Hemen her ortama çarçabuk intibak eden çocuğun kalbi, kafası, kulağı, gözü ve sair duygularının günaha alışmasına meydan vermeme ve onun tertemiz bir muhitte neş’et edip gelişmesini sağlama yuvada görüp duyduğu; duyup doyduğu, dolduğu dinî atmosferi dışta da verebilme ve dış çevrenin aile muhitine mutabık olmasını temin etme de yine ebeveynin, muallimin, mürebbinin vazifesidir.
Neslimiz ya yanlış felsefi fikirlerle, bozuk ve aşarı (extreme) akımların, felsefelerin prensipleriyle ruhsuz, gaddar ve zalim; ya da Kur’ân âli prensipleri ve ilâhî düsturlarıyla aziz, ufuklu ve merhametli olma durumundadır.
Doğrusu, insanlar ne zaman Kur’ân’dan uzak ve kendi tabiatlarıyla başbaşa kalmışlarsa, zayıflarsa, zayıflara, acizlere, güçsüzlere karşı hep gaddar, zalim, merhametsiz davranmış ve onların sırtından geçinmiş, onları sömürmüş, onları hor görmüş, hakir görmüş ve horlamış; güçsüz ve zayıf düştüğü zaman da zillet göstermiş, el-etek öpmüş ve en küçük bir çıkar için iki büklüm olmuş, yerlere kapanmıştır. Bediüzzaman’ın da buyurduğu gibi, dünyevîlik felsefesine bağlı biri, ” aslında bir firavundur; fakat menfaatı için en önemsiz şeylere ibadet eden zelil bir firavundur… hasis bir çıkar için şeytan gibi şahısların ayağını öpen denî bir muannittir… Kur’ân terbiyesiyle yetişmiş bir ruha gelince o, “Bir kuldur, ama mahlukatın en büyüğüne karşı dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur…” (Bediüzzaman Said Nursi, 12. Söz, 2. Esas)
Aslında bütün güç ve kuvvetin baskı unsuru olarak kullanıldığı, Hakk’ın ayaklar altında çiğnendiği bir devirde, duygu ve düşünce istikametinin ve insan olma onurunun muhafaza edilmesi çok önemlidir. Binaenaleyh neslin terbiye-i Kur’âniye ile terbiye edilmesi ve ahlâk-ı Kur’âniye ile ahlâklandırılması; ahlâklandırılıp daima Hakk’a taraftar hale getirilmesi, en aşılmaz güçler, kuvvetler karşısında dahi sarsılmayacak bir kıvama ulaştırılması milletçe varlık ve bekamızın en önemli esasları olduğu kanaatindeyim. Zira, hem duygu ve vicdan aleminde hem de realiteler dünyasında ideal toplum örneği sadece Kur’ân sayesinde gerçekleşmiştir. Denebilir ki, bin seneyi aşkın bir zaman dilimini ışıklandıran ve emin ellerle temsil edildiği sürece hep göz kamaştıran o mükemmel İslâm toplumu Kur’ân’ın aydınlık ikliminde neşet etti. Bu toplumun ortaya çıkışı, tarihin akışını değiştirişi insanlık alemlerinin en hayretengiz hadisesi olmuştur. Bu mükemmel toplum ve onu meydana getiren fertler, hiçbir düşünce, hiçbir felsefî cereyanla zihinlerini bulandırmamış, Kur’ân’ın dupduru kaynağından beslene beslene böyle bir kıvama gelmişlerdi. Peygamber Efendiniz’in (sav) ahlakı, huyu Kur’ân’dı; ona iktida edenler de Kur’ân’ı duyuyor onu yaşıyor ve onunla yeşeriyorlardı. Kur’ân’la irtibatlı göründükleri halde böyle bir mükemmeliyet sergileyemeyenler, onun ruhuna nüfuz edememiş sathi ruhlar ve sathi düşüncelerdir.
Kur’ân’ı anlamak ve onunla dirilmek onun özünde derinleşmeye bağlıdır. Sadece onun ibare ve lafızlarıyla oyalananlar -Allah bilir- sevap kazansalar da sevaba açık bir cemaat haline gelemezler. Kur’ân’la münasebetimiz açısından asıl mesele, kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelerek benliğimizin bütün buutlarıyla onu duymaktır. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah’ın bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birden bire yeşeririz. Ayetlerin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer, ruhumuzun atlasını temaşa ettiğimiz aynı anda göklerin haritasını müşahede etme ufkuna ulaşırız.
Bana göre yeni bir nesil, ancak buna denk bir atmosferde oluşturabilir.. ve derken bir ” salih daire” süreci başlar; Kur’ân bütün esrarını sinelerimize boşaltır.. ve böyle bir zenginlikle ilimden imana, imandan marifete yükseldikçe, ona muhatap olma seviyemizin farklılaşmasıyla daha bir iç derinliğe ulaşırız; ulaşır ve Allah Teala’nın sözlerindeki enginliği daha bir farklı kavrarız. Evet, aksiyon öncelikli ve pratik eksenli Kurân talebeliği, onun bize açılması için biricik yoldur. Aksine, Kur’ân’a karşı irtibat ve saygımız şekilde kalıp öze inemediği sürece de ona yakınlık içinde uzaklıklar yaşarız. İnsanlar, Kur’ân’ın ruhundan, onu hayata hayat kılma zenginliğinden mahrum kaldıkları sürece, gerçekten mahrum ve talihsiz sayılırlar. Kur’ân’la münasebette işin esası, bilginin ötesinde bütün insânî sistematiğin harekete geçirilmesidir. Elde edilen bilgilerin birer muharrik güç haline getirilerek, Kur’ân’dan anlaşılan şeylerin şartlar, durum ve atmosfere göre realize edilmesi bir esastır. Bu yapıldığı taktirde, insan yaratılış gayesi çizgisinde yerini alacak ve zebil olup gitmekten kurtulacaktır.
Kaynak: Çekirdekten Çınara