Bu konu Kelam Tarihi’nde geçen “Üç Kardeş” meselesiyle benzerlik arzediyor. İmam Eş’arî ile hocası Ebu Ali el- Cübbâî arasında geçen üç kardeş meselesi. Hikayenin özeti şudur. Mutezile’ye göre kullar hakkında en hayırlı olanı yaratmak Cenab-ı Hakk’a vaciptir. Bu görüşün doğruluğundan şüphe eden İmam Eş’arî daha Mutezilî iken, hocası Ebu Ali el-Cübbâî’ye sorar:
– Biri kafir, biri salih mü’min, biri de çocuk iken ölen üç kardeş hakkında ne dersin?
– Mü’min yüksek derecelere ulaşır, kafir azapta kalır, çocuk ise ne sevaba erdirilir ne de azaba dûçar olur.
Bunun üzerine İmam Eş’arî:
– “Çocuk, ben yaşasaydım salih kimse gibi olacaktım. Büyük nimetlere nail olacaktım. Neden beni yaşatmadın?” diye sorarsa ne dersin?” deyince, hocası Ebu Ali el Cübbâî:
– “Ona şöyle denir: “Senin kardeşin bu yüksek derecelere emre itaat ile, kulluk yaparak ermiştir. Senin ise taatın yoktur.” diye cevap verir. Bunun üzerine İmam Eş’arî:
– “Eğer çocuk: Ya Rabb, kusur bende değil, sen beni yaşatmış olsaydın sana itaat ederdim… derse Cenab-ı Hak ne buyurur?” diye sorar. Bunun üzerine hocası:
– “Şöyle buyurur: “Sen yaşamış olsaydın isyan edecek azabıma duçar olacaktın. Bunu bildiğimden seni yaşatmadım, senin için hayırlı olanı yaptım.” diye cevap verir. İmam Eş’arî sorusuna devam eder:
– “Ya kafir olan: “Ey Alemlerin Rabbi, Ey Acıyanların En Çok Acıyanı! Onun halini bildiğin gibi benim halimi de bilirdin, neden onun hayrına olanı yaptın da benim hayrıma olanı yapmadın… derse?” Hocası bunun üzerine:
– “Sen vesveseye tutuldun.” der. İmam Eş’arî de:
– “Hayır. Ben vesveseye tutulmadım. Ne var ki şeyhimizin söyleyecek sözü kalmamış.” der ve Mutezile’den ayrıldığını ilan eder.[1]Bekir Topaloğlu, Kelam İlmine Giriş, İstanbul, 1981, s. 22, 24
Bu anlatılan şey bir faraziyedir, yani hakikatte böyle bir olay olmamış, bu bir kurgudur. Ancak Allah’ın adaleti konusunda en önemli tartışmayı beraberinde getirmiştir.
Burada önce İslam inancının bazı temel hükümlerini kısa belirtip soruya geçelim.
İlk olarak Allah “Adil-i Mutlak”tır, kimseye zulmetmez. Kur’an defaatle bu meselenin altını çizer.
“Allah insanlara asla zulmetmez. Lâkin insanlar kendi kendilerine zulmederler.” (Yunus, 10/44)
“Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah kullara asla zulmetmez.” (Âl-i İmrân, 3/182)
ayetleri birer numunedir.
