve talim olmadığı için bütün sıkıntılar burada çekilecek, üç buutlu sabır ile imtihan burada verilecek, emniyet ve saadet orada elde edilecektir. Zirâ, dünya ahiretin, ahiret de dünyanın rağmına işler. Ruh cesedin, ceset de ruhun rağmına gelişir. Dünyada heveslerine göre yaşamaya çalışanlar, ahirette hiç de hoşlarına gitmeyecek bir hayatla karşılaşırlar. Burada çekilen sıkıntılar ve katlanılan mahrumiyetler, orada kazanılacak ganimetlerin katlanarak verilmesine birer sebep teşkil edecektir. Bir kudsî hadîste bu husus şöyle dile getirilir: “İki emniyeti ve iki korkuyu bir arada vermem.“ (İbn Hibbân, es-Sahîh 2/406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/483) Allah, sevdiği kullarının ahireti burada tüketmesine razı olmaz ve onlara böyle bir neticeyle karşılaşmayacakları bir yaşama şekli lûtfeder.. hattâ cebreder.. ve bu cebir, bir cebr-i lutfî olur.
Sıkıntı ve Musîbetler İstisnâî Olup, Vasatî Bir İnsan Ömrüne Kıyasla Çok Kısa Bir Zaman Dilimini İşgal Eder
İnsan, yirmidört saatlik ömrünü tetkik etse ve bu tetkikini geçirdiği bütün hayatının zaman dilimlerine tatbik etse, görecektir ki, ömrünün kıyas kabûl etmeyecek oranda ekseriyeti rahat, rehavet, bolluk ve nimetler içinde geçmiştir.
Şimdi, bazı nimetlerin umûmî oluşu sebebiyle üzerlerinde hiç düşünmediğimizi nazara alarak, şu soruları cevaplamaya çalışalım: “Güneş bizim kendi malımız mıdır? Durmadan verdiği ışığın karşısında bugüne kadar hiç sarfiyat faturası ödedik mi? Ya sıcaklık kaynağı olan ısısına ne demeli? Yağmura, buluta, rüzgâra ve toprağa bizi hiç de tanımadıkları halde yaptıkları yardım ve hizmetlerinden dolayı verdiğimiz ücretin faturası acaba kaç kuruştur? Senede kaç saniye hava kesintisine maruz kaldık? Hiç güneşin doğmadığı gün oldu mu? Ve, yılın kaç gününü bir hastalığın ızdırabıyla geçirdik?”
Evet, sıhhatli ve neşeli geçirdiğimiz, nimetlerle burun buruna yaşadığımız günlerimizle, hasta ve mahrumiyetler içinde bulunduğumuz günlerimizin yüzde hesabıyla orantısını çıkarıp şöyle bir istatistik yaptığımızda göreceğiz ki, insanoğlunun şikâyet edip durduğu fakirlik, hastalık, sakatlık, belâ ve musîbet dönemleri hayatında çok kısa bir süre işgal etmekte ve daima gelip geçici olmaktadır. Ayrıca bu süreler, ahiret hesabına çok şey getirip, dünya hesabına çok az şey götürmektedir. Kaldı ki, bu geçici ve kısa devreli hallere sebebiyet vermesi bakımından, insanların ferd, aile ve millet olarak çeşitli sû-i istimalleri, ihmal ve kötü alışkanlıkları da söz konusudur. Bunun ötesinde, musibet ve hastalıkların pek çok rahmet yönleri ve pek çok kazandırdıkları da vardır.
Dünya tarihinde, sulh ile geçen asırların yanında savaş yılları çok cüz’î kalır. Aynı şekilde, zelzele dakikaları toplansa, yüzyıllar içinde bir saatı bile doldurmaz. Yay eğri bile olsa ok doğrudur ve atış isabetli olur.
Yakın mesafeden bakıldığında bir tabloda göze çarpan manâsız ve çirkin denebilecek gölgeler ve karanlık renkler, o tablodaki güzelliklerle birlikte ve bir bütün olarak değerlendirildiğinde, onların fuzulî bir ayıp ve kusur değil, tam aksine manâlı bir âhenk ve güzellik içinde vazife yapmakta oldukları takdir edilecektir. Elverir ki, göz ve kafa sağlam olsun ve bakış mesafesi iyi ayarlanabilsin!..
Maddî İmkânlar Yönüyle İnsanları Aynı Seviyeye Getirmek Mümkün Olmadığı Gibi, Faydalı da Değildir
Nice zenginler vardır ki, bir fakirin geçirdiği mutlu bir gün karşılığında bütün servetini vermeyi canına minnet bilir. Duyduğu huzursuzluk sebebiyle canına kıyan çok zengin vardır. Ancak bu, fakirlik her zaman huzur getirir manâsına anlaşılmamalıdır. Öyle fakirler de vardır ki, her günü diken yutar gibi geçirirler. Bundan da anlaşılıyor ki, ne zenginlik saadetin biricik sebebidir, ne de fakirlik.. Çünkü insan, yalnızca mideden ibaret bir mahlûk değildir. Onun midesinin yanında bir de ruhu, kalbi, duygusu, hisleri ve vicdanı vardır.. ve esasen, insanı insan yapıp diğer varlıklardan ayıran da bunlardır. Bunlar tatmin edilmedikçe bütün dünya tek bir insana verilse, yine o insan huzurdan nasipsizdir. İşte bütün mesele, fert ve toplumları huzur duyup, mutlulukla dolacakları bir zemine, bir ebedî meskene göre hazırlamaktır. Yoksa bu geçici dünyada ona ne verirseniz verin, onu mutlu edemezsiniz…
Adalet, Bir Denge Manâsı İfâde Eder
Hayvana yüklenen heybe dengede olduğunda veya terazinin iki kefesi aynı hizada bulunduğunda, lügat manâsıyla adalet yerine gelmiş demektir. Allah âdildir ve dengeyi de bu adalet üzerine oturtmuştur. Atomlardan galaksilere, nebatlardan hayvanlara ve ondan insanlara kadar her varlığa lüzumu derecesinde ve yaratılışlarına uygun cihazlar verilmiştir. Bu verilenlerin mukabilinde ise kimsenin bir şey ödediği yoktur. Eğer adalet, almanın karşılığında aynı oranda olmak şartıyla vermek ve dengeli, karşılıklı mukabelede bulunmak ise, buyurun, Allah’ın size verdiklerinin karşılığını verin!
Mülk bütünüyle Allah’a aittir. Bizim payımıza düşen bir şey mi var? Allah’ın meccanen verdiklerine karşı verecek neyimiz var ki? Allah, “Kulum, üzerinde bulunan ve hayatında istifade ettiğin her şeyden kendine ait olan kısmı bir tarafa, bana ait olanı da bir tarafa ayır” diyecek olsa, herhalde insanın payına düşen sadece bir “sıfır” olacaktır. Hattâ sıfır bile, sahiplik ifâde eden “Benim” ifâdesine muhatap olmayacaktır. Öyleyse mülk sahibinin, kendi mülkündeki tasarrufuna karışma hak ve selâhiyetimiz yoktur. Ayrıca, karşılıksız verilenin ölçüsü ne olursa olsun, insana düşen sadece verilen kısma teşekkür borcunu ifa etmekten ibarettir.
Bir misâlle meseleyi tavzihte fayda var: Fakir, kimsesiz, atıyyenin en küçüğüne dahi muhtaç üç arkadaş farz edelim. Servet sahibi bir zat geldi ve bunların elinden tutarak, Selimiye’nin minareleri gibi üç ayrı yoldan her birini minareye çıkardı. Çıkış esnasında, her basamakta onlara çeşitli ihsanlarda bulundu. Çıktıkça artan bu ihsanlar, onlardan birincisi için birinci şerefede, ikincisi için ikinci şerefede bitti. Üçüncüsü ise, minarenin en üst şerefesine kadar çıkarıldı ve diğerlerine göre daha çok ihsanlara mazhar oldu. Şimdi bu üç kişiden birincisinin, ikinci ve üçüncü şahıslara bakarak şikayette bulunmaya, ikincinin de üçüncüye bakıp, adaletsizlikten dem vurmaya hakkı olduğu söylenebilir mi? Hayır, hiçbirinin zerrece şikâyete hakkı yoktur. Hepsinin hakkı, kendilerini basamak basamak minarenin belli bir seviyesine kadar çıkaran zata şükranlarını sunmaktır. İşte, Cenâb-ı Hakk’ın lütûf ve ihsanlarını da aynı ölçü içinde değerlendirmek mümkündür. O, insanı yokluktan alıp varlık basamağına, oradan da insanlık seviyesine çıkarırken, bunu sadece lütuf ve ihsanıyla yapmıştır. İnsana düşen de, ihsanın her mertebesinde O’na karşı teşekkürde bulunmak ve her nimete mukabil sadece şükran hissiyle coşmaktır.
