1. Gelecekte olacağı söylenen şeyler, Allah’ın (celle celâluhu) bildirmesiyle söylenmiştir
Geleceğe ait dersi her şeyden önce yine gelecek verebilir. Zaman, gelecekte gösterecekleri ve getirecekleri ile en mevsuk ve sağlam bir habercidir. Bir insan yaşamadan yaşayacağını yaşayamaz ve yaşayamadığı şeye bihakkın vâkıf olamaz. Bu yüzden, geçmişin belgesi çoktur da, geleceğe ait herhangi bir belge yoktur. Gelecek adına, ancak isabet şansı çok zayıf olan tahmin ve zanlarda bulunabiliriz. Fakat, çok tabiî olarak ilm-i ilâhî noktasında durum hiç de böyle değildir. İlm-i ilâhînin yanında geçmiş, hâl ve gelecek olmadığı gibi, bütün bunlar iç içe bir nokta olarak kalır. Bu sebeple, gelecek adına zan ve tahminle değil de, kesin ve kat’î ifadelerle “Olacak, göreceksiniz…” deniyor ve söylenenler de aynen çıkmış ve çıkıyorsa, o zaman bunu ancak Allah’ın (celle celâluhu) bildirmesiyle açıklayabiliriz.
2. Zaman ve mekânı aşmak, kalb ve ruhun derece-i hayatına girmekle mümkündür
Zaman ve mekânı aşmak, ancak zaman ve mekânla kayıtlı bulunmayan ruhla mümkün olabilir. Çünkü ruh, zaman ve mekânlar âleminden değil, emirler ve kanunlar âleminden olduğu için, bizzat kendisi gittiği gibi, kılıfı ve elbisesini bile çok yerlere gönderip, temessül ettirebilir. Ayrıca, zamanın zaptına, mekânın hapsine ve maddenin kesafetine bağlı bulunmayıp, serbest, âzâde ve aynı zamanda şeffaf ve latîf bir varlık olduğundan, ileride meydana gelecek hâdiselerin onun ekranına aksedişi de başka türlü olacaktır. Elverir ki, kişi bedeninin baskısından sıyrılıp, kalb ve ruhun hayatına girerek ruhunu geliştirsin, inbisat ettirsin ve başka âlemlerle münasebet kurmaya biraz gayret sarf etsin.
3. Peygamberler ve evliyâullah, ilmini Allah’a (celle celâluhu) havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir
Evliyâullah, ilmini Allah’a (celle celâluhu) havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir. En başta Üstad-ı Küll, Kâinatın Fahri Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu türden haberleri çoktur. Evet O, kıyamete kadar zuhur edecek hâdiseleri bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetine bir bir takdim buyurmuştur. Hz. Ali-Hz. Zübeyr Vak’ası (Cemel Savaşı), Hz. Osman’ın şehadeti ve Hz. Fatıma’nın vefatı, haber verdiği hâdiselerden sadece birkaçıdır.
Bu tür haberlerin bazıları açık ve tevile ihtiyaç duyulmayacak kadar vâzıhdır. Bir kısmının hakikatine ise, ancak Kur’ân’ın müteşabihatı nev’inden tevil ve tefsirlerle yükselmek mümkün olabilir. Bir diğer kısmı da, ancak ehl-i tahkikin anlayabileceği türdendir. Daha sonra, ehlullahın bunlardan yaptıkları istihraçlar ve bunlara dayanarak vardıkları hüküm ve haberler ise, ya doğrudan Kur’ân’a ve Aleyhissalâtu vesselâm’ın sünneti ve ifadelerine ya da mişkât-ı nübüvvetin vesâyâsı altında kendi gönüllerine ve ruh dünyalarına esip gelen ilhamlara dayanmaktadır. Bunların her biri, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilm-i ledünnîsinden, gönül kabının hacmine göre bir şeyler doldurur ve bu suretle bazı hakikatlere nigehbân olurlar.
