İçindekiler
“Subjektif”; yalnız bir kişiye mahsus olan, sadece bir şahıs ya da bir grup için muteber sayılan, eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan, izafî, şahsî, enfüsî, indî ve dar bir daireye ait demektir. Subjektif kelimesi, daha çok objektif sözünün zıddı olarak kullanılmaktadır. “Objektif” ise; fertlerin şahsî görüşlerinden bağımsız olan, hemen herkes için geçerli bulunan, küllî, afakî ve kuşatıcı manalarına gelmektedir.
Bu iki kelimenin ihtiva ettiği manalar açısından; “objektif yükümlülük”, usûlüddin mizanlarıyla sınırları belirlenen, dinin özündeki kolaylık prensibine dayanan ve herkes için geçerli olan vazife ve sorumlulukların; “subjektif mükellefiyet” ise, her ferdin, şahsî duyuş, hissediş, idrak ve değerlendirmeleri neticesinde kendi üzerine aldığı vazifelerin ve vicdanî ölçüler çerçevesinde kendisi için belirlediği mesuliyet çizgisinin unvanıdır.
Modern ceza hukukunda, zarar verici davranışın belli bir şahsın kusuruna bağlanması “subjektif sorumluluk” kavramıyla dile getirilmektedir; ama, fıkıh metodolojisinde “subjektif mükellefiyet” diye bir tabir yoktur. Bu terkipteki iki kelimeden biri Fransızca diğeri ise Arapça asıllıdır; bununla beraber, “mükellefiyet” konusunun önemli bir derinliğini, dilimize mal olan ve günümüzde çok kullanılan “subjektif” kelimesiyle tavsif etmenin bir mahzuru olmasa gerektir. Evet, “subjektif mükellefiyet” ifadesi, Fıkıh Usulü kitaplarında bir ıstılah olarak ele alınmamıştır; fakat, onunla anlatılmak istenen düşünce, hem bütün selef-i salihînin hayatına yön vermiş hem de dünden bugüne hemen her fakîhin eserinde önemli bir mülahaza olarak yer tutmuştur. Binaenaleyh, İmam Şatıbî “Muvafakât” isimli kitabında, Mekke ve Medine dönemlerinde vaz’ edilen hükümleri karşılaştırırken, Mekkî teşrîin bir manada subjektif mükellefiyete açık olduğunu ve Hak dostlarının umumiyetle Mekke dönemindeki emirleri esas alarak yaşadıklarını nazara vermiştir. (eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât 4/239)
Mekkî Teşrî
İmam Şatıbî gibi alimlerin de dikkat çektikleri üzere; Mekke dönemindeki emir ve yasaklar genellikle mutlak bırakılmış, herhangi bir şart ve kayıtla sınırlandırılmamıştı. Bunların büyük çoğunluğu, mükelleflerin kendi değerlendirmelerine ve şahsî ictihadlarına havale edilmiş ve böylece her mükellefin, o küllî emir ve yasaklar içerisinden kendi güç yetirebildiği kadarını tatbik etmesine imkan tanınmıştı. Namaz, oruç ve zekat gibi ibadetler öz ve asıl itibarıyla emredilmiş, faiz, içki ve kumar gibi günahların da kötülükleri gösterilmişti; ne var ki, hem emirler hem de yasaklar mutlak olarak zikredilmiş, henüz haklarında bazı kayıtlar getirilmemişti. Mesela, herkes Allah yolunda infakta bulunmaya teşvik edilmişti ama mallarının ne kadarını infak etmeleri gerektiğine dair bir sınır konmamıştı. Dolayısıyla, o gün herkes kendi imanının derinliğine, İslamî heyecanının debisine ve marifet enginliğine göre bir çizgi belirliyor; kimisi malının kırkta birini, kimisi de yarısını Allah için veriyordu. Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Hatice gibi cömertlikte zirve ruhlar ise “Mevlâ-yı Müteâl infakı emretti ama o hususta bir tahdit koymadı; öyleyse bana, her şeyimi O’na feda etmek düşer!” deyip bütün varlıklarını infak ediyorlardı.
O dönemde müslümanlar, emredilen güzel amelleri yapmak, yasaklanan çirkinliklerden de uzak durmak için var güçlerini harcıyorlardı. Onlar, salih amellerin bütününe tâkatlerinin yettiği ölçüde sarılmaya çalıştıkları gibi, münkerâtın ve fuhşiyâtın her çeşidine karşı da çok temkinli davranıyor ve onların kötülükteki seviyelerine bakmadan hepsinden aynı şekilde kaçınıyorlardı. Mesela; faiz ve içki gibi yasaklar ancak Medine döneminde açıktan açığa ve te’vile, tefsire mahal kalmayacak şekilde bildirilmişti; fakat, sahabenin pek çoğu daha Mekke’deyken bu fiillerin çirkinliklerine imada bulunan ayetler gelir gelmez onlardan vazgeçmişlerdi ve artık o günahların semtine dahi yaklaşmıyorlardı.
Ne var ki, Medine’ye hicretten sonra, İslam coğrafyası her geçen gün biraz daha genişlemiş ve halk fevc fevc Allah’ın dinine girmeye başlamıştı. Bunun tabiî bir neticesi olarak da, özellikle muamelât konusunda fikir ve tatbikat farklılıkları baş göstermiş; hususiyle yeni müslüman olanlar kendilerini ilgilendiren mevzuların tafsilatlı olarak ortaya konmasını istemişlerdi. Mevcut esasları açıklayıcı ve mukaddimeleri tamamlayıcı mahiyetteki hükümlere, haram ile mekruh, helal ile mendup gibi sahaların arasını ayıracak sınırların belirlenmesine ihtiyaç duymuşlardı. Bunun üzerine, Mekke döneminde tesbit edilen küllî kaideler, Medine’de bazı cüz’î hükümlerle te’kit ve te’yid edilmiş; mücmel bulunan Mekkî esaslar tafsilatlı olarak anlatılmış, birkaç ihtimalli beyanlara açıklık kazandırılmış, mutlak ifadeler kayıtlar altına alınmış ve umumî prensipler tahsis edilmişti. Medine devrine ait bu tefsîr, tafsîl, takyîd ve tahsîslerle önceki küllî esaslar tamamlanmış ve din bütün objektifliğiyle ve herkesi kuşatıcılığıyla kemale erdirilmişti.
Aslında, Mekkî teşrîi esas alan selef-i salihîn için, Medenî hükümler bir manada ruhsatları ihtiva ediyordu. Onlar, Medine-i Münevvere’de her meselenin asgarîsinin belirlendiğine ve hiç olmazsa o kadarını yapan bir insanın kurtulacağına inanıyor; fakat, kendileri için o ruhsatlarla amel etmeyi dûnhimmetlik sayıyorlardı. Mesela; beş vakit namazı kılanın vazifesini yapmış olacağını kabul ediyorlardı; çünkü, namaz ibadetinin alt sınırı beş vakitle tahdit edilmişti; ancak, kendileri hemen her gece yüzlerce rek’at namaz ikâme etmekten dur olmuyorlardı. Ramazan ayında oruç tutanın oruç mükellefiyetini eda etmiş olacağını ve Hak nezdinde o sorumluluktan kurtulacağını düşünseler de, söz konusu kendi nefisleri olunca, senenin yarısından fazlasını oruçlu geçirmeyi bile az görüyorlardı.
Evet, Medine döneminde gelen ruhsatlar, onları Mekkî olan azîmetlerden uzaklaştırmadı; kulluk yolunda bütün gayretlerini ortaya koymaktan vazgeçirmedi. Onlar hep Mekke teşrîinin mutlak hükümlerini esas aldılar ve azîmetler kuşağında yaşadılar. Mesela; “Namazı ikâme et!” emrine kayıtsız, şartsız inkıyat etti ve hemen her gece yüzlerce rek’at namaz kıldılar. Öyle ki, namaza karşı gösterdikleri teveccüh adeta bir keramete dönüşüyordu; bast-ı zamana mazhar oluyor ve bir gecede birkaç yüz rek’at namazı ikâme edebiliyorlardı. Onların arasında iki rekatta Kur’an-ı Kerim’i hatmeden insanlar bile vardı. Onlar, Medine-i Münevvere’de dinin objektif yanının halk seviyesinde tebliğ edildiği ve orada meselenin asgarî ve mecburî yönünün nazara verildiği inancıyla, “Allah Teâlâ’nın bizim üzerimizdeki ihsanları nâmütenâhîdir. Ömür boyu hiç başımızı kaldırmadan secde etsek, yine de bir gözün şükrünü dahi edâ etmiş olamayız. Öyleyse, biz, kendi küçüklüğümüz ve Mevlâ-yı Müteâl’in azameti, kendi sıfırlığımız ve Rabbimizin nimetlerinin sonsuzluğu mülahazası içinde Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edip ibadette bulunmalıyız. Evet, biz Medenî teşrîye saygılıyız ama Mekkî hükümlerle amel etmeliyiz!..” dediler ve ömürlerini bu istikamette değerlendirdiler.
İşte, “subjektif mükellefiyet”in ifadesi olan bu mülahaza, selef-i salîhinin büyüklüğüne çok yakışan bir duygunun neticesiydi ve herkesi değil sadece kendilerini bağlayan bir düşünceydi. Sahabe-i Kiram başta olmak üzere, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn devrinde Ehlullah hep bu çizgide yaşadı; sonraki nesiller arasında yetişen Hak dostları da hep ilklerin izinde bu yolda yürüdüler.
Harem Dairesinin Âdâbı
Diğer taraftan, bir insanın marifet ufku da onun mükellefiyet çizgisinin belirlenmesinde çok önemli bir unsurdur. Hak dostları, حَسَنَاتُ الْأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ – “Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrebîn için günah sayılır.“[1]Bkz.: Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 4/276; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 5/137. demişlerdir. Bu söz de, -füruat açısından- şer’î kıstasların bazı insanlara göre değişiklik gösterebileceğini ifade etmektedir. Evet, bazı kimseler vardır ki, onlar konumları itibarıyla, daima hıfz u inayet altındadırlar ve onların da bu himayeye karşı vefalı davranmaları beklenir. Bu itibarla, avam ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınırken, ebrar makam ve derecâtı muhafaza duygusuyla O’nda fâni olmaya çalışırlar; fakat, mukarrebîn halkasındakiler O’ndan başka her şeye karşı kapanma peşinde olmalıdırlar.
Bir insan, marifet ufku açısından kendisini Cenâb-ı Hakk’a çok yakın hissediyorsa, mesela, bir kurbet kahramanının dediği gibi “Başımı secdeye koyarken Arş-ı İlahî’ye dokunacakmış gibi oluyorum” diyorsa, artık o harem dairesine alınmış demektir ve onun her hareketinin hareme uygun olması gerekir. Gayri o, sokakta değildir, giriş kapısında değildir, koridorda ya da bekleme salonunda da değildir; harem dairesine girmiş, otağını sarây-ı hümâyunun merkez noktasına kurmuştur. İşte orada, oturma da başka türlü olur kalkma da, konuşmanın da keyfiyeti değişir susmanın da.. harem dairesindeki tavır ve davranışlar tamamen hususîdir. Hatta, çoğu zaman orada dili tutmak yetmez, o makam gönlün meyillerini de zabtetmeyi gerektiren bir makamdır.
Sıradan bir insan, içinden geçen duygu ve düşüncelerden dolayı sorumlu olmayabilir; fakat, gözlerinin içine yabancı bir hayal girmemesine azmetmiş mukarreb bir kul, ihtimal tahayyüllerinden dolayı da hesaba çekilir. Nitekim, Muhâsibî “Er-Riâye li Hukûkillah” adlı eserinde mükellefiyeti sekiz mertebeye ayırmış ve belli seviyenin insanlarının hayallerinden dahi hesaba çekilme endişesiyle yaşamalarının lüzumunu belirtmiştir.[2]Bkz.: el-Muhâsibî, er-Riâye li hukûkillâh s.126-129. Sadece bir iyiliği ya da kötülüğü işleyen değil, sevabı ya da ikâbı netice verecek olan o fiili işlemese de, taakkul, tasavvur ve hatta tahayyül derecesinde ona meyleden bir insanın da o meylinin karşılığını göreceğini söylemiştir. Bu itibarla, Ehlullahtan kurbet ufkunun üveykleri, akıllarından geçen sevimsiz her düşüncenin ve bir anlık da olsa kalblerine bir buğu gibi düşen her çirkin duygunun bir tokat olarak suratlarına çarpılacağından korkmuş ve hep hayallerini de temiz tutmaya gayret göstermişlerdir.
Dahası, onlardan bazıları, Cenâb-ı Hak’la münasebetleri bir an kesilse mahvolacaklarına inanmış; ne zaman O’nunla irtibatlarının azıcık perdelendiğini hissetseler ve muvakkat bir bulutlanmaya maruz kalsalar neredeyse kalbleri duracak kadar korkmuşlardır. “Sen Allah’ın kuluysan, kullukta daimî olmalısın. Cenâb-ı Hakk’ın sana karşı rububiyetinde ve uluhiyetinde herhangi bir inkıtaya şahit oldun mu? Allah Teâlâ’nın sana Rab olmadığı bir an-ı seyyale biliyor musun? Saat değil, dakika değil, saniye değil, salise değil, âşire değil.. O’nun sana teveccüh etmediği bir an var mı? Mevlâ-yı Müteâl, sana mütemâdî Rab iken, O’nun mâbudiyeti, uluhiyeti ve rububiyeti kesintisiz devam ediyorken, sen nasıl olur da kendi kendine bir kısım inkıtalara girersin, O’nunla münasebetini nasıl kesersin?” şeklindeki kelam-ı nefsîlerle kendilerini sürekli sorgulamış, hep bu düşüncelerle nefes alıp vermiş ve her zaman O’nu görüyor ya da en azından O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla yaşamışlardır. İşte, bu mülahaza da mukarrebîne ait subjektif bir mülahazadır ve bu düşünceden doğan yükümlülük subjektif bir mükellefiyettir. Bu, belli seviyenin insanlarının özel hallerine ait hususî bir münasebettir; o münasebete göre de, hususî bir mükellefiyet söz konusudur.
Şefkat Tokatları
Kendisini iman ve Kur’an hizmetine adamış öyle insanlar vardır ki, onlar bazı şükür televvünlü düşüncelerinden dolayı bile istiğfar ederler. Mesela, tahdîs-i nimete bağlı olarak, “Şükürler olsun, Cenâb-ı Hak bize bu kadar temiz arkadaş ihsan etti, vatana ve millete hizmet yolunda bunca imkan verdi.. sonra dünyanın dört bir yanına açılma fırsatı bahşetti, fedakâr ruhların gönüllerini hicret duygusuyla doldurdu; onların çoğu gittikleri yerlerde aylarca maaş alamadılar ama yine de ihlasla çalıştılar, vazifeyi bırakıp geriye dönmeyi düşünmediler. Öyle inanıyorum ki, bu adanmış ruhlar gelecekte çok şey ifade edecekler!..” deseler, hatta bu duyguyu dile getirmeseler, sadece mülahaza safhasında bıraksalar, yine de hemen başlarını seccadeye koyar ve iki büklüm bir halde “Estağfirullah” derler. Neden?!. Çünkü, Allah’ın sonsuz güç ve kuvveti varken, başka vesilelere tesir isnat etmeyi sinsi ve gizli şirk sayarlar.
Onlar, duygu ve düşünceleri açısından bu kadar incelerden ince oldukları gibi, tavır ve davranışları zaviyesinden de kılı kırk yararcasına hareket ederler. Cenâb-ı Hak’la hangi seviyede münasebet kurabilmişlerse, o seviyeye göre muameleye tâbi tutulacakları inancıyla hal, tavır ve davranışlarına çeki-düzen verirler. Hatta onlardan bazıları, affedersiniz, banyoda ve tuvalette açılıp saçılmayı bile hayaya muhalif görürler. Nitekim, Ebû Musa el-Eş’arî (radıyallahu anh) Hazretleri’nin “Gece karanlığında yıkanırken belimi doğrultmaktan haya ediyorum; bir yerim açılacak diye ödüm kopuyor!” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/100; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/260) sözü bu ufkun insanlarındaki hassasiyetin sesi-soluğudur.
Evet, bu seviye insanları, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden çok korkar, kalbde yoğunlaşıp basîret ufkunu sarabilecek büyük-küçük her gafletten kaçar, himmet kanatlarını açıp sürekli Hakk’ın rahmet ve inâyetine sığınma cehd ü gayretiyle oturup kalkarlar. Dahası, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde olan bütün mâsivâyı benliklerinin derinliklerinden söküp atmaya ve Cenâb-ı Hak ile münasebetlerine yakışan bir duruş sergilemeye çalışırlar.
Ayrıca, subjektif mükellefiyetin seçkin temsilcileri, konumlarına yakışmayan her düşünce ve hareketten dolayı hemen cezalandırılabilirler. Sıradan kimseler günah sınırına varıp ulaşmayan hataları sebebiyle mücâzat görmeseler bile, belli mertebenin insanları sehivlerinden dolayı da tecziye edilirler. Bu hakikate binâen, Nur Müellifi, Kur’an hizmetinde bulunan adanmışların beşeriyet muktezası olarak yaptıkları hatalar neticesinde şefkat tokatları yediklerini anlatmış ve bu şefkat tokatlarının hizmette hâlisâne çalışanları intibaha getirerek onlara bir kere daha konumlarını ve vazifelerini hatırlattığını belirtmiştir. Hazreti Üstad, bu tokatları anlatmaya başlarken, hakperest ve mütevazı tabiatının gereği olarak önce kendi hakkında şefkat tokatı olduğuna inandığı hadiselere atıfta bulunmuş; sonra da kendilerinden izin alarak bazı talebelerinin başından geçen vakıaları nakletmiştir.
Bediüzzaman hazretleri, şefkat tokatı olarak isimlendirdiği hadiselerden birisini şöyle hikaye etmiştir:
“…Kur’ân’ı yeni bir tarzda yazmak hususunda talebelere bir vazife açıldı. Hakkı Efendi’ye de hisse verildi. Elhak, o hissesine sahip çıktı. Bir cüz’ü güzel yazdı. Fakat derd-i maişet zaruretiyle kendini mecbur bilip, gizli dâvâ vekâletine teşebbüs etti. Birden, bir şefkat tokadı yedi. Kalemi tutan parmağı muvakkaten kırıldı. “Bu parmakla hem dâvâ vekâleti yapmak, hem Kur’ân’ı yazmak olmaz” diye, lisan-ı mânâ ile ihtar edildi. Dâvâ vekâletine teşebbüsünü bilmediğimiz için, parmağına hayret ediyorduk. Sonra anlaşıldı ki, kudsî, sâfi hizmet-i Kur’âniye, gayet temiz, kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor.” (Bediüzzaman, Lem’alar s.55 (Onuncu Lem’a, Beşincisi).)
Demek ki, bu türlü ilahî ikazlar, bazı hususî lütuflara mazhar olmuş insanlara konumlarını hatırlatmakta ve onların durmaları gerekli olan yeri gözden geçirmelerini sağlamaktadır. Aynı zamanda, konumlarının hatalara bile tahammülü olmadığını ve marifet ufuklarına yakışmayan davranışlarının bir şefkat tokatına sebebiyet verebileceğini vurgulamaktadır. Bu açıdan, şefkat tokatları da bir hususî yükümlülüğün gereğini yapmamadan kaynaklanmakta ve bu yönüyle subjektif mükellefiyet kategorisi içine girmektedir.
Kaynak: Ölümsüzlük İksiri, “Subjektif Mükellefiyet”
Dipnotlar