İçindekiler
ALLAH’IN KAİNATLA İLİŞKİSİ
Birçok ayette, kainatı kuşatan icraat ve tasarruflarından bizleri haberdar eden Yüce Yaratıcı, Bakara suresi 2/255. ayetinde kainatla olan ilişkisini, rububiyetine layık bir biçimde anlatmaktadır. Bu ayete “Ayetü’l-Kürsi” ismi verilmiştir. Bu ayet Allah’ın hükümranlığının son derece açık ve özet bir anlatımını ifade eder. Bir rivayette, Kur’an’da en büyük ayetin bu ayet olduğu bildirilir. (Bkz., İbn Hanbel, Müsned, V, 142, 178) bu uzun ayetin kısa bir meali şöyledir.
Allah o İlahtır ki Kendisinden başka ilah yoktur. Hayy’ dır (Her zaman var olan, diri olan, ezeli ve ebedi hayat sahibi), Kayyûm’dur (Kendi zatı ile var olup, zeval bulmayan ve bütün kainatı varlıkta tutup onları yöneten). Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine? Yarattığı mahlukların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahluklar ise O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na ağır gelmez, O öyle ulu, öyle büyüktür. (Bakara, 2/255)
Hayy’dır
Kendisinden başka bir ilah bulunmayan O Allah, zat-ı uluhiyetine has bir hayat sahibidir. Bütün hayat sahiplerinin, hayatlarını kendisinden aldığı bir hayat sahibidir. Fena ve zevalden (yok olmak ve kaybolmaktan) münezzehtir; ezelden ebede mutlak ve sonsuz bir hayat sahibi olup O’nun için ölüm diye bir şey söz konusu değildir.
Kayyûm’dur
Varlığı kendinden olan Allah, bütün mahlukatının da idaresini bizzat yürütendir. Her şey varlığı ve varlığının devamı için Kendisine muhtaçtır. Kendisinden başka bir ilah bulunmayan O Allah, ‘Her an yeni tecellilerle iş başındadır.’ (Rahman, 55/29). “Allah bu alemi kanunlarla yönetir. Ancak kanunlar, Allah’ın, varlığın sevk ve idaresini kendilerine bıraktığı hariçte bizatihi var olan şey değillerdir.
Kanunlar, ilahi icraat ve faaliyetin bizatihi kendisidir. Kainatın düzeni veya tabiat kanunları dediğimiz şey, eşyanın yaratılış ve devam ettiriliş biçiminin bize yansıyan görüntüsüdür, yoksa belirleyicisi değil. Yani, eşya belli bir biçimde yaratıldığı için kanunlar vardır; yoksa kanunlar var olduğu için eşya belli bir biçimde var oluyor değildir. Bir başka ifadeyle, mikro alemden makro aleme kadar kainatın işleyişinde gördüğümüz düzenli her bir faaliyet, Allah’ın sünnetinin/adetullahın tecellisidir. Yaratıcı tarafından sebep-sonuç çizgisinde sürdürülen bu düzenli faaliyeti biz ‘kanunlar’ diye algılarız.
Şu halde kanunlar, eşyanın bir silsile halinde varlık sahasına çıkarılmasının bize akseden görüntüsünden başka bir şey değildir. Bilimler, varlıklarını “sünnetullah” denilen Allah’ın koymuş olduğu kanunların düzenliliğine, muntazamlığına borçludur. Eğer Yüce Yaratıcı, sebep-sonuç çizgisi ve düzenli bir devamlılık içinde varlığı yaratıp devam ettirmeseydi, bilimlerden asla söz edilemezdi.
Tevhid inancıyla doğrudan alakalı olan bu hususun üzerinde biraz durmamız yararlı olacaktır. Bu konuda gerek geçmişte gerekse günümüzde tevhid inancına aykırı yanlış mülahaza ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Kur’an ve hadislerin gayet açık ifadelerine rağmen, İslam düşünce dünyasında bile -farkında olarak veya olmayarak- eşyada/sebeplerde hakiki tesir görenler eksik olmamıştır.
Halbuki, sebep ve sonuçlar arasındaki ilişki, bir illiyet/nedensellik ilişkisi değildir. Bu ilişki yatay değil, dikeydir. Kainatta bir düzen vardır, fakat bu düzen eşyanın kendi arasındaki zorunlu nedensel bağlantılara indirgenemez. Gerek sebeplere bakarak sonucu aklımızla bulabileceğimizi iddia etmek; gerekse, sebep-sonuç ilişkilerinin değişmeyen bir düzen içerisinde olduğunu deneylerle gözlemleyerek, sonucun, sebep tarafından yapıldığını iddia etmek, temelde hep aynı yanılgıya dayanmaktadır.
