İçindekiler
Öncelikle böyle bir istek takdire şayandır. Zira, dinimiz bizden inanılacak hususlara bilerek, anlayarak ve şuurlu bir şekilde inanmamızı ister.
İman Fıtrîdir
Şunu baştan belirtmekte fayda var. Allah âdil-i mutlaktır. Yani, hiç kimseye zulmetmez. Adaletle muamele eder. Dünyaya gelen kimse hangi şartlarda dünyaya gelmişse ondan o çerçevede bir sorumluk bekler. Mesela, dünyanın ücra bir köşesinde hiç İslam’ı duymadan yaşayan bir kimse elbette Müslüman anne babadan doğan ve İslamî bir eğitim alan kimse ile aynı şartları paylaşmadığı için aynı sorumluluğa tabii tutulmaz. Ondan beklenen aklıyla bir Yüce Yaratıcı’nın varlığını bulabilmesidir. Maturîdî’ye göre akıl bu melekeye sahiptir, Eşarî’ye göre ise tebliğ ulaşmayan kimse hiçbir şeyden sorumlu değildir. Ehl-i fetret kabul edilir ve kurtulur.
Müslüman anne babadan dünyaya gelen ve İslam’ı duyup öğrenen bir kimse başta taklîdî bir imana sahip olur. Gördüğü ve duyduğu şeyleri taklit eder. Ancak onun yapması gereken şey büluğa erdikten sonra bilerek ve izan ederek inanmasıdır. Ehl-i sünnet alimleri taklîdî iman sahiplerinin de kurtulacağına hükmetmişlerdir.[1]Ebu‘l-Mu‛în en-Nesefî, Tebsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, tah. Hüseyin Atay, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1994), c. I, s.42. ancak esas olan imanı tahkike erdirmektir. Yani, bilerek, izan ederek ve şuurlu bir şekilde iman etmektir. Zira, iman delil ve şuur ister. Eğer insan inandığı şeylerin kaynağını, delilini bilemezse kalbine gelen şüphe ve tereddütlere cevap veremez. Şüpheler kalbinde küçük bir kurt gibi onu rahatsız ederken zamanla birer yılana döner kalbini ele geçirir. Başkalarının tereddüt verici soruları karşısında sarsılıp yıkılabilir. En iyi ihtimalle etrafındakilerine güveninden dolayı taklîdî imanda kalır ki, bu onu avam seviyesinde bırakır. Yani, inkişaf edemez. Manen kendini geliştiremez.
İman insan için fıtrî bir şeydir. İnanmayan insan yoktur. Herkesin kendine göre inandığı bir şey vardır. Ateistlerin bile kendilerine göre inandıkları şeyler vardır. İnancı olmayan insan içindeki boşluğu başka hiçbir şeyle dolduramaz. Batıl dahi olsa bir şeylere inanma ihtiyacı hisseder. Hakikati bulup iman ettiğinde ise, emniyet, sükûn ve huzura kavuşur. Zira bu imanda, kesin olarak ve içten gelerek inanma ve doğrulama vardır.[2]Abdullah Aydın, İslam İnançları: Tevhid ve İlm-i Kelam, İstanbul 1984, s. 149.
İman bir kalbe yerleşti mi, bir dinamo gibi ona Allah’a kulluğun bütün zorluklarını göğüsleme gücü verir, bütün varlığa şefkat duyma hissi verir, başkalarına faydalı olmak için akıl almaz fedakarlıklarda bulunma enerjisi verir, hayatı anlamlandırır, meşhur “nerden geliyorum, nereye gidiyorum, neciyim/kimim” sorularına ikna edici cevaplar temin eder, yaşama ve yaşatma duygusunu körükler. Dahası boşluktan, tembellikten, asalak bir hayat yaşamaktan, insanların hakkına girmekten, başarıya giden yolda her şeyi ve herkesi feda etmekten, kötü ahlak ve davranışlardan, anarşiden, kötü alışkanlıklardan ve daha pek çok kötü şeyden insanı korur.
