Soru Detayı: Toplumumuza İslâm’ın tek bir alternatifini mi, yoksa çeşitli alternatiflerini mi takdim etmeliyiz? Bu soruyu şöyle sormak daha uygun olur: Günümüzde siyasî-gayri siyasî İslâm’ı kucaklayan çeşitli gruplar var. Bunların hepsinin hüsnü niyetine itimat ederiz. Bu grupların hizmet tarzlarını takdir etmek suretiyle tamamını mı nazara vermeliyiz, yoksa “doğru budur” diyerek sadece bir tanesinin etrafında mı tahşidat yapmalıyız?
Bu meselenin iki yönü var: Birincisi, İslâm’a hizmet eden değişik grupların bulunması bir hikmete hamledilmelidir. İnsanlar sair canlılar gibi hepsi aynı çizgide yürüyemezler. İnsan, bir nevi olduğu hâlde Cenâb-ı Hak kâinattaki bütün neviler adedince ona geniş bir mahiyet vermiştir. Bu itibarla insanın her bir ferdi âdeta bir nevi gibidir. Doğruyu olduğu gibi kabul etmede hepsi müşterek hareket etse de, teferruatta her insan farklı düşünür. Hele kitleleri harekete geçirecek ve arkasından sürükleyecek müstesna bazı fıtratlar, farklı mülâhazalarıyla topluma farklı mesajlar verirler ki, bu sayede, birbirinden farklı düşünen ve İslâm’a hizmet etmeyi hedef almış farklı gruplarla karşılaşırız.
Daha ilk devirlerde, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn asrında hak mezhep olarak belki elli mezhep vardı. Buhârî, Müslim, Tirmizî, Sevrî, Evzâî ve Zührî’nin ayrı mezhepleri vardı. Hatta Ebû Hanife’nin talebeleri olan Ebû Yusuf, İmam Muhammed Şeybânî ve İmam Züfer’in de ayrı mezhepleri vardı. İmam Şafiî ile Ebû Hanife arasında birbirlerine karşı ne kadar muhalefet ve farklı düşünce varsa, Ebû Yusuf ile İmam Âzam ve İmam Muhammed ile İmam Âzam arasında da o ölçüde farklı düşünce ve mülâhazalar vardı. Bunların hepsi mezheptir ve onlar, bu farklı mülâhazalarını Cenâb-ı Hakk’ın, zihinlerine lütfettiği ilham, idrak ve kabiliyetle, Kur’ân’dan ve Sünnet’ten, sahabe-i kiramın hayatından ve tâbiîn büyüklerinin bu mevzudaki anlayışlarından çıkarmışlardı.
İşte bu şekilde çok farklı mütalâa ve mülâhazalar meydana gelmişti. Bu, bir yönüyle beşer tabiatının gereğiydi de. Beşeri bir tek çizgide düşünmek ve öyle olmasını arzu etmek, -bağışlayın- onu hayvan olarak mütalâa etmek demektir. Bu itibarla, en akıllı insan, insanların farklı mütalâalarını normal kabul eden insandır. Herkesi aynı şekilde ve aynı çizgide düşünmeye zorlamak, Allah’ı, peygamberi, tabiatı, fıtratı ve dinin ruhunu bilmemenin ifadesidir.
Şunu da ifade etmek gerekir ki, bu farklı mütalâa ve mülâhazalar, -bilhassa Ehl-i Sünnet çizgisinde olanlar- hiçbir zaman usûle gidip dayanmaz. Büyük bir kısmı itibarıyla usûlde ittihat ve ittifak vardır. Namaz, oruç, hac ve zekât gibi erkân-ı İslâmiye’de ihtilafa düşen kimse yoktur. Meselâ, mü’minin izzetinin korunması, onun düşman sultası altına girmemesi mevzuunda farklı düşünen kimse yoktur ve bu konuda bütün âlimler ittifak hâlindedirler. Ancak bu mevzuda strateji geliştirmekle alâkalı farklı mütalâalar ortaya konulmuştur. Nitekim beşer düşündüğü müddetçe, ortaya hep farklı mülâhazalar çıkmıştır/çıkacaktır da. Meselâ bir masanın başında bir şirketin ortakları bir araya geldiklerinde, pek çok farklı mütalâa beyan etmekte ve böylece fıtratlarının muktezasını yerine getirmektedirler. Nitekim birinin düşündüğünü, herkesin kabul etmesi, diğer insanların hiç düşünmedikleri ve fikir cevvaliyetinden mahrum oldukları anlamına gelmez. Hakkın cidarları ve sınırları zorlanmadıktan ve gidip usûle dayanmadıktan sonra bu tür farklı mütalâa ve mülâhazalar her zaman olagelmiştir ve olacaktır.