Kudsî hadiste ise, “Ey kullarım; ben zulmü hem kendime hem de kullarıma haram kıldım. Siz de birbirinize zulmetmeyin…” (Müslim, Birr, 55, No: 2577) buyurmuşlardır. Yani, Allah hiç kimseye zulmetmez. Ahirete gidildiğinde kişi kendi yaptığının karşılığını görecektir.[2]“İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” Necm, 53/39. Ancak Cennet, Allah’ın bir ikramı, bir ihsanı olarak bahşedilecektir. Zira kişi yaptığı güzel amellerle Cennet’i kazanamaz.[3]“Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez.” “Sen de mi ya Resulallah!” dediklerinde de “Evet ben de meğer ki Rabbim beni rahmetiyle sarıp sarmalamış olsun.” Buharî, Rikak, 18; … Okumaya devam et Bu Cennet’in sonsuz nimetlerle dolu, ebedî bir yer olması sebebiyledir. Kişi niyetinin enginliği sebebiyle böyle bir nimete mazhar edilir. Cehennem ise kişinin ancak eliyle kazandıklarından ibarettir. Bu bakımdan Cennet, Allah’ın fazlının, kereminin tecelli ettiği yer iken, Cehennem, adaletinin tecelli ettiği yerdir.[4]“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük de kendindendir. (Kendi kusurun sebebiyledir)…” Nisa, 4/79.
İkinci bir husus Rabbü’l-Âlemîn, bütün varlığın yaratanıdır, sahibidir, mâlikidir. Mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur. Bu hususta kimse ona hesap soramaz.[5]“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen, mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin. Her türlü … Okumaya devam et Hal böyle olunca, yaptığı her işinde hürdür. Fakat, aynı zamanda yaptığı her işinde hikmet sahibidir. (Zuhruf, 43/84) Abes fiil işlemez.
Bu iki meseleyi öncelikle aklımızın bir köşesine koymak lazım. Yani, Allah bizim de bütün varlığın da tek sahibidir. Kendi mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimseye hesap vermez. Aynı zamanda Allah kimseye zulmetmez, adaletlidir, Âdil-i Mutlak’tır ve her işinde hikmet vardır.
Bunu net olarak tespitten sonra üç kardeş meselesindeki birinci konuya değinmekte fayda var. Çocuğun Cennet’e gitmesi konusu. Bu konu İslam alimleri arasında uzun uzadıya inceleme konusu olmuş, rivayetler değerlendirilmiş ve üç farklı görüş ortaya çıkmış.
Bunlardan en sonuncusu ve bizim de iştirak ettiğimiz kabul, müslüman, müşrik, ehl-i kitap veya münkirlerin bütün çocukları, çocukken vefat ederse Cennet’liktir. Bu konuda İmam Muhammed el-Birgivî’nin (ö.981/1573) “Risâle fî Ahvâli Etfâli’l-Müslimîn” isimli müstakil bir eseri vardır. İmâm Birgivî kendi görüşünü destekleyen hadisleri ve kavilleri bir bir sıralamış ve kendisine tebliğ ulaşmayana azap edilmeyeceği gibi, akıl bâliğ olmamış bir çocuğa da hesap sorulmayacağını belirtmiştir.[6]Muhammed Birgivî, Risâle fî Ahvâli Etfâli’l-Müslimîn, ts. Bunlardan birkaç delili şöyledir:
Efendimiz, çocuğu İbrahim vefat ettiği zaman: “İbrahim için Cennet’te muhakkak bir sütannesi vardır”. (Buhârî, “Cenâiz”, 90) buyurmuşlardır. Bu hadis peygamberlerin küçük yaşta vefat eden çocuklarının Cennetlik olduğuna delalet ettiği kadar Müslüman çocuklarının da Cennetlik olduğuna delalet ettiği ifade edilmiştir.[7]Kamil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, c. IV, s. 433. İmam-ı Birgivî, el-Mâzerî’den küçük yaşta vefat eden Peygamber çocuklarının Cennetlik olduğu konusunda icma bulunduğunu nakleder.[8]el- Birgivî, a.g.e., s. 69. Bu konuda bir çalışması olan Mustafa Akçay, yine de ihtiyatlı konuşulması gerektiğini söyler.[9]Mustafa Akçay, İslam Düşüncesinde Çocukların Dinî Konumu, Akademi Yayınları, İstanbul, 2012. s.92. İmam Pezdevî’de bu konuda farklı düşünceleri zikrettikten sonra çocukların hepsinin Cennet’e gideceği kanaatinde olduğunu belirtir.[10]Hüseyin Aydın, Fırat Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, 14:2, 2009, s. 12.
Ayrıca, Hz. Enes b. Mâlik şöyle demiştir: Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Henüz ergenlik çağına ulaşmadan üç çocuğu ölen insanlardan hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah, bu çocuklara ihsan ettiği geniş rahmeti ile onları Cennet’e girdirmiş olmasın.” (Buhârî, “Cenâiz”, 12.)
“Herhangi bir kadının üç çocuğu ölmüşse, o çocuklar Cehennem’e karşı birer siper olurlar”. Bir kadın: iki tane (ölmüşse)? dedi. Efendimiz: “İki tanesi de (öyledir)” buyurdu. (Buhârî, “Cenâiz”, 6)
İbn-i Abbas’tan rivayet edilen bir başka hadis-i şerifte ise Efendimiz: “Kimin buluğa ermeden vefat eden iki öncüsü olursa, anne ve babasına, kafile öncüsünün yaptığı gibi Cennet’te yer ve ziyafet hazırlar.” (Tirmizi, “Cenâiz”, 64) buyurmuşlardır.
Çocuğunu kaybeden bir sahabîye Efendimiz ahirette o çocuğun babasına annesine şefaat edeceğini ifade sadedinde: “Çocuğuna üç kere “Cennet’e gir” dendiğinde, “Ya Rabbi anamı ve babamı istiyorum” diyerek isteği kabul oluncaya kadar şefaatten ayrılmayacağı bir günün gelmesi seni sevindirmez mi?” (Nesâi, “Cenâiz”, 52) buyurdular. Bir gün mescitte otururken Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Bu gece rüyamda şaşılacak bir rüya gördüm” buyurdu. Sahabeler “Ne gördünüz Ya Resûlallah?” dediler. Efendimiz “Ümmetimden bir kişinin tartısı hafif geldi. Tam o sırada, kendinden önce vefat etmiş küçük çocukları geldiler ve tartısını ağırlaştırdılar.” (Suyûtî, Câm’i’s-Sağîr, 2652.) buyurdular.
İmam Birgivî kendi görüşünü özellikle Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde naklettiği, Semure b. Cündeb’ten gelen hadise dayandırmaktadır. Efendimiz, rüyasında, Hz. İbrahim’i etrafında çocuklar bulunduğu halde görmüştü. Bunu anlatırlarken ashaptan bazıları “Ey Allah’ın Resûlü, müşrik çocukları da var mıydı?” diye sormuş; “müşriklerin çocukları da vardı” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 9.) buyurmuşlardı. Buharî’de geçen şu hadis de müşrik ve kafir çocuklarını kapsayan umum bir ifadedir: “…ağacın dibindeki yaşlı kimse İbrahim Peygamber’dir. Hz. İbrahim’in etrafındaki çocuklar ise, insan çocuklarıdırlar.” (Buhârî, “Cenâiz”, 93.)
İmam Birgivî’nin dayanmış olduğu diğer deliller ise “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” (Buhârî, “Cenâiz”, 33) hadis i şerifi ile “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez” (En’am, 6/164) ayetidir.
Özetle, çocukken ölen, kimin çocuğu olursa olsun Cennet’e girecektir. Peki, bu kardeşlerden küçüğün büyüyerek salih abisi gibi olmayı istemesi nedendir? Sorusuna şu şekilde cevap verilebilir: Evet, çocuk da Cennet’e gidecektir fakat salih olan abisi gibi hayatın zorluklarını ve imtihanlarını yaşamadığı için Cennet’e girse de abisinin hissettiği kadar derin o nimetlerin zevkini idrak edemez, abisinin ulaştığı mertebelere ulaşamaz. Yalnız o yaşta ölüp Cennet’e hesapsız sualsiz girmesi tamamen ihsan-ı ilâhîdir. Kendisine bir imtihan ortamı açılmamıştır. Dolayısıyla Yüce Mevla onu doğrudan Cennet’ine almıştır. Bu mülk sahibinin istediğine ihsan edeceği bir nimettir. Kimse neden bana bu hediyeyi vermedi diye O’na hesap sorma hakkına sahip değildir.
Gelelim asıl soruya işaret eden kısma. Kötü olarak yaşayıp ölen abinin, kardeşi gibiyken, yani çocuk yaşta ölmeyi istemesine. Bu kimseye ise Allah, yaşama imkanı vermiş, iyi olma, iyilik yapma, iyilerle birlikte Cennet’e gitme fırsatı sunmuştur. Zira, ondaki kabiliyetler, akıl, şuur, idrak, his, vicdan ve daha pekçok şey onun hizmetine verilmiştir. Ayrıca, ne yapması, nasıl yapması gerektiğini gösteren peygamberler gönderilmiş, onların eline de mesaj mahiyetinde kitaplar verilmiştir. Doğru ve yanlışlar kendisine anlatılmış. Bunun yanında, kişinin hem kendinde hem de kendi dışındaki dünyada Allah’ın varlığına sayısız deliller vardır. İnsan enfüsî ve âfâkî tefekkürle bu deliller üzerinden imana erebilir. Ancak Allah, bütün bu delillerin üzerine birer perde koymuştur ki, insanın bu dünyaya gönderiliş gayesi gerçekleşsin, imtihan olsun, imtihanı geçsin ve sonra Cennet’e alınsın. Dünyaya toy bir varlık olarak gelen insan o imtihanlar sayesinde yetişsin, kabiliyetleri gelişsin ve kemale ersin. Adeta herhangi bir karbon atomu iken elmas olsun diye imtihan edilmiştir. Ancak kimisi iradesini yerinde kullanmamış, kendi zaaflarına, keyfine, zevkine, hırsına, hevesine, kötü his ve duygularına kapılıp maddesi karbon iken elmas olma yerine kömür olmayı seçmiştir.
Yine mesela, okulda eğitim gören çocuğun test edilmesi gibi. Nasıl ki, bunda çocuğun bilgisinin ölçülmesinin yanında, bilgi seviyesini kendisinin görmesi, bilgisini geliştirmeye motive olması ve çalışanla çalışmayanı, aldığı eğitimin hakkını verenle vermeyeni ayırt etme gibi pek çok gaye güdülür. İnsanın bu dünyada imtihana tutulmasının da bu tarz pek çok hikmeti mevcuttur. Bir diğer yaklaşımla, buğdayın toprağa atılması, sonra üstüne karların yağması, bahar gelince toprakta tohumun çatlaması, yağmurlarla dövülmesi, yaz gelince güneşin yakması, hasat zamanında biçilip başının sapından ayrılması, sonra değirmen taşları arasında öğütülmesi, çuvallarda taşınması, derken su ile yoğrularak hamur haline getirilmesi ve nihayet ateşe verilerek ekmek haline gelmesine benzer. Buğdayın ekmekleşmesi bütün bu zahmetli serüveni yaşamasına bağlıdır. İnsanın da kemâle ermesi imtihanlarla mücadele ede ede olgunlaşması şeklinde olur.
Öte yandan, var edilme başlı başına bir nimettir. Yani hayat, sağlık, eş, dost, akraba, mal-mülk vs vs saymakla bitmeyen nimetler insana meccânen, bir karşılık alınmadan verilmiştir. İnsan bu nimetlerle kemale ersin, Rabbi’ni tanısın ve Allah’ın rızasını kazansın diye bu dünyaya gönderilmiş. Tercihsiz bir gönderiş bu. Ama nimetlerle dolu ve seçilerek yapılmış bir gönderiş bu. Tıpkı bir sultanın, aç ve sefil gariban bir köylüsünü sarayına davet edip ona sayısız nimetlerden ikram etmesi gibi. Sadece sarayın adabına uyup sonra da dönüp gitmesini istemesi gibi. Hal böyle iken insanın, saray sahibine, sultanına küstahlık ederek, beni saraya niçin çağırdın, bunca nimeti bana neden verdin, vermeseydin demesi kadar büyük bir küstahlık yoktur. Zira, sultanın gayesi, o köylünün gelip sarayda cıngar çıkarması, ortalığı ateşe vermesi ve bunun cezası olarak da hapse atılması değildir. O köylü kendi huysuzluğu, kendi sorumsuzluğundan kaynaklanan yanlışları yüzünden bunları hak etmiştir. Fakat daha da fenası, bütün bu yaptığı kötülüklerin kaynağı ve müsebbibi olarak sultanı görürse ve onu suçlarsa bu tam bir divânelik olur.
Soruya dönecek olursak, bu örneklerde de anlatıldığı üzere Mekke Fethi’nden önce ölen müşriklere hayat nimeti verilmiş. Kendilerine peygamber gönderilmiş, mucizeler gösterilmiş. Pek çok kimsenin bunları görüp, ders alıp iman ettiği gibi onların da iman etmesi beklenirdi. Kendi iradelerini kötüye kullanmaları ve şirkte ısrar etmeleri sebebiyle başlarına gelecek şeyin sorumlusu kendileridir. Çocuk olarak ölme ve Cennet’e gitme bir hak değil bir hediyedir, bir ikramdır. Bu yüzden çocuk olarak ölmemiş, yaşamış ve müslümanlara, Efendimiz’e hayatı dar etmiş kimselerin “bize neden bu ikram yapılmadı” demeye hakları yoktur. Zira, bu bir hak değildir.
Ayrıca, Efendimiz, Mekke’yi fethedince kimseyi İslâm’a girmeye zorlamamıştır. Girmeyeni sırf bu sebepten öldürtmemiştir. Nitekim, “Ebû Süfyan’ın evine sığınan emniyettedir, Kabe’ye sığınan emniyettedir, evine girip kapısını kapayan emniyettedir…”[11]İbn Hacer el-Askalani, Şihabuddin Ebi’l-Fadl Ahmed b. Ali, Tehzibü’t-Tehzib, thk., Mustafa Abdulkadir Atâ, Beyrut 1994/1415, c. IV, s. 377; İbn Kayyım el-Cevziyye, … Okumaya devam et demiş ve hiç kimseye müslüman olmadığı için ceza vermemiştir. Gayesi, kan dökülmemesi ve huzur içinde Mekke’ye girmektir. Cezayı hak edenler, yaptıkları başka kötülükler ve işledikleri suçların cezası olarak ceza görmüşlerdir. Bunun yanında, Mekke Fethi’nden sonra da Efendimiz ile savaşmayan müşrikler ve Ehl-i Kitab’a dokunulmamıştır. Hatta bazı müşrikler toplanıp Huneyn’de tekrar Efendimiz’in karşısına çıkmış, Taif’te O’nunla savaşmışlardır. Daha da ötesinde, Müseylimetü’l-Kezzâb gibi birileri çıkıp yalancı peygamber olduğunu iddia etmiş ardında da bir sürü insan yer almış, sürüklenmişlerdir. Bütün bunlar bize gösteriyor ki, insanoğlu daima imtihana maruz kalmış ve teklif sırrı ortadan kalkmamıştır. Dolayısıyla Fethin öncesinde de sonrasında da, hidayete erenler olduğu gibi küfür içinde boğulup gidenler de olagelmiştir.
Fetihten önce ölenlerle fetihten sonraya kalanlar arasında, yukarıda zikrettiğimiz hususlar, hususiyle de Allah’ın adaleti açısından düşününce belki şöyle bir farktan söz edilebilir: Fetih sonrası bir iman zemini oluştuğu, maniler büyük ölçüde bertaraf olduğu, bu yüzden imana girme daha kolay olduğu için, Allah katında, fetih öncesi Müslüman olmanın kıymeti, fetih sonrası Müslüman olmanın kıymetine oranla çok daha büyüktür. Aynı şekilde, fetih öncesi imtihan daha zor olduğu için fetih sonrası müşrik kalmanın vebali ve buna mukabil cezası, fetih öncesinde müşrik olarak ölenlere nisbetle çok daha büyük, çok daha acı olsa gerektir. Şu ayet bu hakikati çok açık şekilde ifade etmektedir:
“Göklerin ve yerin yegâne vârisi Allah olup, bütün mallarınız zaten O’na ait olduğu halde niçin Allah yolunda infakta bulunmuyorsunuz? Mekke’nin fethinden önce infak edip Allah yolunda savaşanınızla bunları fetihten sonra yapanınız elbette eşit değildir. Fetihten önce bunları yapanlar, fetihten sonra infak edip savaşanlardan daha üstündürler. Bununla beraber Allah, her birine de cennet vaad eder. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Hadid sûresi, 57/10)
Hasılı, Fetih öncesinde ölenlerin sonrasına kalsalardı iman edip etmeyeceklerini bilemeyeceğimiz için, yani kaderi bilemediğimiz için, “kalsalardı müslüman olacaklardı” demek, meçhule hüküm bina etmek olur. Fetih öncesindeki o kadar çileye, o kadar ağır imtihana rağmen binlerce insan o dönemde Müslüman olmuş ve sahabi olma mertebesini hak etmiştir. Buna karşılık, fetih sonrasında da Müslüman olmayanlar olmuştur. Sevap ve cezanın büyüklüğünü belirleyen, tabi olunan imtihanın ağırlığıdır.
Dipnotlar
⇡1 | Bekir Topaloğlu, Kelam İlmine Giriş, İstanbul, 1981, s. 22, 24 |
---|---|
⇡2 | “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” Necm, 53/39. |
⇡3 | “Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez.” “Sen de mi ya Resulallah!” dediklerinde de “Evet ben de meğer ki Rabbim beni rahmetiyle sarıp sarmalamış olsun.” Buharî, Rikak, 18; Müslim, Münafikîn, 71-73. |
⇡4 | “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük de kendindendir. (Kendi kusurun sebebiyledir)…” Nisa, 4/79. |
⇡5 | “De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen, mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin. Her türlü iyilik senin elindedir. Şüphe yok ki en, her şeye kâdirsin. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız bir surette rızık verirsin.” Al-i İmran, 3/26-27. |
⇡6 | Muhammed Birgivî, Risâle fî Ahvâli Etfâli’l-Müslimîn, ts. |
⇡7 | Kamil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, c. IV, s. 433. |
⇡8 | el- Birgivî, a.g.e., s. 69. |
⇡9 | Mustafa Akçay, İslam Düşüncesinde Çocukların Dinî Konumu, Akademi Yayınları, İstanbul, 2012. s.92. |
⇡10 | Hüseyin Aydın, Fırat Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, 14:2, 2009, s. 12. |
⇡11 | İbn Hacer el-Askalani, Şihabuddin Ebi’l-Fadl Ahmed b. Ali, Tehzibü’t-Tehzib, thk., Mustafa Abdulkadir Atâ, Beyrut 1994/1415, c. IV, s. 377; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zadu’l-Meâd fi Hedyi Hayri’l-İbâd, thk., Suayb Arnavut-Abdulkadir Arnavut, Beyrut, 1994/1414, c. III, s. 302-303; el-Mizzî, Cemaluddin Ebi’l-Haccac Yusuf, Tehzibu’l-Kemâl fi Esmai’r-Ricâl, thk., Beşşar Avvad, Beyrut 1992/1413, c. XIII, s. 120; es-Safedi, Salahuddin Halil b. Aybek, Kitabu’l-Vafi bi’l-Vefayat, Şututgart (Almanya) 1991/1411, c. XI, s. 285; Hamidullah, İslam Peygamberi, trc., Salih Tuğ, İstanbul 1990, c. I, s. 99. |