İmanın Tadı
Kur’an, imanı her şeyin üstünde tutar. İnsanın, kalbin inlemelerine ve aklın perişan edici suallerine ancak imanla çare bulabileceğini, iç huzuru ve itminanı elde edebileceğini
“Allah’a yönelen ve böylece Allah’ın hidayete erdirdiği kimseler; iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur!” (Rad, 13/28)
ayetiyle dikkat nazarlarımıza sunar. İnanan ve artık Rabbiyle bir ilişkisi olan kimsenin nasıl davranması gerektiği konusunda ise:
“Rabbilerine olan derin saygılarından dolayı sorumlu davrananlar; Rabbilerinin âyetlerine inananlar; Rabbilerine ortak tanımayanlar; verdiklerini, Rabbilerine dönecekleri inancından dolayı kalpleri ürpererek verenler; İşte bunlar iyiliklere koşup, bu uğurda yarışırlar.” (Mü’minûn, 23/57-61)
buyurur.
İmanın bir bedel istediği muhakkaktır. Çünkü, yüce davalar, yüksek idealler bedel ister. Bu bedeli seve seve verenler için de, imanın mükâfatı adına
“İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanları da, içinde ebediyen kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu bir gölgeliğe alacağız.” (Nisâ, 4/57)
ifadeleriyle müjdeler.
İmanın mücessem numunesi olan Efendimiz de, imanın içte sezilip duyulması adına ümmetine şunları beyan buyurur: “Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Resûlünü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 10.)
Benzer bir hadislerinde ise “Üç şey vardır ki kim bunları yaparsa imanın tadını almış olur:
- Tek olan Allah’a kulluk edip, O’ndan başka ilâh olmadığına inanmak,
- Her sene malının zekâtını gönül hoşluğuyla, isteyerek vermek,
- Zekât verirken de malın yaşlı, uyuz, hasta ve zayıfını değil, vasatından vermek. Zira Allah, sizden mallarınızın en iyisini istemiyor, ancak kötüsünü vermenizi de emretmiyor.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 5/1582.)
Diğer bir rivayette Efendimiz, imanın tadını hissettirecek amelleri zikrederken, zekâtla ilgili iki maddeyi birleştirip üçüncü olarak: “…Bir de kulun nefsini tezkiye etmesi” buyurmuştur. Ashâb-ı kiramdan bir kişi:
“–Kişinin nefsini tezkiye etmesi ne demektir, ey Allah’ın Resûlü?” diye sorunca da:
“–Nerede olursa olsun Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu bilmesi” buyurmuştur. (Taberânî, el-Mu’cemü’s-Sağîr, c. I, s. 334/555; Beyhakî, Şuabu’l-İman, c. V, s. 9/3026.)
Efendimiz’in amcası Abbâs bin Abdülmuttalib (r.a.)’in rivayet ettiği bir başka hadiste ise: “Allah’ı Rab, İslâm’ı din, Muhammed’i (s.a.v) Allah’ın resûlü olarak benimseyip onlardan razı olan kişi, imanın tadını almıştır.” (Müslim, iman, 56; Tirmizî, iman, 10/2623; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. I, s. 208.) buyurmuşlardır Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi ekmelü’t-tehâyâ.
İmanın tadı vicdanda duyulabilecek biz lezzete sahiptir. Bunu elde etmenin farklı yollarından bahseden Efendimiz bir keresinde: “Harama bakış, İblis’in zehirli oklarından bir oktur. Her kim Allah korkusu sebebiyle onu terk ederse, Yüce Allah bu davranışına karşılık ona, kalbinde halâvetini hissedeceği bir iman bahşeder.” (Hâkim, Müstedrek, c. IV, s. 349/7875; Heysemî, Mecma’u-Zevâid, c. VIII, s. 63.) buyurarak, imanın helal dairede kalmakla, haramlara karşı net tavır almakla derinleşeceğine işaret buyurmuştur.