Eskinin bir uzantısı olarak günümüzde de devam eden değişik iman ve Kur’ân hizmet yolları ve yöntemleri vardır. Bunu tabiî kabul etme mecburiyetindeyiz. Bunların birleşmesi mevzuunda bazı şeyler yapılabilir. Birleşme olmasa bile en azından ihtilâfların önüne geçilmesi istikametinde şu esaslar birer düstur olarak kabul edilebilir:
Herkes, kendi mesleğinin muhabbeti ile yaşamalı ve başkalarını tenkit etmemelidir. Bir gruba mensup olan kişi, kendi yolunu terviç edebilir ve en büyük ideali kendi hizmet düşüncesinin revaç bulması olabilir. Fakat bu kimse, diğer grupları yıkıcı ve köstekleyici söz ve tavırlara girmemelidir. Bu prensipler çerçevesinde hareket edenler, müspet hareket ediyorlar demektir ve zannediyorum bunu herkes mâkul ve makbul karşılar.
Meselenin diğer yönü ise şudur: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çizgisinde hizmet eden yolların hepsi haktır. Bir kimse, bu hizmetlerden birini daha fazla istikbal vaad ediyor buluyorsa, herhâlde onu daha çok terviç edecektir. Zaten çeşitli arızalarla kırılacak ve kişiyi yolda bırakacak, pek çok kimsenin dönmesine, bozulmasına ve ümidinin kırılmasına sebebiyet verecek yolu terviç etmek de doğru değildir.
Öyleyse meseleyi şöyle hulâsa edebiliriz: İmana ve Kur’ân’a hizmette, hakâik-i imaniyeyi göğüsleyebilecek her hizmet, makbul ve merğubdur. Biz de onu alkışlama mecburiyetindeyiz. Ancak fert olarak hangi hizmeti daha çok beğeniyorsak, bütün himmetimizi o hizmet istikametinde sarf etmemiz icap eder. Bu da inanan insanların basiret ve idrakine bırakılmış bir durumdur. İnsan, araştırıp yolun sâlimini bulmalı ve gönül verip dilbeste olduğu yol eğer doğru ve isabetli ise, bütün himmetini onun etrafında tahşid etmelidir. Şayet kuşku ve tereddüdü varsa, yeni bir araştırmaya girmeli, hakikate daha süratli götüren yolu bulmalı ve o yolda devam etmelidir. Çünkü hakkın hatırı âlîdir.
Tecrübelerimizle, hakikaten kırılmayan, bozulmayan ve insanımızın ümidini alıp götürmeyen bir hizmet yolu buldu isek onu değerlendirip o yolda yürümek en isabetli olanıdır. En doğru, en güzel ve en isabetli yolu bulduğumuza inanıyorsak, o yola intisap etme ve bütün himmetimizi bunun etrafında teksif etme mecburiyetindeyiz. Diğer türlü, himmetin teşettütünden (dağılmasından), işleri geciktirmiş, aksatmış ve belki çok defa etrafımızdakileri bir kısım zanlara sevk etmiş olabiliriz. Bu durumda kendimiz günah işlememekle beraber, çevremizdeki insanların da, bu türlü günaha götürücü düşüncelere saplanmasına meydan vermiş oluruz ki, buna hakkımız yoktur.
Kaynak: Kendi İklimimiz, “Yol Düsturları“
Diğer makalelerimiz için bkz.