Kur’an açısından olaya baktığımızda bizim farklı bir şekilde düşünmemize yarayacak ciddi bir delile ve gerekçeye sahip olmadığımızı görüyoruz. Dört kuvvetin tamamı (çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, zayıf ve güçlü kuvvetler) İlahi Kayyûmiyetin sebep-sonuç çizgisinde düzenli bir devamlılık içinde bize akseden tecellisinden ibarettir. Sebep ve sonucun birbirine rasyonel yasalarla veya zorunlu tabiat kanunlarıyla bağlı olduğunu zannetmenin adı determinizmdir.
Sebepler de sonuçlar da yaratılmışlardır. Sebepler, kendilerinin kainattaki düzeni sürdürmelerine imkan veren zati hiçbir niteliğe sahip değillerdir. Yaratılışta sünnetullah caridir. Eğer Kainatta Allah’ın koymuş olduğu kanunlar sürekli değişse idi, istikrar olmayacağından ne ilimler teşekkül ederdi ne de yaşamak mümkün olurdu. Yaratılış, Allah öyle irade ettiği için tekdüzedir; daha da ötesi, yaratılışta, Allah’ın başka bir şekilde değil de, bu şekilde yaratmasını zaruri kılacak hiçbir şey yoktur.
Allah istediği zaman istediği şeyi değiştirebilir. Mesela on katlı bir apartmanın en üst katından bir bebek aşağı düşüyor, ölmüyor. Deprem gibi afetlerde bakıyorsunuz kendini korumaktan aciz birçok çocuk, günlerce sonra enkaz altından sapasağlam çıkabiliyor. Yüce Yaratıcı biz kainatı anlayabilelim, böylece kendisini tanıyabilelim diye, sebep-sonuç-çizgisi içinde yaratmayı irade etmiştir. Yaratanın, sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur, ama, O’nun nasıl yarattığını anlamak için, bizim, sebeplere bağlı daimi bir yaratılış şekline ihtiyacımız vardır.
Bunun içindir ki, yüce Yaratıcı, kendi isimlerini göstermek için kainatta eşya ve olaylar arasında gözle görülür anlamlı bir ilişki ve ilgi kurmuştur. Bütün eşya ve sebepler O’nun isim ve sıfatlarını bize aksettiren birer ayna gibidir. Büyük-küçük, külli-cüz’i her bir mahluk kendi hal diliyle O’nun yüceliğini ilan eden ayetler olup, asla O’nun icraatında birer ortak gibi düşünülemezler.
Varlığın düzenlilik içinde devam eden işleyişi, ancak ve ancak mutlak irade, ilim, kudret, hikmet ve rahmet gibi sıfatlara sahip bir Yaratıcının doğrudan idare ve tasarrufuyla izah edilebilir, zira mevcudatta tezahür eden bütün külli fiiller, her şeyi ihata eden bir kudretin tecellileri olduğunu gösterirler. Gerek fezada gerekse arzda bulunan bütün cisimlerin varlığı ve bekası bu kayyumiyet kanununa bağlıdır. Eğer Kayyum (adeta ayakta, her an iş başında) olan Allah, emrini bir an için çekecek olsa, milyonlarca küre ve gerçekte her şey hiçliğe düşecektir; çünkü yaratılmış şeyler, varlıklarını kendi başlarına devam ettirmelerine yardım edebilecek hiçbir şeye sahip değillerdir. Bu hususu konuyla ilgili Kur’an’ın şu ayetleriyle noktalamış olalım:
“Her bir şeyin melekûtu (idare ve tasarrufu) elinde olan (Allah’ın) şanı ne yücedir.” (Yasin, 36/83.)
“O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de, göğün ve yerin, Kendisinin buyruğu ile kaim olmaları, belirlenen yerde sapasağlam işlerinin başında bulunmalarıdır.”(Rum, 30/25)
“Gerçek şu ki: Gökleri ve yeri yok olmaktan koruyan, Yüce Allah’tır. Şayet onlar yıkılacak olursa onları Allah’tan başka kimse tutamaz.”(Fatır, 35/41)
Hasılı, varlık ne kendiliğinden olagelmiştir ne de yaratıldıktan sonra kendi akışına bırakılarak ‘Hadi, bakın işinize!’ denilmiştir. İlahi irade ve ilahi kudret varlıkta her an hükmünü icra etmektedir. Her şey O’nun elinde ve O’nun tasarrufundadır. Hiçbir şey O’nun kudretinin dışında değildir. Her şeyin gerçek sahibi ve yöneticisi yalnızca O’dur.