İnsan inişleri çıkışları olan bir varlıktır. Kalp günde yüz defa oradan oraya döner. Onu istikrarda tutma ve imanı sürekli taze tutma adına da tavsiyelerde bulunan Efendimiz:
“–İmanınızı yenileyiniz!” buyurmuştur. Ashâb-ı Kirâm:
“–Ey Allah’ın Resûlü, imanımızı nasıl yenileyelim?” diye sorduklarında Resûlullah da:
“–“Lâ ilâhe illallâh” sözünü çokça söyleyiniz!” cevabını vermiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 359; Hâkim, Müstedrek, IV, 285/7657.)
İmanın en büyük neticesi ise ahirettedir. Hayatını iman üzere neticelendiren kimse için Kur’an şu müjdeyi verir:
“Kim de ahireti ister ve ona lâyık bir biçimde mü’min olarak gayret gösterirse, işte böylelerinin çalışmaları makbuldür” (İsrâ Suresi, 17/19)
İmanın Güçlendirilmesi
İmanın yeri her ne kadar kalp olsa da[3]İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, (Çev. Mehmet Öz), İstanbul 1981, s. 17. Elmalılı’nın Bakara Sûresi’nin tefsirinde beyan ettiği gibi, imanda, insanın hisleri, kalbi, ruhu ve aklı bir arada etkindir.[4]Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Tarihsiz, c. 1, s. 172. Bakara, 2/4. Bir de inandığını yaşama hususu var ki, iman temelse inancı doğrultusunda kişinin yaşaması o temel üstüne inşa edilen bina gibidir. Ne temelsiz bina olur, ne de binasız temel kendini koruyabilir. Yani, imanın inkişaf edip kökleşmesi, taklitten tahkike ermesi ilim ve amel bütünlüğüne bağlıdır.
Şu bilinen bir gerçektir ki, insan hayata iman etme melekesiyle ile gelir. Günümüzde yapılan araştırmalar da çocuğun dünyaya gelirken dînî duygularla birlikte geldiği, ailenin bu duyguları şekillendirdiği, dokuz yaşına kadar çocuğun hiç sorgulamadan ailesinin telkinlerini kabul ettiğini ortaya koymuştur.[5]Antoine Vergote, “Çocuklukta Din”, (Çev. Erdoğan Fırat), A.Ü.İ.F.D, Ankara 1978, c. XXII, s. 315-317. Fahr-i Kâinat Efendimiz buna işeret eder ve “Her doğan, (İslâm) fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 92; Ebû Dâvud, Sünnet, 17; Tirmizî, Kader, 5.) buyururlar.
J. W. Fowlar isminde bir psikolog araştırmacı da iman gelişimi hususunda yaptığı çalışmalarda şöyle bir teoriye ulaşmıştır. “İman konusunda, yapısal olarak birbirinden ayrı yedi aşama vardır. Bu aşamaların birinden diğerine geçiş, biyolojik olgunlaşmayı, duygusal ve bilişsel gelişmeyi, psikososyal deneyimi ve dinsel-kültürel etkileri içine alır. İnanç gelişiminde, bir evreden diğer bir evreye geçiş, otomatik veya kesin değildir.”[6]J. W. Fowler, “Pluralism and Oneness in Religious Experience-William James, Faith Development Theory, and Clinical Practice”, in Religion and the Clinical Practice of Psychology, (ed. by Edward … Okumaya devam et Fowler, taklitle başlayan, yavaş yavaş çevresel faktörler, verilen eğitimler, sosyakültürel şartlar, yaşın getirdiği psikolojik değişikliklerle sorgulaya sorgulaya şekillenen ve kemale eren iman aşamalarından bahseder.
İnsan, ilk aşamalarda henüz inancının kökleşmemesi ile var olan düzenin parçaları arasında gerilim yaşar. Derken sürekli gelişen ve değişen geniş bakış açısıyla yeni metafizik alemlere yönelir. İmanda kemale doğru yürür. Bununla birlikte imanını kemâle erdiren insan sayısı da azdır.[7]M. M. Jardine & H.G. Viljoen “Fowler’s Theory of Faith Development: An Evaluative Discussion”, Religious Education,Volume: 87, Issue: 1. http://search.epnet.com/direct.asp.?=96922SG82 … Okumaya devam et
Üstad Bediuzzaman bu seyahati değerlendirirken kıyaslama yapar ve kendi tecrübesini sunar:
“İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak namına istihdam eder. Her şey mir’at-ı marifet olur.”[8]Bediüzzaman, Mektubat s.373 (Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas, İkinci Mesele).
