Rüşvet, insanın hakkı olmadığı halde bir iş karşılığında elde ettiği menfaattir. Rüşvet dinimiz tarafından büyük günahlardan sayılmış ve alanın da verenin de lanetlendiği bildirilmiştir. (Ebu Dâvud, Akdiye 4) Sahabenin büyüklerinden Abdullah ibni Mesud (r.a.), rüşvetin ağır bir mesuliyet getirdiğini belirtmek üzere Efendimizin şu hadisini rivayet etmiştir: “Bir hâkimin rüşvet alması, küfürdür.” (Taberanî, Mu’cemü’l Kebir, 9/226)
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem), Abdullah b. Revâha’yı Hayber Yahudilerine vergi alması için göndermişti. Yahudiler rüşvet teklif etmişler, Abdullah b. Revâha da, kızarak bu yaptığınızdan dolayı sizden nefret ediyorum demişti. Bunun üzerine Yahudiler onun bu tavrını çok beğenmişler ve şu itirafta bulunmuşlardı: Gökler ve yer, senin bu tavrın hürmetine ayakta duruyor. (Beyhaki, Sünen, 4/122)
Hediye görünümlü rüşvetlere gelince Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) bu konuda şöyle buyururlar: “Bu ümmet, hediye adı altında kendisine verilen bir şeyi haram olduğu halde helal görmeye başladığı zaman, bu onların helaki demektir.” (Deylemi, Sünen, 1/334).
Bu manayı destekler mahiyette Ali Efendimiz’den rivayet edilen bir hadisi şerifte şöyle buyrulur: “Bir idarecinin hediye (görünümlü rüşvet) alması haram, bir hâkimin rüşvet alması küfürdür.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned) Yani insanı küfürle yüz yüze getiren, küfre sürükleyen büyük bir günahtır.
Diğer bir hadis-i şerif ise şöyledir:
“Kim bir kimse için aracı ve vesile olur, o da bu yardımına karşı bir hediyede bulunursa hediyeyi kabul ettiği takdirde, faiz kapılarından büyük bir kapıya girmiş olur.” (Ebu Davud, Büyû 84)
Evet, bir insanın işinin yapılması için vasıta olmak güzeldir ama bu vesilelik karşısında bir şeyler almak faiz kapsamına girer. Buradaki vesilelikten, devlet ya da şirket bünyesinde çalışan maaşlı insanların yapacağı aracılığı kastediyoruz. Yoksa, prim hesabıyla çalışan ya da iki kişiyi, iki kurumu buluşturan meslekler bahsimizin haricindedir ve kaynaklarımızda bunların hususi kaideleri vardır.
İnsanlar, işlerini yaparken bir devlet kurumunda ya da başka müesseselerde, zaman zaman hediye adı altında rüşvet isteyenlerle karşı karşıya kalıyorlar. Rüşvet verse Peygamber Efendimiz’in buyurduğu gibi lanetlenecek, rüşvet vermese işini yapamayacak. Bu durumda nasıl davranması lazım?
Öncelikle bu durum toplumu saran bir hastalıktır. Eskiden daha fazlaydı, şimdilerde eskiye nispeten azalsa da yine de çok denecek kadar yaygındır. Toplum olarak bunlarla mücadele etmek hepimizin vazifesidir. Bu vazifelerin başında da, terbiyeli, iffetli, dinini, vatanını, milletini seven ve onlar için çalışan insanlar yetiştirmek, yetiştirenlere destek olmak gelir. Bu husus çok önemlidir, önemine binaen de uzun vadede hesap ve sabır ister. İkinci yapılacak şey duadır. Her tarafı saran bu sâri hastalıktan bizi kurtarması için Allah’a dua etmek de boynumuzun borcudur. Bu şekilde dua etmek aynı zamanda, bahsedilen manevi hastalıklara karşı rahatsızlığımızı ortaya koymamız demektir ki bu da Allah Resulünün mübarek beyanlarında imanın en zayıf derecesidir. Evet, elimizle dilimizle mani olamadığımız bu türlü illetlere karşı hiç olmazsa içimizin rahatsızlığını Allah’ın huzurunda dile getirmek gerekir. Kim bilir belki de bu yakarışlar, birer makbul dua olarak bize geri dönecektir.
Diğer taraftan devletin de yapacağı şeyler vardır. Bu türlü problemlere karşı ciddi tedbirler almak, kontrol sistemi geliştirmek, suçlular için caydırıcı cezalar koymak ve bu problemlerle mücadele eden insanları ödüllendirmek gibi. Evet, devlet dediğimiz sistem, insanlar tarafından oluşturulduğuna göre, haram-helal hassasiyetine sahip inanmış memurlar bu meselelerin üzerinde kafa yoracaklar ve mutlaka meşru usullerle bir çıkış yolu arayacaklardır.
Hal-i hazırda yaşanan sıkıntıları aşma meselesine gelince: Öncelikle şunu söyleyebiliriz: Bir insan, dinen kendisine tanınmış bir hakkını alamıyorsa, almak için hediye kılıfıyla kendisinden rüşvet isteniyorsa, istenen şeyi tiksine tiksine verecek ve hakkını alacaktır. (Beyhaki, Sünen, 10/139) Burada şu hususu da hatırlatmak gerekir: Böyle bir muameleye zorlanan insan, mutlaka hakkını almak için başka bir çare araştıracak, eğer yoksa bu yola tevessül edecektir. Doğrudan ve yapılan muameleden razıymış gibi işin içine girmeyecektir. Az önce zikrettiğimiz “dinen tanınmış hak” meselesine bilhassa dikkat etmek gerekir. Zira, dinimizin bize tanımadığı hakları, keyfimize göre hak diye tanımlamak, hakkımız diye almaya çalışmak ve bunu yaparken sağa sola rüşvet yedirmek, iki yönlü ve altından kalkılamayacak bir günahtır.
Dikkat edilecek diğer bir mesele de şudur: Bir defalığına yapılan ya da yaptırılan işlerde, nezaket icabı verilecek hediyenin, işlerin sonunda verilmesidir. Yani, “bu hediyemi kabul et, ama şu işimi de yap” türünden baştan verilen bir hediye rüşvet manasına gelir. Ama işler olup bittikten sonra o işe vesile olan insana götürüp bir hediye vermek bazen çok da makul ve muteberdir. Fakat işin şöyle bir püf noktası vardır: Bir insana sık sık işimiz düşüyorsa, bu durumda işin başında da olsa sonunda da olsa hediye götürmemek gerekir. Çünkü işin başındaki zaten rüşvet manasına gelir. İşin sonunda verilen hediye de bir sonraki işin rüşveti manasını taşır. Dolayısıyla, iş yapmayı yaptırmayı böyle hediyelere bina etmemek, insanları sürekli bir beklenti içine sokmamak gerekir. Böyle davranmanın aynı zamanda şöyle bir faydası da söz konusudur: İnsanlar arasında Allah rızası için iş yapma ahlakı gelişir. İhlâsla yapılan her iyiliğin mutlaka ahirette kat katıyla verileceği inancı artar ve böylece bütün yardımlarımız, imanımıza takviyede bulunur. Bu açıdan, aramızda hep kullandığımız, Allah razı olsun sözü ne kadar anlamlı, ne kadar yerinde ve ne kadar dolu bir sözdür.
Böyle genel konuştuktan sonra hususiyle devlet memurlarının ve özel şirket çalışanlarının dikkat etmesi gereken hususlara temas edelim: Başta, devletin vermiş olduğu bir işi yaparken, o işten dolayı insanlardan hediye almamak esas olmalıdır. Bu konuda şu hadise ve hadis-i şerif ne kadar ibretliktir:
Ümmetine kılı kırk yararcasına bir hayat yaşamayı kendi yaşantısıyla öğreten ve tavsiye eden Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem), zekât toplama işinde birini vazifelendirmişti. Bu zâta gittiği yerlerde bazı hediyeler verildi. Vazifeden dönünce: “Bunlar zekât olarak verilenler, bunlar da bana hediye edilenlerdir” deyince, Efendimiz (aleyhi ekmelü’t tehâyâ) celallenerek minbere çıktı ve Allah’a hamd ve senada bulunduktan sonra şunları söyledi: “Ben sizden birinizi Allah’ın bana tevdi ettiği bir işte istihdam ediyorum. Sonra o da geliyor: ‘Bunlar zekât olarak verilenler, bunlar da bana hediye edilenlerdir’ diyor. Bu adam -eğer doğru sözlüyse- babasının veya anasının evinde otursaydı da, hediyesi ayağına gelseydi ya! Vallahi sizden kim haksız bir şey alırsa mutlaka onu boynunda taşıyarak, haşrolacaktır.. Şayet aldığı şey deve ve sığır ise böğürerek, koyun ise meleyerek kıyamet gününde Allah’ın huzuruna gelecektir” Sonra da Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) koltuk altlarının beyazlığı görünecek kadar ellerini kaldırdı ve “Allah’ım tebliğ ettim mi?” şeklindeki duâsını üç defa tekrar etti. (Ebu Davud, Haraç 11).
Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, devlet memurluğunda ya da herhangi bir şirketin bünyesinde çalışırken bize verilen işleri yaptığımız sırada şahsımıza verilen hediyeler, haksız kazanç kategorisine girmektedir.
Fakat bununla beraber, rüşvet manasına gelmeyecek şekilde insanlık icabı verilen ve bizim de reddedemeyeceğimiz hediyeler oluyorsa, bunları şahsımıza verilmiş kabul etmemek ve verilenleri beraber çalıştığımız insanlara dağıtmak, varsa etrafımızdaki fakir insanlara ikram etmek gerekir.
Hadisi şeriften anladığımız diğer bir mana da şudur: verilen hediyeler bize, kendi şahsımızdan dolayı değil de, içinde bulunduğumuz kurum, şirket ve resmi daireden dolayı veriliyordur. Dolayısıyla kendimize almamız doğru değildir. Peki, bir hediyenin şahsımıza mı şahs-ı maneviye mi olduğunu nereden anlayacağız diye sorulacak olursa, bunun ölçüsü, Efendimiz’in buyurduğu gibi, eğer evimizde otursaydık, devlet veya şirket bizi o vazifede istihdam etmeseydi o hediyeler bize yine de verilecek miydi? Demek ki, onların bize gelmesine vesile olan şey, çalıştığımız iş ve iş yeridir. Dolayısıyla tüzel kişilik de denilen şahsiyet-i maneviye vesilesiyle bize gelenleri almak, hakkımız değildir.
Hassasiyet adına Hazreti Ömer Efendimiz’in yaşadığı bir hadise de meselemize ışık tutmaktadır: Bir adam her sene Hazreti Ömer Efendimiz’e bir deve budu hediye eder. Bir gün gelir ve birinden davacı olduğunu, davalarını halletmesini ister. Bunu söylerken de ‘devenin budunun deveden ayrılması gibi bu adamla aramızı ayır” deyip verdiği hediyeyi çağrıştır ve Hazreti Ömer’den kayırma bekler. Bu hadise üzerine Hazret Ömer Efendimiz, hemen valilerine mektup yazar ve “hediye kabul etmeyin, çünkü bu rüşvettir” buyurur. (Kenzü’l Ummal, 5/823)
Son olarak, elde edilmesi ve yerine getirilmesi gereken hakkın, şahsi hak değil de toplum hakkı olduğunda nasıl davranılacağı üzerinde durmak icab ederdi belki ama kendine has yönleri olan bu mevzû, sınırları dikkatle çizilmesi gereken ayrı bir yazı konusu.