İnsan biraz daha düşününce, Cenâb-ı Hakk’tan değil şikayet etmek, Ondan herhangi bir şey talep etmekten dahi hicabetmesi gerekir. Zirâ mâzide verdiklerinin şükrünü eda edememiştir ki, istikbali adına O’ndan bir talep ve istekte bulunsun. İstiyorsak, bu sadece O’nun lütûf ve ihsanına olan inancımızdan ve istemeyi de bize Kendisi vermiş bulunmasındandır.
Ek Bir Fezleke
Belâ, musîbet, hastalık ve sakatlıklarda cüz’î bir kısım zararlar olsa bile, bunların netice itibâriyle fevkalâde yararlı oldukları söylenebilir. Zira, bazen terbiye gayesiyle çocuğumuzun kulağını çekiyor, vücudumuzu kurtarmak için kangren olmuş bir parmağı kesiyor ve icabında yılan zehirinden ilaç yapabiliyoruz ve bütün bunlara itiraz eden olmuyor. Çünkü, gelecek büyük fayda için az bir zararın işlenmesine cevaz verilmiş oluyor.
Şahin, serçenin kabiliyetini geliştirir; halbuki zahiren onu korkutup tedirgin etmektedir. Bazen yağmur, elektrik ve ateşten zarar görenler olabilir; fakat umûmî menfaatın hatırına kimse çıkıp da ateşe, yağmura veya elektriğe lânet okumaz. Oruçta ilk bakışta beden için bir zahmet var olduğu kabûl edilebilir. Ancak o, vücuda direnç ve zindelik kazandırır. Asker için de talim ve eğitimi aynı şekilde değerlendirmek mümkündür. Ya ruhumuz; o da hastalık ve musîbetlerle saflaşıp berraklaşarak, neticede Cennet’e ehil hale gelmesin mi? Böyle bir netice, hiç de küçümsenecek bir netice değildir. Az alıp çok vermek, Allah’ın şanındandır. O, icabında gözümüzü, ayağımızı alır ama, karşılığında şehitlik verir.. malımızı alır, ahirette çok nimetlerle mükâfatlandırır; sabrettirir, karşılığında hadsiz sevaplar bahşeder.
Hastalıklara, belâ ve musîbetlere sabır ve tahammül, ibadetin menfî kısmından sayılır. Evet, bunlarla da insan sevap kazanır; sonra bunlarda riyâ korkusu da olmaz. Çünkü hiç kimse, gösteriş için hasta olmaz.
Belâ ve musîbetler, kişinin derecesini de artırır. Dağlarda yükseklere çıkıldıkça oksijen azlığından dolayı insanın göğsünde sıkışma olur; kar, fırtına ve boralar en fazla yüksek dağların zirvesinde bulunur… Bu yüzdendir ki, en şiddetli belâlara daha çok Nebî’ler,veliler gibi kametleri bâlâ kimseler maruz kalmış ve yüceliklere açık kimseler de bu yolla zirveleşmişlerdir. Belâ ve musîbetler, insanlara nimetlerin kadrini öğretir ve şükür yolunu açar. Açlık, ekmeği katmer eder; iftar vakti bir bardak su ne kadar tatlıdır. Hasta, sıhhatin kıymetini daha iyi idrak edip şükrettiği gibi, uzuvlarından biri eksik olan da, diğer uzuvlarının değerini anlamada başkalarından daha fazla mesafe kat’eder.
İnsan, nefis ve şeytan gibi hasımlarına karşı sürekli uyarılmaya ve dikkati çekilmeye muhtaçtır. İşte belâ ve musîbetler, insan için bu vazifeyi görür, onu günahlara karşı ikaz eder ve korurlar. Başkasının tarlasına girmeye yeltenen koyuna şefkatli çobanın attığı ikaz taşları neyse, mü’min için belâ ve musîbetler de odur. Cebi dolu ve sıhhatli insanın günaha girmesi daha kolaydır. Halbuki mahrumiyet ve hastalıklar, onu böyle bir düşüşe karşı muhafaza eder. Ayrıca, hasta bir müsibetzedenin, aczini anlayıp gurur ve kibir hastalığından kurtulmasına sebep olabilen hastalık ve musîbetler de, onun için tiryak ve ilaç hükmündedir. Hattâ öyle günahlar vardır ki, onlara ancak musîbetler keffaret olabilir. Evet, nice belâ ve musîbetler vardır ki, rüzgârın ağaç yapraklarını döktüğü gibi günahları döker ve insanı tertemiz hale getirir. Zaten, pâk olan Cennet’e de ancak böyle paklananlar girecektir.