Bu tecrübede işaret edilen husus Kur’an’dan alınan marifettir. Bunu en iyi bilen ve yaşayan Fahr-i Kâinat Efendimiz ve O’nun talebeleri mesabesindeki sahabedir. İmanın onların hayatındaki yeri, inandıkları değerleri hayata hayat yapmadaki hassasiyetleri ve imansızlığa karşı aldıkları tavırlarıyla bu konuda bize rol model olmaları bizim için paha biçilmez bir nimettir. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bir yerde onların imanlarını anlatırken: “Kur’an-ı Kerim:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler, (hakkıyla ve gerçek manada) iman edin!” (Nisâ, 4/136)
buyuruyor. “Ey iman edenler!” diyor; “Kâfirûn, Münafikûn, Fâcirûn, Fâsikûn!” değil, “Ey iman edenler!” diyor. Hem de fiil-i mazi kipi ile söylemek suretiyle, “Ey imanda sâbit-kadem olanlar.. -belli bir yönüyle- onu vicdanlarında sürekli tazeleyip duranlar.. delil peşinde koşturanlar.. marifetleri ile kalblerine mızraplar indirenler.. içlerini huşu ve haşyet ile harekete geçirenler!.. Dimağlarınızı onun tesirine alarak, düşünce hayatınızı pozitif düşüncelere tevcih ettirerek, bir kere daha -gelin- iman edin!” diyor.
Sahabî, semadan gelen bu emre imtisâlin gereği, onu doğru anlamanın gereği, bazen sokakta rastladığı kimseye, تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً diyordu: “Gel, hele şöyle bir süre Allah’a yeniden iman edelim!” Sa-ha-bî… İman etmişlerdi, hem de bizim idrak ufkumuzu aşan şekilde iman etmişlerdi. Görüyor gibi iman etmişlerdi; her tavır ve davranışlarından “ihsan şuuru” dökülüyordu; kıvrım kıvrım idiler Allah karşısında. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara örnek idi; O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) göre şekilleniyorlardı. O ne yapıyor, ne ediyor, nasıl kıvranıyor, nasıl gözyaşı döküyor, nasıl başını yere koyuyor, secdede dakikalarca duruyor ise, onlar da O’na benzeme peşindeydiler, o yolda idiler; O’nun gibi olma, O’na layık olma istikametinde ve sürekli bir kıvam koruma gayretinde idiler, Allah’ın izni ve inâyetiyle.[9]İmanin tadı, sevgi ve Ümit” şeklinde konuyu ele almaktadır.
Hasılı
İman hayatın gayesidir. İnsan bu dünyaya kendisini Yaratan’ı bulmak, kendi konumunu kavramak ve Yaratan’ını razı etmek için gönderilmiştir. Nasıl her eşya yaratılış gayesini gerçekleştiremediğinde talihsizdir, bal arısı bal vermediğinde, elma ağacı meyve vermediğinde ve su temizlemediğinde talihsizdir, insan da iman etmediğinde talihsizdir. O halde iman, insan için zaruridir. Mademki zaruridir ve mademki en makbulü tahkiki imandır peki bu imanı tahkike erdirme adına neler yapılmalıdır. Bunları kısa kısa maddeler halinde arz etmeye çalışalım:
- İnanılacak hususları tespit etmek.
- Sağlam kaynaklardan okumak.
- Akla takılan yerleri ehil kimselere sormak.
- Öğrendikleriyle amel etmek. İbadet, dua, zikir, tesbih, tefekkür, güzel ahlak vs…
- Amelde ihlası Allah’tan istemek.
- Haramlara karşı mesafeli olmak.
- Bir grup içinde inandıklarını yaşamaya gayret etmek.
- Numune şahısların hayatlarını okumak.