Allah’ı ne bir uyuklama, ne de uyku tutar
O öyle bir kayyûm’dur ki, her şeyin varlığı da varlığını devam ettirmesi de O’na bağlıdır. Her şey her anında Allah’ a muhtaçtır. Allah’ın varlığı kendinden ve bizatihi kaimdir. Bu konuda O’nun hakimiyetine gölge düşürebilecek/halel getirebilecek bir anlık ne bir gaflet ne de bir uyuklama söz konusudur. O, mülkünün her şeyini bilen ve her şeyinden haberdar olandır.
Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O’nundur
Fizik ve fizikötesi boyutlarıyla varlık bütünüyle O’nundur. Her bir mevcut, acizlikleri ile O’nun kudretini, şuursuz mahiyetleri ile O’nun ilmini ihtiyaçları ile O’nun ğınasını/lütfunu, fanilikleri ile O’nun bekasını vs. gösteren adeta birer ayna görevi görürler. Yukarıda aşağıda, görünen görünmeyen her bir şey O’nun irade ve kudretinin eseridir. Varlıkta ‘Bu da başkasının.’ denilebilecek hiçbir şey yoktur ve mümkün de değildir.
Zira, kainat ayrılmaz bir bütündür. Her şey, -içinde hiçbir cüz’ün diğerinden daha asli olmadığı- bir bütünü oluşturan diğer her bir şeye bağlıdır. Yani, her şey yoksa, bir şey de yoktur. Bir şeyden sorumlu olan her kim veya her ne ise, her şeyden de onun sorumlu olması gerekir. Başka bir ifadeyle, realitede bütün eşya birbirine öylesine bağlıdır ki, bir şey, kainattaki başka her şeyden bağımsız bir şekilde var olamaz; bir şey, ancak kainatın bütünü içinde var olabilir. Öyleyse, bir şeyi yapabilmek için, kainatta her şeyi kontrol altında bulunduracak bir bilgi ve kudrete sahip olmak gerekmektedir ki, O da Allah’tan başkası değildir.
İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine?
O’nun idare ve tasarrufuna sözlü veya fiili olarak müdahale edebilecek hiçbir güç yoktur. Bu ayet her şeyden önce Allah’ın kainattaki hükümranlığı ve tasarrufunu anlatmaktadır. O zaman buradaki şefaati, öncelikli olarak varlığın işleyişi noktasında (kozmolojik açıdan) ele almak daha uygun olacaktır.’Şe-fe-a’ fiili, kelime olarak ‘aracı olma, araya girme, müdahale etme’ gibi anlamlara sahiptir.
Bu cümleden olarak, bu ayeti -diğer bilinen anlamı yanında- şöyle yorumlamamız mümkündür: Huzurunda -O’na rağmen- mülküne ve onun işleyişine müdahale etmek kimin haddine? O’nun işine karışacak, izni dışında varlığın emir ve idaresine müdahale edebilecek bir ortak ve nezaret edici olamaz. Bu mülk bütünüyle O’nundur ve O’nun hükmü altındadır. İnsanoğlunun varlığa yapmış olduğu her bir müdahale O’nun izniyle gerçekleşmektedir.
Bugün bilimsel alanda gerçekleştirilen bir kısım başarılar O’na rağmen olmuş değildir, O’nun müsaadesiyle olmaktadır. Mesela, insanımızı hayrette bırakan klonlama olayı üzerinde duralım. Kopyalama olarak da isimlendirilen bu olayın aslı şudur:
Kopyalama işlemi için, kopyalanması planlanan canlının DNA’sı kullanılır. Canlının bir hücresinde bulunan ONA mikroskop altına alınır ve o türden başka bir canlının yumurta hücresi içine yerleştirilir. Ardından hemen şok uygulanır ve yumurta hücresinin bölünmeye başlaması sağlanır. Bölünmeye devam eden embriyo, aynı türden herhangi bir canlının rahmine yerleştirilir ve gelişip doğması beklenir.
