Her şeyden önce, Allah Rasulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mi’raçtan döndüğünde yatağının soğumadığını bildiren rivayetler çok mevsuk değillerdir. Bazı rivayetlerde bu haberi veren kişinin Hz. Âişe (r.anhâ) validemiz olduğu bildirilmektedir ki[1]Bkz.: İbn İshak, es-Sîre 5/275; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 15/16., kaynaklarda mi’raç hâdisesinin, hicretten üç veya beş sene evvel vukû bulduğu rivayet edildiğine göre[2]Bkz.: İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh 1/578; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 7/203. Âişe validemizin bu teferruatı bizzat bilmesi mümkün değildir; zira o, Mi’raç-ı Nebevî esnâsında babasının evinde, henüz küçük bir çocuktur.[3]Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/92.
Ne var ki Hz. Âişe validemiz bu hâdiseyi, Allah Rasulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir başka yaşlı hanımından, meselâ Hz. Hatice validemizden dinlemiş ve ondan nakletmiş de olabilir. Ancak mi’raç hadisesi, Hz. Hatice ve Ebû Talib’in vefatını müteakip vukû bulduğundan[4]Bkz.: İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh 1/578; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 7/203; el-Aynî, Umdetü’l-kârî 17/20. bu yaklaşım da sıhhatli görünmemektedir. Başka bir rivayete göre de Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ali’nin ablası Ümmühâni validemizin evinde iken mi’raçla şereflendirilmiştir.[5]Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/248; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 24/432. Hz. Ümmühâni Efendimiz’in amcasının kızı olması itibarıyla nikah düştüğünden, o günün yüksek terbiye anlayışıyla, Hz. Ümmühân’ın, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatağına elini sürüp sıcaklığını bildirmesini de ben inandırıcı bulamıyorum.
Yukarıdaki yaklaşımların keyfiyeti mahfuz, mi’raçtan döndüğünde Allah Rasulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatağının soğumamış olduğu haberinin, gerçek kabul edilmesinde de bir beis yoktur. Esasen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek cismi ile mi’raç yapmıştır. Ancak biz, Kur’ân-ı Kerim’in yaptığı gibi sadece meseleye temas edip üzerinde fazla durmadan geçeceğiz.
Kur’ân’ı Kerim, mevzuyla alâkalı şöyle buyurur:
سُبْحَانَ الَّـذٖٓي اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذٖي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاؕ اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (İsrâ sûresi, 17/1.)
Evvelâ şunu belirtelim ki, Kur’ân-ı Kerim’de geçen her tesbih sözü, esbâp yolu ile şirke girmeye karşı bir tavrın ifâdesidir. Burada da sûre tesbih lafızlarıyla başlamakta ve ilk plânda açık-kapalı şirke karşı bir tavır belirlenerek sebeplerin birer perde olduğu vurgulanmaktadır. Evet, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mi’raçı, hatta Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya seyahatı (isrâ) dahi tamamen sebepler üstüdür. Dolayısıyla onun hızı, hayalin, ışığın ve ruhun süratiyle kıyas edilmeyecek ölçüdedir.. evet o hızın keyfiyeti, ancak Allah’ın bilebileceği bir husustur. Dolayısıyla o gece Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem),
“Sebepleri esvâb gibi sırtından attı
Müsebbibü’l-esbâbla mi’raç yaptı.”
mısralarıyla ifade edildiği gibi tamamen sebepler üstü bir yolculuk yapmıştır.
Ayrıca Cenâb-ı Hak, İsra sûresine “Sübhânellezî” beyanıyla kullarına bir tembihde de bulunmakta ve âdeta “Her şeyden önce şirki kafanızdan atın ve iyi bilin ki, bunu şu âlemlerin nizam ve intizamını her an elinde tutan Allah (celle celâluhu), sebebleri, tabiatı ve eşyayı aşan bir güçle gerçekleştirmiştir.” denmektedir.
İkinci husus, Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), böylesine gökler ötesi, aşkın bir yolculuğa çıktığında, O’nun bütün iç buud ve derinlikleri harekete geçirilmiş ve O’na zaman ve mekân üstü bir yolculuk yaptırtılmıştır. Kâdı İyaz, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mekânsızlıkla alâkalı hayretlerinden bir tanesini ifade ederken, O’nun “Ayağımı nereye koyayım?” sorusuna, “Bir ayağını diğer ayağının üzerine koy.” denildiğini nakleder ki, bu da Kur’ân-ı Kerim’deki “Kâbe kavseyni ev ednâ” (Necm, 53/9) hakikatiyle alâkalı tevcihlerden biri sayılan imkanla vücup arası mertebe demektir. Bunun mânâsı şudur: Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilâh olması mümkün değildir. Zira O, Allah’ın yüce bir kulu ve şerefli bir peygamberi olmakla beraber netice itibarıyla yiyen, içen, uyuyan, yürüyen bir insandır. Ne var ki bu Ufuk İnsan, Buseyrî’nin de ifadeleriyle “Bir beşerdir, ama herhangi bir beşer gibi değildir; O, taşlar arasında tıpkı yakut gibidir.“
Evet, sıradan bir insan olmayıp, insanlık değerlerini aşan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şayet yüzbinlerce buudu ile açılmışsa, yani beyninin bütün fakülteleri ile her yere ulaşıp her konuşmayı bir anda dinleyebilecek bir mertebeye ulaşmış ya da nûrâniyetiyle bin makamda birden bulunmuşsa, O’nun mi’raça çıkıp geriye dönmesi için bir lâhza bile yetecektir. İşte bu açıdan bakıldığında O’nun mi’raçtan dönüp yatağını sıcak bulması da gayet normaldir.
Kaynak: Prizma IV, “Miraç”
Dipnotlar
⇡1 | Bkz.: İbn İshak, es-Sîre 5/275; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 15/16. |
---|---|
⇡2 | Bkz.: İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh 1/578; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 7/203. |
⇡3 | Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/92. |
⇡4 | Bkz.: İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh 1/578; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 7/203; el-Aynî, Umdetü’l-kârî 17/20. |
⇡5 | Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/248; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 24/432. |