- Örnek kimselerle tanışıp, hasbihal etmek.
- Zararlı fikirlerden, neşriyattan ve şahıslardan uzak durmak.
- Şeytan ve nefsin hilelerine karşı hazırlıklı olmak. Allah’a sığınmak.
- Zamanını dolu dolu geçirmek. Boşlukta kalmamak.
- Mutlaka başkalarının hayatlarına da tesir etmeye çalışmak. Kendi mumundan başkalarının mumunu da tutuşturmaya çalışmak.
Kısaca bu hususları hayata geçirerek imanımızı taklitten tahkike çıkarabiliriz. Bunun ötesinde bir husus daha var ki, onu bizzat Hocaefendi’nin ağzından dinleyelim.
“Bununla beraber, en az tahkik kadar, belki ondan da önemli bir şey daha vardır; o da, Allah’a çok itimat etmek, O’na çok güvenmek ve her an O’na sığınmaktır. Siz bana sorsanız ve deseniz ki, “Biz sabah-akşam bin defa “Allah’ım, Sensiz edemeyiz; elimizden tut, bizi yalnız bırakma! diyoruz. Bu kadarı yeterli midir?” Ben de derim ki, “Bin defa daha deseniz daha iyi olur.” Çünkü, o kadarına bizim ihtiyacımız var. Sakın, hiç kimse hâl-i hazırdaki durumuna güvenmesin, şu anki konumuna itimat etmesin. Maalesef, çoğumuz bir yalan üzerinde duruyoruz. Günahlar karşısındaki zaaflarımız bu yalanların emareleridir. Cismaniyete ait bir kısım boşluklarımız durduğumuz yerin çatırdadığının işaretleridir. Dünya karşısında mümince bir duruş sergileyemiyorsak, beklentisiz olamıyor ve “Bir kuruş gelmese de olur, evim-barkım olmasa da olur” diyecek babayiğitliği ortaya koyamıyorsak yıkılma temayülleri gösteriyoruz demektir. Bu zaaf ve boşlukların hepsinden bizi avlayabilirler. Şeytan avlayabilir, şeytanın insî ve cinnî avanesi avlayabilir, nefs-i emmare avlayabilir. Evet, Allah tutmazsa ayakta duramayız. O’ndan diliyor ve dileniyoruz: Bizi taklitten ve mukallitlikten kurtarsın; tahkîke ve hakiki mü’min olmaya ulaştırsın.[10]Gülen, Ümit Burcu, “Kültür Müslümanlığı ve Tahkikî İman””
Dipnotlar
⇡1 | Ebu‘l-Mu‛în en-Nesefî, Tebsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, tah. Hüseyin Atay, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1994), c. I, s.42. |
---|---|
⇡2 | Abdullah Aydın, İslam İnançları: Tevhid ve İlm-i Kelam, İstanbul 1984, s. 149. |
⇡3 | İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, (Çev. Mehmet Öz), İstanbul 1981, s. 17. |
⇡4 | Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Tarihsiz, c. 1, s. 172. Bakara, 2/4. |
⇡5 | Antoine Vergote, “Çocuklukta Din”, (Çev. Erdoğan Fırat), A.Ü.İ.F.D, Ankara 1978, c. XXII, s. 315-317. |
⇡6 | J. W. Fowler, “Pluralism and Oneness in Religious Experience-William James, Faith Development Theory, and Clinical Practice”, in Religion and the Clinical Practice of Psychology, (ed. by Edward P. Shafranske), Washington 1986, s. 169. |
⇡7 | M. M. Jardine & H.G. Viljoen “Fowler’s Theory of Faith Development: An Evaluative Discussion”, Religious Education,Volume: 87, Issue: 1. http://search.epnet.com/direct.asp.?=96922SG82 & db=aph. |
⇡8 | Bediüzzaman, Mektubat s.373 (Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas, İkinci Mesele). |
⇡9 | İmanin tadı, sevgi ve Ümit |
⇡10 | Gülen, Ümit Burcu, “Kültür Müslümanlığı ve Tahkikî İman” |