Soru Detayı: “Öz güven” tabirinin mü’mincesi nedir; inanan bir insanda öz güvenin keyfiyeti nasıldır? Düz kulluğa talip olmak ile himmeti âlî tutmak cem’ edilebilir mi?
“Öz güven”, genellikle, bir kimsenin kendisine inanıp itimat etmesi, şahsî kabiliyetlerine ve imkânlarına bel bağlaması; kendisi ve çevresiyle barışık yaşaması ve umumî halinden memnun olması şeklinde tarif edilmektedir. Hayata müsbet yanlarıyla bakmayı ders verdiği için bazı açılardan doğru ve isabetli sayılsa da, bu söz bizim kaynaklarımıza uygun düşmeyen bir mananın ve muhtevanın beyanıdır. Öz güven tabiri, yabancı kültürlerde kullanılan bazı kelimelerin tercümesi olarak Türkçemize sonradan girmiş bir ifadedir ve Batılı terminolojiye ait bir telakkîdir.
Tabii ki, insanın karakteri ortaya çıkarılmalı, kabiliyet ve istidatlarının gelişmesine gayret gösterilmelidir. Fakat, böyle bir neticeyi elde etmek için ferdi şımartacak ve onu bencillik girdabına düşürecek usullere başvurulmamalıdır. Değişik tabirlerin gölgesinde, şahsın ukalâlaşmasına ve küstahlaşmasına meydan verilmemeli; meseleler onun dar imkânlarına, sınırlı iktidarına ve güçsüz iradesine bina edilmemelidir.
Bir kere, her meseleye kendi kabiliyetleri, güç ve iktidarı açısından yaklaşan ve sürekli “ben” diyen bir insanın, zamanla nefsini merkeze koyması, onu esas kabul etmesi, yaptığı her iş ve elde ettiği her başarıyla enaniyetini biraz daha beslemesi kaçınılmazdır. Nefis yörüngeli ve kendine çok güvenen böyle bir insanın, azıcık sürçüp düştüğü bir yerde bütün bütün ümitsiz kalacağı, tutunacak yer bulamayacağı ve bir daha doğrulamayacağı da âşikardır.
Evet, insanın mahiyetinde güven duyma ihtiyacı ve hissi vardır; fakat, kime güvenmesi lazım geldiğini bilemeyen ve itimad merciini doğru tesbit edemeyen bir kimse, eninde sonunda tam bir egoist kesilecek ve her meseleyi kendisine mal edecektir. Hatta, küfre sürükleyici mülahazalara girecek ve -hafizanallah- bazı mevzularda -hâşâ- “falan yarattı” ya da “ben yarattım” diyecektir. Zamanla o, kendine hayranlık duyan ve her hâlükârda kendini, kendi davranışlarını, eda ve endamını beğenen bir narsist olacaktır; kendisinin ortaya koyduğu düşünce, tedbir ve çözümlerin dışındaki her şeye karşı tenkide hazır hale gelecektir.
Allah’adır Tevekkülümüz, İtimadımız!..
Bu açıdan, muvahhid bir mü’minin nazarında, öz güven tabirinin yerini “iradenin hakkını verip Allah’a tevekkül etme” anlayışı almalıdır. İnsan kendisine irade verilmiş ve özel bir donanımla yaratılmış bir varlıktır. O, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf buyurduğu zahirî ve batınî bütün duyularını ve duygularını (hasselerini ve latifelerini) bir sermaye olarak kullanmakla, sonra da, neticeyi ve mükâfatı Yüce Yaratıcı’dan beklemekle mükelleftir. Bu itibarla, Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet-i Sahiha’da güven duygusu hep Allah’a bağlanmaktadır. Çünkü, her şeyi halkeden ve bütün işleri evirip çeviren Mevlâ-yı Müteâl’dir. İnsan, birer nüve halinde hususi donanımına yerleştirilen istidatları inkişaf ettirir, akabinde onları bir istek ve niyet olarak ortaya koyarsa; Allah Teâlâ da ona o işi yapma gücünü ve imkanını ihsan eder. İster meyelan, ister meyelanda tasarruf, ister şart-ı adi planındaki beşer iradesine Cenâb-ı Hakk’ın doğrudan doğruya teveccühü sayalım, iradenin hakkının verilmesine ne diyeceksek diyelim, insan dileyip meyledince, Hâlık-ı kainat da meşietiyle o kuluna o işi yapmayı mümkün kılar. Dolayısıyla, insan her zaman Zât-ı Uluhiyete itimat etmeli ve O’nun meşietine dayanmalıdır.
Bu itibarla, hâlis bir mü’min her meselede önce Allah Teâlâ’ya güvenip O’nun lütuf buyurduğu kabiliyetleri kullanır; fakat, başarıları kendi nefsine değil, Yüce Yaratıcı’nın inayetine bağlar, onların Allah’tan (celle celâluhû) geldiğini bilip daha sonraki muvaffakiyetlerin de yine O’nun kudret elinde olduğuna can u gönülden inanır. Böyle bir insan acz u fakr hisleriyle dolu bulunduğu aynı anda çok güçlüdür; çünkü, hakiki güç kaynağının “Kudret-i İlâhî” olduğunun farkındadır. O pek zengindir; zira, rahmet hazineleriyle beslendiğinin şuuru içindedir. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir!” gerçeğinin kahramanıdır; dolayısıyla, dünyalara meydan okuyacak cesarettedir. Onun sığındığı kale ve kullandığı kılıç ise, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” hakikatıdır.
Evet, hakiki mü’min bir yandan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği iradeyi en iyi şekilde kullanır; diğer taraftan da, “Allah’ım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma” der ve nefsine değil, Cenâb-ı Hakk’a itimad eder. Nefsini ve nefsânî duygularını en azılı düşman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardımcı olarak ise yalnızca Allah’ı bilir. Her hadise karşısında “Hasbunallah ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Âl-i İmran, 3/173) sözünü terennüm eder; “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız” (Mümtehine, 60/4) hakikatini seslendirir. Her zaman, “Yalnız Allah’a dayanıp güven! Koruyucu olarak Allah yeter.” (Ahzab, 33/3); “Ey Rasûlüm de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe, 9/129) beyanlarına bağlı kalır.
Ne var ki, günümüzde “ben, ben” diyerek oturup kalkma ve enaniyet mülahazalarıyla dolup taşma belki her zamankinden daha fazladır. Bugün bencillik o kadar yaygındır ki, çoğu kimseler Mevlâ-yı Müteâl’in lütuflarını bile enaniyetleri hesabına kullanmakta ve onları bencilliği besleyen birer unsur gibi harcamaktadırlar. Mesela; öz güven deyip yola çıkanların ekseriyeti, zamanla kendini beğenme hummasına tutulmakta, bir fâikiyet mülâhazasına kapılmakta ve her fırsatta kendini anlatma hastalığına yakalanmaktadır.
Bundan dolayı, öz güven tabirinin bizim kültürümüzle te’lifi imkansızdır; o bizim için çok iğreti bir kelimedir. Bu da, diğer nesebi gayr-i sahih sözler gibi kendisine yüklenen mana ile dilimize girmiş ve hem kalbleri hem de kafaları karıştırmıştır. Bizim temel değerlerimizde “Tut beni Allahım, tut ki edemem Sensiz!” anlayışı esastır.
Kaynak: Vuslat Muştusu, “Öz Güven ve Mehdîlik İddiası”