Dikkat edilirse bu işlem sırasında kullanılan bütün biyolojik materyaller, hücre, hücre çekirdeği, hücre zarı, mitokondri, ONA gibi canlılığın hayati bütün parçaları, hazır bir şekilde bir canlıdan alınıp diğer canlıya nakledilmiştir. Bu, canlılığın cansız maddelerden ortaya çıkması değil, canlı bir varlığın canlı başka bir varlığa -teknolojik imkanların kullanılmasıyla- aktarımından ibarettir. Aktarımdan sonra gerçekleşen sonuç, yine Yüce Yaratıcının yaratmasıyla meydana gelmektedir. Burada bilim adamlarının yaptığı, aktarımı yapıp yaratılacak olan neticeyi beklemekten ibarettir. Yoksa sonuç onların becerileriyle ortaya çıkmış değildir, sonuç yine Allah tarafından yaratılmaktadır.
Şu halde, bu ve bunun gibi olaylar, Allah’ın -sebeplere usulünce müracaat eden- kullarının bu dünyadaki gayretlerine müsaade etmesi ve çalışmalarının karşılığını vermesiyle meydana gelmektedir. Çünkü Allah, insanı yeryüzüne halife olarak göndermiştir.(Bakara, 2/30)
Bütün varlığa halife olabilme payesiyle şereflendirilmiş bulunan insanın hilafeti Allah’a inanıp ibadet etmeden eşya ve hadiselerin esrarına vakıf olmaya, ondan da tabiata müdahale etmeye kadar fevkalade geniş bir dairede cereyan eder. Ne var ki, Allah’ın bir şeye izin vermesi ve neticesini yaratması her zaman O’nun, o şeyden razı olduğu anlamına gelmez. Çünkü O bu dünyada kullarını hür iradeleriyle istediklerini tercih etmekte serbest bırakmıştır. Sorumluluk kendilerine ait olmak üzere kullarının iyi veya kötü olarak seçtiği her bir fiili yaratır. Çünkü dünya bir imtihan yeridir.
Yarattığı kullarının önünde arkasında ne var, hepsini bilir
Yüce Yaratıcı kainatın, varlığın her şeyiyle kendi emir ve tasarrufunda olduğuna dikkat çektikten sonra sözü insanlara getirerek onların da tamamen kendi gözetimi altında olduklarını hatırlatıyor. Allah kullarının her şeyini bilir; bildiklerini ve bilmediklerini, geçmişlerini, geleceklerini ve de gizli açık her şeyini bilir. Zaten uluhiyetin şe’ni de bunu gerektirmektedir. O’nun için geçmiş-gelecek diye bir şey yoktur. Bu ifadeler, zihinleri zaman mefhumuyla yoğrulmuş biz insanlar içindir. O, geçmişi, geleceği ve içinde bulunulan zamanı bir noktayı, bir anı görüyor gibi görür, bilir.
Allah’ın yarattığı varlıklar O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar
İnsanların Allah’ın nihayetsiz ilmini ve de mutlak/kayıtsız ilminin tecelli ettiği malumatı ihata etmesi, bilmesi mümkün değildir. Ancak O’nun dilediği kadarını kavrayabilirler. Esasen insanların bildikleri O’nun bildirdiklerinden ve duyurduklarından ibarettir. Allah’ın kullarına verdiği/duyurduğu bu ilmi iki grupta değerlendirebiliriz:
Birincisi, Allah’ın kullarından seçip dilediğine verdiği bir ilimdir ki, bu, peygamberlere gelen vahiydir. Vahiy, özel donanımlı kimseler olan peygamberlere Hakk’ın hususi bir teveccühüdür. Dünyada hiçbir mevhibe ile mukayese edilemeyecek kadar da yüksektir.
Buna, ilham yoluyla Allah’ın bazı kullarına -istidatları ve kendisine yakınlıkları ölçüsünde- açtığı bilgileri/sırları da dahil edebiliriz; ama vahiy, şeffaf, şahitle müeyyed (Cebrail) objektiftir, bağlayıcıdır; İlham ise, hususi, yoruma açık, şahitsiz ve bu itibarla da ilzam edici değildir. Yani nebi vahyi Hak’tan telakki ettiği gibi veli de ilhamlarını yine O’ndan almaktadır. Ancak veliye Cibril nazil olmamakta, dolayısıyla da böyle bir mesaj bağlayıcı bir hitap sayılmamaktadır. Subjektif ve vicdani bir hadisedir, bağlayıcılığı da söz konusu değildir. İlham, Kur’an ve Sünneti Sahiha’nın muhkematına uygunluğu ölçüsünde kabule şayan görülüp dinin esaslarına uygunluğu çerçevesinde bir değer ifade eder.