Evliyâullah, gelecekle ilgili hakikatleri görürken bazen mesafeyi tam ayarlayamadıklarından, neticede tespiti tam yapamazlar. Bazen de hâdiseleri semboller hâlinde görürler.. Allah, (celle celâluhu) kendilerini bu türlü hâdiselerin yorumuna muttali kılmadığı için tevil ve tefsirde hataya düşerler. Onlar tefsirle alâkalı bir şey söyler; hâlbuki murad-ı ilâhî başkadır. Aynen rüya tabirlerinde olduğu gibidir bu. Meselâ, rüyanızda bir elma görür ve “Allah bize lütufta bulunacak, maddî-mânevî tatlılık göreceğiz.” der ve öyle tabir edersiniz. Oysaki, elmanın misal âleminde sembolize ettiği hakikat, heva ve hevesin kuvvetlenmesi de olabilir. Yine, rüyada bir eve Cebrail’in (aleyhisselâm) girdiği görülür, ilâhî esintiler, yümün ve bereket gelecek diye beklenir; hâlbuki o, yüce bir ruhun öbür âleme çağrılmasını temsil ve ifade ediyor da olabilir… Bu mevzuda verilebilecek misaller pek çoktur.
Veliler için de durum böyledir. Gelecek adına aldıkları sembolleri tevil ederler, fakat tevilleri aynen çıkmayabilir. Meseleyi bir çekirdek hâlinde görür, tevilini çekirdeğin ağaç hâline göre yapar ve yanılırlar. Bu yanılma, peygamberler dışında herkes için vâkidir. Peygamberlerde de benzer bir yanılma vukû bulacaksa, onu daha önceden Allah (celle celâluhu) düzeltir. Çünkü peygamberler, ümmetleri için mutlak taklit edilmesi gereken önderlerdir. Eğer hataları hemen düzeltilmezse, bu hatalar bütün bir ümmete sirayet eder.
Gözü yaratıp -sınırlı da olsa- tenezzühü için uzanabileceği dünyaları var eden Allah (celle celâluhu), elbette gözün kumanda edicisi ruha da kendi âlemine has seyahatler yaptıracak ve ona madde ötesine has misalleri, sembolleri, levhaları ve geleceğe ait sayfaları gösterecektir.
Muhyiddin b. Arabî, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bir asır önce yaşamış olmasına rağmen, Edirne Kütüphanesinde bulunan ve Efranî tarafından tercümesi yapılmış olan “eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye” adlı eserinde, Osmanlılar devrinde zuhur edecek pek çok hâdiseyi aynen haber vermiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve Şam’la Mısır’ın fethinden, Yavuz Selim’in Şam’a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkarılacağına kadar bir düzine hâdiseden rumuzlu bir şekilde bahseder. Yine aynı eserde, Hafız Paşa’nın dokuz ay muhasara etmesine rağmen Bağdat’ı alamayacağı ve fethin 40 gün içinde Dördüncü Murad’a müyesser olacağı anlatılır. Dünyaya gelmesinden asırlar önce, Sultan Abdülaziz’in katledileceğini haber verir. Muhyiddin b. Arabî, bu eserinde Rus-Japon savaşından söz ettiği gibi, Müslümanların düşmanlarıyla muharebe edeceklerinden ve neticede galip geleceklerinden de bahseder. Türkler hakkında da “Türkler için muzafferiyet ve saadet var.” der.
Bitlisli Mustafa Müştak Dede, Divan’ında Ankara’nın başşehir olacağını 70 sene evvelinden haber vermişti. Şiirinin mısra sonlarına düşürdüğü harfler, Osmanlıca olarak yan yana dizildiğinde “elif, nun, kaf, ra, he – انقره ” Ankara’yı gösterdiği gibi, bu hâdisenin savaşlar neticesi gerçekleşeceğini ve Hacı Bayram’dan bahisle de, Ankara’nın başşehir olacağını gayet açık bir şekilde ifade etmektedir.
Mevlâna, yedi yüz yıl evvel, “Çok küçük canlılar görüyorum; ağızları var ve yiyiyorlar.” diyerek mikrop veya bakterilere işaret ediyordu.
Yine asrımızda bir tefsirci, seneler evvelinden, 1971’de bir muhtırayla ordunun Türk siyasî hayatına vaziyet edeceğini haber verir. Kendisine “Ne zaman?” diye soranlara da cevabı, “12 Mart” olur. Aynı şahsın 1980 hareketini haber verdiği de söylenmektedir.
Velilerin bu ve benzeri gelecekle ilgili ihbarlarını hangi fizikî gerçeklikle ve hangi atom kanunuyla veya nasıl bir göz, ya da beyinle izah edebiliriz? Hayır.! Bu tür hâdiseleri, geleceğe uzanan ruhun -Allah’ın (celle celâluhu) inayet ve izniyle- önceden haber alması dışında başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.
Telestezinin bir kolu olarak gelecekten haber verme meselesi, kâhinlerde, medyumlarda ve falla uğraşan kâfir kişilerde dahi görülebilir. Bu mevzuda, dünya matbuatında anlatılan sayılamayacak kadar çok hâdise vardır. Meselâ, Amerikan mecmuaları, Madam Gibson adlı bir kadının yıllarca dünya mukadderatına dair pek çok şeyleri önceden haber verdiğini neşrettiler. Bu kadın, Kennedy’nin öldürüleceğini, Hindistan ve Pakistan’ın 1947 yılında ikiye ayrılacağını ve Albayın Pakistan’da kalacağını daha bu hâdiseler olmadan evvel haber vermişti. Hatta Ankara’daki zelzeleden bile bahsetmişti. Kadın veli değil, fakat Hakk’ın izni ölçüsünde gayba ittılaı var. Bazı ruhlar, bu duruma müsaittir. Bunlar trans hâline geçip, kendilerine has şeyler yapar ve söylerler. İster cin, ister şeytanla ve ister habis, ister tayyib bir ruhla olsun, fizik ve madde ötesiyle temas kurar ve haber verirler. Her hakikati maddede arayan ve hep “tabiat, doğa” deyip duranlar, bugün dedikleriyle beraber çatırdıyor ve maddeleriyle beraber yıkılıp gidiyorlar. Ruh ise, her yerde varlığını koruyor.
4. Hiss-i kable’l-vukû meydana gelmeden önce bir hâdiseyi hissetme; telepati (telestezi)
Her insanda, yakın veya uzak gelecekte olabilecek hâdiseleri şimdiden hissetme duygusu az çok vardır. Birisini içinizden geçirirsiniz; bir de bakarsınız ki, birkaç dakika sonra o kişi kapınızı çalıyor. Yine, aklınızdan bir şey geçer, bir başkası onu hemen yapıverir. Aranızda belli mesafe olan bir insanla nasıl, neyle, hangi telsiz ve telefonla irtibat kurdunuz da bu hâdiseler oluverdi? İşte yukarıda temas edildiği üzere, kişinin kendisiyle konuşmasını, yani nefsî konuşmayı yapan nasıl ruh ise, bu bağlantıyı kuran da ruhtan başkası değildir. Bunu madde ile izah etmek mümkün olamaz.
5. Cenâb-ı Hak, kurbiyetine mazhar kıldığı kişinin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olur
Rusya bile telepatilerle uğraşmaktadır. İlk defa, “Mânâyı madde ile idam ettim.” diye ilânatta bulunmuş olmasına rağmen, bugün Rusya, belki kapitalist dünyadan da önce, telepatik yollarla haberleşme imkânlarını değerlendirme çalışmaları yapmaktadır. 20-50 kişilik bir biyofizik doktorlar heyeti, bu mevzuda birçok deneme gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunlar, 300 kilometre mesafede elektrik ve ışıktan tecrit edilmiş bir odada bulunan bir adamla muhabere yapma yolunu denemektedirler. Yabancı dinleme istasyonlarının tespit sahasına girme tehlikesi bulunmaksızın, denizaltılarında da aynı usulle haberleşme ve madde ötesi, beden ötesi kuvvetlerle muhabere imkânlarını araştırmaktadırlar. Ve hedefledikleri nokta, 3000 kilometre ötedeki kimse ile konuşup 30-40 sayfalık mesajlar almak, birinin orada dikte ettiklerini buradaki medyum vasıtasıyla aynı anda tespit etmek ve neticede yakalanma ve takip edilme tehlikesi bulunmadan, masrafsız bir casusluk şebekesi kurmaktır.
Evet mesele, pozitif hüviyette bile, en maddeci insanların elinde bu kadar hüsnü kabul ve itibar görmektedir. Bu demektir ki, nebinin mucizesini, velinin kerametini ve ruhun hissetme ve sezmesini inkâra yol yoktur. Bu demektir ki, bu harikulâde şeylerden bir tanesi olsun devrimizde alâka ve kabul görüyorsa, o hâlde, artık mucizeye sırt çevirmek imkânsızdır. Üniversite mehâfil ve kürsülerinde ve entelektüel çevrelerde her nasılsa kendine yer bulan birinin velinin kerametini ve hiss-i kable’l-vukûunu halüsinasyon deyip reddetmesi, bundan böyle söz konusu olamayacaktır. Asrımızda mekanik fiziğin duvarları çatırdamakta ve fizik eski kaideleri itibarıyla âdeta yıkılmaktadır.
Kim bilir, belki de yakın bir gelecekte fizik ve tabiatın aslen kendi ötelerinde bir kısım kuvvetlerin hâkimiyeti altında bulunduklarını göreceğiz. Tabiat, mânâ ve kuvvetler karşısında mahkûm olup, bir oyuncak gibi kullanılacak ve madde kendi kalıpları içine sıkıştırılarak, kendisine kabiliyet alanına girmeyen bazı şeyler de yaptırılabilecektir. Evet, madde üzerinde ruh, melâike ve madde ötesi kuvvetler hâkimdir. Ruh asıl, madde ise ona tâbidir. Ve bu tenteneli perde, maddenin verâsı, mekânla kayıtlı olmayan ruh tarafından müşâhede edilmekte ve ruh, her şeyin özünü, yani içten geçenleri okumaktadır.
Bugün, bütün dünyada ele alınır hâle gelmiş bulunan telepati, uzaklarla haberleşme ve gelecekten haber verme gibi vâkıalar, esasen kadimden beri Müslümanlar arasında bilinen şeylerdi. Fakat belli bir devrede biz, bunlara “Velinin kerametidir, yüksek ruhların keşifleridir.” derken ezilip, büzülüyorduk. “Bu, velinin insanın içini okuması, aklından geçeni söylemesidir.” diye konuştuğumuzda, “Aman alaya alınmayalım!” diye korkuyorduk. Ve “Bu, bir velinin başka bir velinin dublesiyle ittisal peyda etmesidir; ruhlarının kontak kurup, birbiriyle haberleşmesidir.” dediğimizde, hafife alınıyorduk. Şimdi ise, çok şey değişmiş ve inanmayan insanlar bile, bu ve benzeri meselelerden bahseder olmuşlar.. kitaplar, mecmualar bu kabîl şeyleri neşreder duruma gelmişlerdir. Evet, tekke ve zaviyelerde turuk-u âliyenin içinde inkişaf eden velilerin, daha vilâyet yolundaki ilk mertebeleri, kabirlerin keşfidir. Mezarın başına gelir, icabında oradaki insanın durumunu söyler veya dünyanın bir başka yerinde cereyan eden bir hâdiseyi, söz gelimi bir vapurun batmakta olduğunu haber verir ve çevresini uyarır. Velilerin söylediklerinin, telepatiyle alâkası yoktur.
Misal olarak, çocukluğumda şahit olduğum, belki yüz vak’adan bir ikisini nakledeyim. Bir defasında, o muhterem Muhammed Lütfî Hazretlerinin yanına gitmiştim. Gözlerinde katarakt olduğundan, hiç görmezdi.. yanımda daha başka kimseler de bulunuyordu. Tekkenin önüne vardık ve kapılardan birinin aralığından içeri baktığımızda karpuzlar gördük; hâliyle içimizde bir karpuz yeme arzusu uyandı. Kendisi bizi ne gördü, ne de geldiğimizi duydu. Zaten görmesine de imkân yoktu; çünkü, yukarıda söylediğim gibi, gözleri görmüyordu. Hemen kapıyı açtı, iltifat ederek, “İçeriye gelin; ben falanı çağırayım da, size karpuz getirip kessin.” deyiverdi.
Maddî sıkıntı içinde olduğum bir başka gün, üç-beş arkadaşla yine yanına gittik ve elini öpüp oturduk; tabiî hâlimi arz edemedim. Yanında ağniyadan bazı kimseler vardı. Ve şöyle dedi: “Ben şimdi bu talebeme, okuduğu Arapça kitaplardan bazı sorular soracağım; eğer bilirse, hepiniz ona 10’ar lira para vereceksiniz.” Hâdise 1953’te oluyor. O gün, okumakta olduğum Molla Câmi’nin baş tarafından hep en iyi bildiğim yerleri sordu. Maddî sıkıntı içinde bulunduğum bir sırada en iyi bildiğim yerleri sorması, bende kanaat-i kat’iye hâsıl etti ki, nasıl biz bir kâğıt üzerindeki yazıları okuyorsak, veliler de kalbde mânâ olarak tütüp duran şeyleri öyle okuyorlar. Şimdi bunları madde ile izah etmenin imkânı var mı?
Bazen olur, bir kese kâğıdıyla incir getirilir.. ne incirlerin sayısını bilir, ne de yanında oturanların. “Herkese üçer tane dağıtın.” denir ve dağıttığınızda bakarsınız ki, tam denk gelmiş. Dörder tane dağıtsanız olmaz. Yine, “Şurada bulunan bardakları getir, herkese birer bardak çay ver.” der; bardakları getirir, çayı dağıtırsınız; bir de görürsünüz ki, herkese bir bardak çay düşmüştür.
Bu tür hâdiseler bir tane olsa, “rastlantıdır” dersiniz ama bir mecliste belki elli defa cereyan ediyorsa, artık ona “tevafuk – Hak tarafından rast getirilmiş.” demek icap eder. Kurbiyet-i ilâhiyeye mazhar olan kişilerin -kudsî hadisin ifadesiyle- “Cenâb-ı Hak gören gözü, işiten kulağı ve tutan eli olur.” (Buhârî, rikâk 38). Bu bir mazhariyet meselesi ve bir ihsan-ı ilâhîdir.
6. Medyumluk ve yogilik, madde ötesi ruhî tecrübelerdir
Bilhassa inanmamış dünyada görülen madde ötesi ruhî tecrübeler, daha çok medyumluk, yogi veya ruh çağırma şeklinde kendini göstermektedir. Ruh infisalleri ve trans hâlleriyle başka ruhlarla temasa geçme, geleceğe ait haberler verme, eşya ve hâdiselerle oynama ve iddialarına göre, ruh çağırma, ateşte yürüme, vücuda şiş geçirme, dili kesip tekrar yerine yapıştırma ve altı ay bir şey yemeden-içmeden yaşama gibi tecrübeler, bu türden ve çok duyulan hâdiselerdendir.
Ruh, cismaniyetten ve madde dünyasından alâkasını kestiği nispette güç kazanır. Bu sahada kaydedilen tecrübeler, yalnızca medyumlara ve yogilere mahsus olmayıp, öteden beri Hıristiyan mistiklerde, Yahudi ruhanîlerde ve hatta Budizm, Brahmanizm ve Konfüçyanizm gibi dinlere tâbi olanlarla, dünyanın pek çok yerinde hâlâ varlığını sürdüren çeşitli mezhep ve tarikat sâliklerinde de müşâhede edilegelmiştir. Hepimiz, bazı mecmualarda bu kabîl şeyleri görüp, okumuşuzdur. Bu türden hâdiselerin İslâm tasavvufunda da cereyan ettiği vâkidir. Meselâ, Rifaiye tarikatında, yogilerin yaptığı türden eza, cefa ve acı çekme.. vücuda şiş sokulduğu hâlde kan akmaması ve hiçbir yara izinin kalmaması.. avuca, hatta ağza konan kor ateşin yakmaması gibi tecrübelerin yaşandığı vâkidir. Tabiî ki ateşin yaktığı, şişin acı verdiği ve kanın aktığı durumlar da olabilir.
Bütün bunlar, insanın belli âlemlerle bütünleşmiş olmasına ve o sahada gelişmesine bağlıdır. İnsan, ruhla münasebeti, bir başka ifadeyle, mukaddes ve ulvî bildiği güç ve kuvvetle temas kurabildiği ölçüde maddesine tesir edecek buudların üstüne çıkar. Ruh, o buudlarda maddeyi tesir ve hâkimiyeti altına alır ve artık ruhun kendi alfabesini kullandığı bu konuşma şeklinde ateş yakmaz, şiş kanatmaz, acı duyulmaz; altı ay yemek yenmese de açlık hissedilmez. Çünkü onun üzerinde mekân kaydıyla birlikte zaman kaydı da kalmamıştır.
Ruh, bedenden infisali ve trans hâliyle üç buudlu mekâna tâbi olmadığı gibi, dördüncü-beşinci buudları da aşabilir. Bu durumda zaman ve mekân seli onu fazla müteessir edemez. Çağın fizikçisi meseleyi izah ederken, “Ben kendimi senin üç buudlu mekânının dışında da hissediyorum.” der.
Madde kabuğunu kırarak sivrilen böyle ruhlara, kendi âlemlerine has ve kendi makamlarına yaraşır manevralar sayesinde, âdeta şeffaflaşmalarına yakışır bir ton ve edada tabiî hâdiseler harikulâde ve olağanüstü yanlarıyla inkişaf eder. Günümüzde çok yaygın misallerinden birkaç tane arz edelim:
Mesaj de La’ mecmuasında anlatıldığına göre, bir medyum, altı yedi kişilik bir ilmî heyetin yanında ellerini önündeki masaya koyunca, karşıdaki masa hareket edip gezinmeye başlıyor.
Bornova’da, çadırda biri, masanın üzerindeki buğdayları yukarıya doğru çıkarmaya başlıyor. Orada bulunanlardan bazıları okumaya geçince “Dümen bozuldu.. aranızda kötü niyetliler var.” diyor.
Bir zamanlar Ankara’da doktorların dikkatini çeken Dr. Watson, hipnoz yapıp herkesi uyutuyor ve artık onlara istediğini yaptırıyor; “Kollarınızı kaldırın!” diyor, kaldırıyorlar.. “İndirin!” diyor, indiriyorlar..
Ruh ve Kâinat adlı kitapta Bedri Ruhselman yazıyor:
“Bir doktor şöyle bir şey anlatıyor: Eşim hastaydı; ağırlaşınca üç bulutsu şey eve inip onun başında dikildi. O esnada kendinden ayrı bir vücut belirdi; bu vücut, eşimin ense köküne bir kordonla bağlıydı ve çırpınıp duruyordu. Bu vizyonu tam beş saat seyrettim. Nihayet kordon koptu ve bir an şaşalayan ruh, daha sonra yukarılara doğru yükseldi. O anda eşim dünyaya gözlerini yummuş bulunuyordu.”(Dr. Bedri Ruhselman, Ruh ve Kâinat, 1/201-204.)
Medine cephesinde çarpışan Ordulu Fenni Bey anlatıyor: “Medine’de muhasara altında idik. Beşiktaş’taki evimle haberleşmek mümkün değildi. Bir gece rüyamda evimizde ateş ve duman gördüm. Uyanınca, ara sıra gayb âlemini müşâhede eden medyum bir erim vardı, onu çağırdım. “Trans hâline gir, Beşiktaş’taki falan eve git ve müşâhedeni anlat.” dedim. Dediğimi yaptı. Gözleri kapalı “Şimdi şuraya geldim, şimdi buradayım; evin kapısını çaldım, içerden yaşlı, başı örtülü, kucağında çocuk bir kadın çıktı.” diye anlatmaya başladı. O kadının annem olduğunu anlamıştım. Ere “O kadına, evde ne var ne yok diye, sor.” dedim. Cevap olarak, “Dün hanımının vefat etmiş olduğunu.” söyledi.
Cennetim taht-ı kademinde olan validem nakletmişti: “Allah (celle celâluhu) deyince yemekten iştahı kesilen, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) deyince 24 saat gözyaşı döken bir kadının vefat hastalığında tam bir sene boyunca başında kaldım. Vefatına birkaç dakika kala, “Su hazırlayın” dedi. İstediğini yaptık, abdest aldı. Kocası da evdeydi ve sapasağlamdı. Kadın, gençliğindeki gibi bir kahkaha attı ve “Dünyadan daha nasibimizi almamışız. Bu perşembe akşamı ikimizin cenazesi de evde kalacak.” dedi. Sonra, bir tüy gibi başı yastığa düştü ve biz onu uzatırken, öbür odadan bir feryat yükseldi. Beyi de vefat etmişti…
Yogilerin, yani bir kısım Hint fakirlerinin icra edip gösterdikleri seremoniler hakkında okuyucu en az bizim kadar malumat sahibidir. Bu mevzu, televizyon programlarından mecmua ve gazetelere, oradan da halk arasındaki söylentilere kadar öylesine intişar etmiş ve her kesimin malı olmuştur ki, 8-10 yaşındaki çocuklar bile bunları birbirlerine nakledip durmaktadırlar. Burada sadece, Alman televizyonu ZDF-İkinci kanalında neşredilen ve daha sonra kitap hâline getirilip, satışa sunulan “Terra X” isimli belgeselden bir gösteriyi nakletmek isterim. Spikerin “En ileri derecede acı denemesi, acıya tahammül alıştırması…” diye anons yaptığı gösteri, şu şekilde cereyan ediyor: Ağızdan çıkarılan dile, yukardan aşağıya uzunca bir şiş sokulur. Keskin bir kılıçla dil ağzın içinden kesilip bu şişe takılır ve ne ağızdan, ne de dilden kan akmadığı gözlenir. Dil, bir müddet bu hâlde kaldıktan sonra yerine yapıştırılır ve şiş dilden çıkartılır: Sonra da spiker hayret içinde ilân eder: “İlim, henüz bunu çözemedi.”
Biz Müslümanlar ise, on dört asır evvelinden bu ve benzeri pek çok hâdiseye vâkıf ve âşina bulunuyoruz. Hz. Muavviz’in (radıyallâhu anh) Bedir’de kopan kolu, eczahane hükmündeki o nurlu elin Sahibi (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından yerine yapıştırılıyor ve hiçbir iz kalmıyordu. (Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/324; Aliyyülkârî, Şerhu’ş-Şifâ, 1/656) Uhud’da Katâde b. Numan’ın (radıyallâhu anh) çıkan gözü, yine aynı el tarafından yerine konup şifa buluyordu. (el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 6/113; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/295; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/87; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 3/251; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/321, 322.) Ve tabiî bunlar, harikalar kuşağının son sınırında cereyan eden mucizelerdi…
7. Ruh çağırma seansları, madde ötesi bilinmeyen, görülmeyen kuvvetler ile irtibat kurmaya çalışma ameliyesidir
Günümüzde ruh çağırma seansları, hızla çoğalmaya başlamıştır. Hatta o kadar ki, sokaktaki halk bile ruhla uğraşmakta ve masa üstü fincan oyunları, mahalle gençlerinin evlerine kadar girmiş bulunmaktadır. Bunların neticesinde materyalizm çökmeye yüz tutmuş ve materyalistler, fizik ötesinde fizik kanunlarına hükmeden daha başka kanunların varlığına inanmaya başlamışlardır…
Entelektüel seviyede, bilhassa ruhî açlıklarının ve ibadetten mahrum oluşun getirdiği mânâ susamışlığını gidermeye çalışan sosyete çevrelerinde vakit geçirmek için tertiplenen poker partilerinin yerini şimdi ruh çağırma seansları almaktadır. Bugün Avrupa, Amerika ve hatta Rusya’da bu mevzuda kaydedilen gelişmelerin dile getirdiği bir hakikat var. Bu insanlar ne istiyor ve nelerle uğraşıyorlar? Madde ile mi? Hayır! Tamamen madde ötesi, bilinmeyen, görülmeyen kuvvetler ve ruhanî varlıklarla irtibat kurmaya çalışıyorlar. Bu yolla, bugüne kadar izah edemedikleri pek çok hâdisenin izahını bulabileceklerini ümit ediyorlar. Eğlenmenin, heyecanlı seanslarla vakit geçirmenin ötesinde, maddenin ve fiziğin çözemediği, tabiat ötesi pek çok problemin hallinin yine tabiat ötesinde bulunabileceği düşüncesiyle inadı bırakıp, ruh çağırma seanslarını evlerden laboratuvarlara ve üniversite kürsülerine taşıyorlar. Rusya’daki telepati çalışmalarının yanı sıra, İngiltere’de doktorların ülser tedavisiyle alâkalı ilaçları bir yana atıp, hipnoterapi usulüyle ruhî mekanizmayı harekete geçirebilecek telkin yoluna müracaat etmeye başlamaları, bu sahada kayda değer gelişmelerden sayılabilir.
Bir mü’min anlatıyor: “Ankara’da bir savcı arkadaşımla Mevlâna’nın ruhunu çağırdık. Yeşil kisvesi ve Mevlevî külâhıyla karşımıza dikilen şahsı ikimiz de gördük. Fakat, yüzünü kaçırıyordu. İhtimal ki, gelen şeytandı ve bize yüzünü göstermek istemiyordu.”
Bir psikiyatrist de, bu mevzuda şahit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatmıştı: “Samsun’da bir eve ruh çağırma (cin veya şeytan çağırma) celsesine davet edildim. Bu işi yapan, evin küçük kızıydı. Bir masanın üzerine fincanlar ve harfler dizdi; ısrarlı çağırmalardan sonra birinin geldiğini öğrendik.. ve gelen, ismini fincanın hareketleriyle yazıyordu: Belma! Küçük kızın eli fincanla beraber hareket ediyordu. Biz gelene, “Müslüman mısın?” diye sorduk, “hayır” dedi. “Nerelisin?” sorumuza ise, “Mersinliyim” cevabını verdi. “Bir Müslüman yok mu, gelsin konuşalım!” dedik; gitti, çağırdı ve bu defa masanın üzerinde bir başka isim yazıldı: “Ayşe” Ona yaşını sorduğumuzda “7-8” cevabını verdi. “Nerelisin?” dediğimizde ise, güneyden bir şehir ismi söyledi. Hangi kitabı okuduğunu sorduğumuzda, “Hanımlar Rehberi” diye cevap verdi.
Sonra, orada bulunan arkadaşlardan biri dedesinin ruhunu çağırdı, fakat gelmedi.. ısrarlı çağrılardan sonra “geldim” dedi. Adını sorduğumuzda söylemedi; fakat usulünce ısrar edilip sorulduğunda “şeytan” diye cevap verdi. Hepimiz donakaldık. Doğrusu, Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) beri insanlığın bu en büyük düşmanı karşısında irkildik ve ne yapacağımızı şaşırdık. Bir aralık aklıma geldi ve “Seni çağırmadık, niye geldin?” dedim. Fincanlarla “İşte geldim” diye yazdı. “Allah’a inanır mısın?” dedim; “Hayır!” dedi. “Peygambere inanır mısın?” diye sordum; “İnanmam!” diye cevap verdi. Aklıma geldi; “Sana Meyvenin Altıncı Meselesini okusam dinler misin?” dedim; “Evet!” yazdı. Okumaya başladım:
“Nasıl bir fabrika şöyle işler, böyle çalışır, lambaları vardır vb… Öyleyse, bu bir mühendisi gösterir.” diye okuduğumda “Evet” diyor; “Öyle de, şu kâinat eczahanesindeki nebatat, otlar, meyveler Allah’ı (celle celâluhu) gösterir!” dediğimde, “Hayır!” diyordu. Böyle “Evet” ve “Hayır”larla bizi çok uğraştırdı. Sonunda, “Sana Cevşen okuyayım mı?” dedim; “Oku!” dedi. Ben okumaya başlayınca, fincan kızın parmağı altında fıkır fıkır oynamaya durdu.. elimi üzerine koydum, parmağımın altından kaçıyordu. Bir aralık şöyle yazdı: “Bırak şu gırgırı!” Ben devam ettim; sonra dayanamadı, sükut etti ve canı sıkılıp, çekti gitti.”
Evet, pek çok kimsenin duyduğu veya şahit olduğu, ya da yayın organlarından takip ettiği bu kabîl o kadar çok hâdise var ki… Esasen maddenin iflas edip rafa kaldırıldığını ve ruhun maddeye hâkim olduğunu ilân etmemiz için, bize bu misallerden bir teki dahi yeter. Zira cüz’, külle, parça bütüne delâlet etmektedir.
Şimdiye kadar ele almaya çalıştığımız ruhu geliştirmek suretiyle gelecek adına ruhla kontak olma.. keşif ve keramet.. hiss-i kable’l-vukû.. telepati.. içten geçenleri okuma.. medyumluk ve yoga.. ruh ve cin çağırma gibi hâdiselere her mü’min, ruhunun gücü ve kuvvetiyle Allah’ın (celle celâluhu) izin verdiği ölçüde muttalî olabilir. Bunlar bazıları için üç aylık bir çalışmayla elde edilebilecek şeylerdir. Fakat, hüner bunları elde etmek, havada uçmak veya cinlerle oynaşmak değildir. Bizim için asıl olan, Allah’ı (celle celâluhu) ve Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıyıp sevmektir. Kur’ân ve ondaki güzellikler bize kâfi ve vâfidir. Dine, imana hizmet etmek, bu yolda nesiller yetiştirmek ve ruhlarımızı, namzet bulunduğu ebed için hazırlamak bizim için en birinci gaye olmalıdır. Diğerleri, çok da üzerinde durulacak ve kendileriyle meşgul olunacak türden meseleler değildir.
Kaynak: İnancın Gölgesinde I, “Ruh Geleceği Görebilir Mi?”