Meseleyi biraz daha husûsî vechesiyle ele alacak olursak, bir cemaatin yetişmesinde başa gelen belâ ve musîbetlerin rolü çok büyük ve büyüklüğü nisbetinde de mühimdir. Allah, davâyı omuzlayacak hasbî ve diğergâm ruhlarla ham ve menfaatperestleri tefrik edip ayırmak hikmetine binaen çeşitli imtihanlarla davâ elemanlarını sarsar, eler, elekten geçirir, tâ ki saf ve temiz olanlar diğerlerinden ayrılsın. Ve daha yolun yarısında dökülecek zayıf karakterler, işin başında dökülsün ki, ileride çok kritik noktalarda bozgun yaşanmasın!..
Belâ ve musîbetler, bazen umumîleşir. Böyle gelen belâlar, masumları da aynı kervana katar. Zirâ imtihan sırrı, bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Şu kadar var ki, masumlar ahirette niyetlerine göre haşrolurlar, diğerleri de kendi niyetlerine göre. her şeye rağmen belâ ve musîbet istenilmez, ancak geldiği zaman sabredilip sîneye çekilir. “Lûtfun da hoş, kahrın da hoş!”diyebilmek ise, ayrı bir merhale meselesidir. İşlenen günah ve isyanlar, belâ ve musîbetlere davetiye çıkarmak gibidir. Geçmişte birçok milletlerin mahvına sebep olan da, işte irtikap ettikleri bu cürümleridir. Bu türlü belâ ve musîbetlere karşı paratoner ve koruyucu durumunda olanlar ise, kendi günahları için ağladığı kadar başkalarının günahları için de göz yaşı dökebilen ve hakîkî ruh inceliğine sahip gönül erleridir
Eşitlik Anlayışı
Zenginden alıp fakire vermek, esasen eşitlik getirmez; aksine kabiliyetlerin körelmesine, çalışma arzusunun sönmesine, üretimin düşmesine ve sevgi, saygı, itaat ve şefkat gibi güzel duyguların ölmesine yol açar. Neticede şahsın eline bir şey geçmeyecek veya geçen miktar da elinden alınacaksa, o zaman sermaye için kim çalışır ve kim ter döker? Bunun içindir ki, komünist blok, ferdî mülkiyeti tanımaya mecbur kalmış ve sistemlerinin temel taşını kendi elleriyle parçalamıştır. O halde, zenginin malını zorla elinden almak çare değildir. Belki çare, onun kalbini kazanıp vermeye hazırlamak ve böylece ona insanî bir duygu kazandırmaktır.
Ticaret ahlâkına riâyet edip çalışan ve böylece meşrû yoldan servet sahibi olan bir insanın malını elinden alıp, kahve köşelerinde çene çalmakla vakit öldüren bir tembele vermek acaba adalet midir? Böyle bir davranış, cemiyetin bir kısmını mağdur ederken, diğer kısmını da sadece başkasının sırtından geçinen asalak bir zümre haline getirmez mi? Böyle bir adalet teklif edenler, elinden malı zorla alınıp fakire verilen insanlarla, asalak haline getirilmiş fakirler arasında meydana gelmesi muhakkak kin ve düşmanlığı acaba ne ile izale edecekler? Bütün bu cevapsız kalan soruların verasında beşerî sistemlerin iflas haberi vardır. Belli ki insanlık, ancak İlâhî sistemle kurtulacaktır!…
Ve işte İslâm, Allah korkusunun nezaretinde hem sermayeye, hem de emeğe gereken önemi vermiş ve serveti zenginlerin elinde dönüp dolaşan bir “devlet” olmaktan çıkarıp, sadaka, zekât ve karz-ı hasen köprüsüyle fakir tabakayı besleyici musluklar ve oluklar tesis ederek, servetin akışını sağlamıştır. Ayrıca İslâm, bir yandan faiz, karaborsa ve spekülatif kazanç gibi meşrû olmayan yollarla fakirin ezilmesinin önüne geçerken, diğer yandan “Çalıştırdığınız kişinin ücretini daha alnının teri kurumadan verin” diye fermanda bulunmuştur. Evet, İslâm bir taraftan bu tedbirleri alırken, diğer taraftan da hasır üzerinde yaşayarak hayatını sürdüren Nebî’sinin bu örnek davranışıyla fakirliğin ahiret için ne demek olduğu dersini vermiştir. Bu sayede yukarıdan şefkat ve merhamet, aşağıdan ise hürmet ve itaatın söz konusu olduğu bir cemiyet teşekkül etmiş ve bütün bir toplum huzura kavuşmuştur. İslâm tarihi, bu türlü duygu ve düşüncelerin ve akılları ve kalpleri teshir eden İlâhî kâidelerin pratiğe dökülüşünün en güzel endam aynasıdır. İnanıyorum ki, onu bu perspektiften okuyup değerlendirme, günümüz insanına pek çok şey kazandıracak ve ictimâî tıkanmaları bertaraf etmenin en müessir yolunu bulmada onun elinden tutacaktır.
Zenginlik veya fakirlikten birini tercih, tamamen ferdin gönül dünyasıyla alâkalıdır. Gözünü yüce ufuklara ve yüce ideallere dikmiş, insanlığı insanlık semasına çıkarmak için çırpınan bir ferdi, ne kadar zorlasanız da ona göre zindan sayılan zenginliğin mahbesine sokamazsınız. Ferdî plânda bu böyle olmakla beraber, cemiyet planında devletin güçlü olabilmesi için gerekli bütün şartların hazırlanması da, vazgeçilmez bir ehemmiyeti haizdir. İşte İslâm, bu muvazene ile insanlığı kucaklamış.. ve tabiî, getirdiği prensiplere riâyet edildiği müddetçe de bu muvazene muhafaza edilmiştir.
Gönüller Sultanı’nın ölçüleri içinde, dünya ahiretin yanında bir gölge, bir ağaç-altı konaklaması, bir eğlence, bir oyun ve ebedî âleme kıyasla, Allah katında sinek kanadı kadar kıymet ve değeri olmayan köhne bir menzildir. Fakat aynı dünya, diğer bir değerlendirme ile, Cenâb-ı Hakk’ın adının bayraklaştırılacağı yüksek ufuklara yükselebilmenin en mühim vasıtasıdır. Bu vasıta iyi kullanılarak mü’minler, dünya devletleri arasında bir muvazene unsuru olacak ve her türlü diplomatik münasebetlerde parmağının işareti takip edilen bir millet haline gelecektir. Nihayet her sahaya olduğu gibi, çarşı ve pazara da mü’minler hâkim olacaktır ki, bunun en güzel örneğini yine Efendimiz’de görüyoruz. Çünkü O’nun Medine’ye teşriflerinden kısa bir müddet sonra Medine pazarına mü’minler hâkim olmuş ve hiçbir zorlama söz konusu olmadığı halde Yahudi, çarşı ve pazarı terk etmek mecburuyetinde kalmıştır.
Hz. Ömer, harbe iştirak edenlerin dışında, değişik yerlerde binlerce at besliyordu. Hz. Osman binlerce deveyi yüküyle beraber bağışlayacak kadar zengin ve cömertti. Zira her ikisini de birleştiren bir nokta vardı ki, o da şuydu: İkisi de sade bir hayat sürüyor, bir parça kuru ekmek yiyor, kum üzerinde yatıyor ve halkla oturup kalkıyorlardı. Zorlama ile elde edilecek neticeler değildi bunlar; bilakis İslâm’ın kazandırdığı ruhtu ki, onları ve onlar gibileri yetiştiriyor ve topluma hâdim kılıyordu.
Eğer insan unsuru, gerçekten en başta gelen bir mesele ise ve bunu bayraklaştırıp köhne fikirlerine payanda yapmak isteyenler de dedikleri ve söylediklerinde yalancı değillerse, o zaman gelin bu meseleye bir çare bulalım. Yani, ondört asır evvel bulunmuş çareyi yeniden gündeme getirelim. Zira insanı bir fazilet âbidesi haline getirecek tek çare, o İlâhî Reçete’yi aynen tatbik edip pratiğe dökmektir… Aksine başka çare aramak, sadece hastalığı müzminleştirecektir.
Kaynak: İnancın Gölgesinde I