İkincisi, Allah’ın, eşyanın sırlarıyla alakalı olarak, her devirde -sebeplere usulünce müracaatlarının bir karşılığı olarak- kullarına açtığı, verdiği bir ilimdir. Şöyle ki, ilahi ilmin tecelli alanı olan varlık adeta bir şifreler mecmuasıdır. İşte bu şifrelerin çözümüne yardımcı olacak ilhamı/desteği kullarının gayretine bağlı olarak lutfeden de yine Allah’tır.
Mesela, bir bilim adamı, kendi kapasitesiyle asla altından kalkamayacağı bir çalışma içinde ne yapacağını bilememenin çaresizliği içinde kaldığı bir anda, o işin çözümüyle alakalı bir ilhama mazhar olur; yine teknolojik bir alanda çaba sarf eden bir bilim adamı, araştırmasını yaparken, bazen hedeflediğinin tamamen aksine bir şey keşfeder. Bu, -ister inanan ister inkar eden olsun- sebeplere müracaat eden o bilim adamının şahsında, Allah’ın insanlığa bir lütfudur. Kur’an’ın “Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.” (Alak, 96/4-5) ayetini, böyle geniş bir perspektiften düşünmemize bir mani olmayacağı kanaatindeyiz.
O’nun kürsüsü (hakimiyet ve tasarrufu) gökleri ve yeri bütünüyle kaplamıştır
Bu cümlede geçen kürsü, Allah’ın hükümranlığını ifade eden bir kelimedir. Yüce Yaratıcı kainatla olan ilişkisini bu ifadenin evvelinde açıklamış olduğu halde, burada da varlıktaki tasarrufunu veciz ve kapsamlı bir ifadeyle dikkatlerimize arz eder ve biz kullarına şu mesajı verir:
Şunu iyi biliniz ki, çepeçevre kuşatılmış olduğunuz şu kainatta hiçbir nokta bulunmaz ki, orada rabbinizin irade ve kudreti, hükmünü icra etmiş olmasın.
Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na ağır gelmez, O öyle ulu, öyle büyüktür
Bu cümle, Allah’ın gücü ve kudreti hususunda şeytanın insan aklına sokabileceği bütün şüpheleri bertaraf edici mahiyettedir. Yüce Yaratıcı bize burada adeta “Bu kadar iş tek bir zat tarafından nasıl yürütülür, gibi bir düşünceye asla kapılmayın.” demektedir. Zira O’nun için zor veya kolay diye bir şey yoktur. O’nun Kitab’ında zaman zaman bu türden beyan buyurduğu ifadeler, biz kullarının seviyelerini gözetmesinden ötürüdür.
İlahi irade ve kudret için hiçbir engelin söz konusu olmadığı, Kur’an’ın önemle üzerinde durup vurguladığı bir husustur. Allah (c.c.), hemen hemen her surede pek çok ayetin sonunda birer fezleke olarak “Şüphesiz O, her şeye kadirdir.”(Bkz. Aı-i İmran, 3/29, Maide, 5/40) buyurarak bu gerçeği hatırlatır. Kur’an’ın Allah’ın (c.c.) kudretinin mutlaklığını ifade sadedinde serdettiği “O bir şeyin (olmasını) diledi mi ona, sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Yasin, 36/82) ayeti ise, bu konuda beyanın zirvesindedir. Cenab-ı Hakk’ın kudretine göre yıldızlar bir zerre, bahar bir çiçek, ağaç bir tohum kolaylığında yaratılır.
(İşte) O (böylesine) yüce, (böylesine) büyüktür
O’nun büyüklüğü lafızlarda kalan mücerret bir büyüklük değildir. O yegane yüce ve yegane büyük olandır. Büyüklüğünü akıl terazilerinin asla tartamayacağı kadar yüce bir Varlık’tır. Büyük Allah’tır. Mikro alemden makro aleme kadar topyekun kainatın, -herhangi bir karışıklık ve kaostan uzak olarak- baş döndürücü bir ahenk ve nizam içerisinde yürütülmesi, bize bu noktada yeterli bir fikir verecek mahiyettedir.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası
İlave bilgi için: