Evvelâ Allah bir ayırım yapsa, kimin hakkı var ki, O’na: “Niçin ayırım yaptın?” desin. Allah, mülk sahibidir. Hepimizi belli şeyler içinde, evirîp çeviriyor; ama, kimsenin, herhangi bir hak iddia etmeye de hakkı yoktur. “O mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder” hakikatının sahibidir. Ayrıca, Onunla alâkalı sual sorulurken, çok nezihane, edibâne sormak lazımdır. Allah, her şeyi kabza-ı tasarrufunda tutan Mâlik’ül-Mülk’tür. Kimsenin böyle, bu tarzda soru sormaya hakkı yoktur ve edebe münâfidir.
Ancak şöyle denebilir. “Cenab-ı Hak beni hidayete veya dalalete atıyorsa sonra acaba beni hangi esas, hangi prensip ve hangi hikmete binaen muaheze edecektir? Zira, O, Hakîm-i Mutlaktır. Acaba bu husustaki hikmetinedir?“
Evet, Allah dilediğini hidayete, dilediğini de dalalete götürür. Bu husus, Kur’an-ı Kerim’in mükerrer yerlerinde hep böyle zikredilmiştir. Meşiet-i İlâhi esastır. Bu mevzuda dikkat edilmesi gerekli olan husus da şudur: Hidayet ve dalâlet Allah’ın yaratmasıyladır. Ama sebebiyet, kulun mübaşere tidir. Kulun mübaşereti o kadar zayıftır ki, âdeta hiç hesaba katılmamakta ve doğrudan doğruya bütün kâinatların yaratılması, kendisine ait olan Allah’ın (cc) Zatı zikredilmektedir.
Bir misal ile meseleyi tavzih edelim: Meselâ; Bizler, yemek yeme, su içme ameliyesini yapıyoruz. Bu yeme ve içmenin neticesinde içimize giren çeşitli proteinler, vitaminler, demirler, bakırlar yerlerini alıyor ve bedende, kendilerine has fonksiyonları ifa ediyorlar. Bütün bu meseleler öyle hassas hesaplarla yapılıyor ki, insanın sadece lokmayı ağzına koyması bu işlerin halli için yetmiyor. Yettiği farz edilse bile, insanın ağzına lokmayı koyması için gerekli olan elindeki kuvvet, kafasındaki dirayet, ta baştan Allah tarafından verilmiş. İnsan lokmayı ağzına koyar-koymaz, Allah tükürük bezlerini harekete geçiriyor, ağzı sulandırıyor ve yemek daha ağızda ıslanırken, hemen beyne haber gidiyor; oradan da mideye şifreler çekiliyor ve ona: “Dikkatli ol!” deniliyor. “Hangi çeşit usare ve asidi ihaz edeceksen, et, çünkü şu cinsten, şu çeşit yemek geliyor.” Derken, midedeki bütün fakülteler faaliyete geçiyor. Sadece buraya kadar olanları dahi, insan, kafasıyla düşünmeye kalkışsa, bunların pek azını bile yapamaz. Kaldı ki onun, bazan yanlışlıkla dahi çiğnediği de oluyor.
Mide kendine ait fonksiyonu ifa ediyor. Kendi eriteceği şeyleri, meselâ; nişastalı, glikozlu şeyleri eritiyor. Ve iş bununla bitmiyor; bağırsağa giderken ona da, bir şifre gönderiliyor: “Şunlar geliyor.” Yani sert ve ancak asitli şeylerle halledilebilir cinsten nesneler. İnsanın bundan sonraki safhada hiç dahli yoktur. Sonra selülozlu şeyler bağırsaklara giriyor, derken onlar faaliyete geçiyor. Bunların bir kısmı, meselâ; elma kabuğu gibi şeylerse -insan vücudunda bu gibi enzimler olmadığından- erimiyor ve dışarıya atılıyorlar. Bütün bunların hepsi fevkâlade hassasiyet içinde ve haberli olarak cereyan ediyor. Evet, midede ne erir, ne erimez bunların hepsi de haberli oluyor. Sonra sıra karaciğere geliyor ve karaciğer de, kendisine ait yüzlerce vazifeyi yapıyor…
Görüyoruz ki, bir lokma, insanın midesine girdikten sonra, onun vücuduna faydalı hale gelinceye kadar, bin ameliye görüp-geçiriyor. Ve bu bin ameliyenin hiç birinde insanın dahli olmuyor.
Şimdi, bu nankör insan kalkıp dese ki; “Ben, lokmayı ağzıma koydum, vücuduma demiri, kömürü gönderdim, stok yaptırdım. Hangi hücrelerin nelere ihtiyacı varsa, onları onlara tevdi ettim. Vitamin isteyene vitamin, protein isteyene protein gönderdim. Hararetlerini de, ayarlayıp hepsini faaliyete geçirdim. ” Allah’ın bu icraatına şerik olduğunu iddia etmiş olmaz mı?
Belki, bu mevzuda düşünülmesi ve söylenmesi gerekli olan şey şudur: “Bu esrarengiz mekanizma, gaybî bir el ile çalıştırılıyor. Ben lokmayı ağzıma koyunca, birden bire esrarengiz şeyler olmaya başlıyor. Binaenaleyh, bu lokmanın halledilmesi mevzuunda benim bir dahlim yoktur. Bu işi yaratan Allah’tır (cc). Hazım ve sonrasını yaratan da, O’dur.” Böyle demekle insana ait iş, Allah’a isnat edilmiş olmaz. Belki Allah’ın işi, Allah’a isnat edilmiş olur. İnsanın bu mevzuda o kadar cüzî bir mübaşereti vardır ki, bunca işi kendisine isnat etmeye aslâ hakkı yoktur.
Gelelim hidayete. Hidayet, öyle mühim bir meseledir ki, insanın onu elde etmedeki iradesi, çok küçük bir izhâr-ı liyakattan ibarettir. Meselâ; çok defa isterim ki; kalbî bir inşirah bir inbisat içinde bütün hissiyatımla içimi cemaata dökeyim. Halbuki “ve mâ teşaune illâ en yeşaallah””Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz” (İnsan-30)’in sahibi olduğundan, bütün içimi, hissiyatımı ifade edemiyorum: ancak, alâ kaderil-imkân bir şeyler söyleyebiliyorum. İstiyorum ki, nâfiz ü’l-kelîm ve alabildiğine muhlis olarak, Ahkâm-ı İlâhiyeyi, Ahkâm-ı Kur’aniyeyi nakledeyim. Halbuki her şey bir noktada takılıp kalıyor. Ne kadar arzu ediyorum, namaza durduğum zaman kendimden geçeyim; vecd ve istiğraklarla kendimi unutayım, dünya ve mâfihadan bütün bütün sıyrılayım. Halbuki bu arzumun binde birine dahi muvaffak olamıyorum. Demek ki, elimde samimi isem sırf bir istek var. Geri kalanları tamamen Yaratana ait… Ey Rab, göz açıp-kapayıncaya kadar dahi olsa bizi bize bırakma!…
Dikkat buyurulsun; iman zevki, iman aşkı, iman hazzı, cennet iştiyakı ve Cenab-ı Hak’tan gelen her şeyi almaya, kabul etmeye teşne olma keyfiyeti, bütün bunlar öyle ilâhî mevhibelerdir ki, bunları insanın sinesine ancak Allah yerleştirebilir. İnsan, sadece mübâşeret eder. Onun için Saduddin-i Taftazani bu mevzuda “İman, insanın cüzî iradesini kullanması suretiyle, Allah in onun ruhunda yaktığı bir şem’adır. “Şem’ayı yakana ruhlar feda olsun! Böyle büyük bir neticede senin cüz’i irâdeni kullanmaktan başka bir dahlin yoktur. Sanki düğmeye dokunuyorsun ve hayatın tenvir ediliyor. Binler avizenin, bir tek düğmeye dokunmakla etrafı aydınlatması gibi, iman tarafına, cüzi iradenin o kadarcık yönelişi, hidayet nurunun yakılmasına vesile oluyor.
Evet, bu meseleyi de ağızdaki lokma gibi anlama mecburiyetindeyiz. Ulemâ, “teşaune illâ enyeşaallah: Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz” (İnsan/30) “Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir” (Müddessr/31) fehvâsınca kimse, Onun dilediğinden başkasını dileyemez… Onun saptırdıklarını hidayete erdiremez, Onun hidayete erdirdiklerini de saptıramaz.
Netice olarak: İşin çoğu O’na aittir. Bize ait olan o kadar cüz”ı, o kadar küçüktür ki, bunları görmemezlikten gelerek,olan şeylerin bütününe sahip çıkmamız Allah’a karşı su-i edep ve cür’etkârlıkdan başka bir şey değildir.
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler II